Zenginliği Malda Aradık Onu Kanaatte Bulduk

1

Saygılı evlerin biçim verdiği bir düzendi bu. Evin saygılısı nasıl olur? İnsanın saygılı olanı gibi: Sağına soluna ‘mukayyet’ olan, çevresine özen gösteren, kimsenin hakkını çiğnememeye dikkat eden, edepli, terbiyeli bir tutum. Eski İstanbul evi böyleydi. 

…evler böyleydi, çünkü insanlar da öyleydi. Bir toplumda her şey bir sebep-sonuç ilişkisinin içindedir. Taşlar, topraklar, onları kullanan insanların huyları huşları1 bir yana bırakılarak incelenemezler. Eşyaya biçim veren insandır. Evleri de böylesine bir saygı ve sevgi düzeninin içerisine sokan, eski İstanbullunun zihin yapısı, manevî dünyası, yaşama bakış açısı idi. Bu dünyayı amaç değil, araç sayan, kendini öbür hayata hazırlayan, bir Tanrı fikri önünde sınav geçirdiğini kabul eden, önüne sunulan hayat nimetlerini bu ölçü ile alan eski insanın, büyük çoğunluğu, dükkanında çığırtkanlık etmeden sükûnetle ticaret ve esnaflık ediyor, el emeği ile işini işliyor, sofrasına gelen yoksul ya da yabancı ile ekmeğini paylaşıyor, evinin manzarasını da aynı gönül rahatlığı ve göz tokluğu ile önündeki arkasındaki komşusu ile bölüşüyordu.
….
Bir bilge kişi, bir kentin insansız ve boş manzarasına, genel görünümüne karşıdan şöyle bir baksın, iki ana kaynağı, yani o şehrin insanlarının geçim yolları ile ruh yapılarını, hemen anlayabilir. Yahut yine bir filozof kişi, okumuş ve dünya görmüş, umur yaşamış biri, kırlık yerde küçük bir kalabalıkla biraz alış-veriş etsin ve azıcık da konuşsun, onların bilmediği şehrini hemen gözünde canlandırabilir.

Çelik Gülersoy / İstanbul Estetiği / s.81-84.

Sıcak ilişkiler, gün gibi ışıyan yüzler, bir bakışta dibi görülen halis duygular… Toprak ve gök. Arasında sadece sadeliği yaşamak. Bir zamanın İstanbul’u böyleydi. Kulaktan dolma demiyorum; çünkü İstanbul’dan başka bir yerde -bir sene hariç- yaşamadım. Çocukluğumda nezaketlerine şahit olduğum insanlar. İnsanda edep; sözde, sanatta edep; sokaklarda, toplumda edep. Aynı içten dışa genişleyen daireler gibi. Şimdi neyin dairesindeyiz, bilmiyorum. Sadece edebin sinesine yaslanan hayatın sadeliğini özlüyorum. Nereye kadar bu tamah, bu tutkulu rekabet? Durmadan tüketirken tükeniyoruz. Peşine düştüğümüz neyse, az sonra o da bizi tatmin etmeyecek. Yaşamın nabzı sağlıklı atmıyor; kalplerimiz yorgun. Bunca hengâme içinde üşüyoruz. 

.Peki kalbi en çok yoran nedir? 

.Hangi hakikat için yaratıldıysa, onun yokluğunda ne yapacağını bilememe belirsizliği. Belirsizlik, hedefsizliğin sonucu. Hedefsizlik ise istikameti bulamamak. Yönler karışır, kaostan kurtaracak müstakim çizgiyi çizemeyiz. Çizebilsek, yaşam düzene girecek, akıl aydınlanacak, kalp yorulmayacaktır. Ve bunların dünyamıza en güzel yansıması: “Mutluluk.”

Mutluluğu eşya yığınlarında bulduğunu sanan biri bundan bir mutluluk çıkaramaz, çünkü bu yolla elde edilebilecek bir mutluluk yoktur… Böyle biri zenginliğini artırır, eşyalarını üst üste yığarak piramitler oluşturur ve mahzeninde onlarla oyalanır. Böyle biri gürültüyü esir almak amacıyla davul malzemelerini söken vahşilere benzer.

Aynı şekilde sıkıcı kelimelerle ilişkilerin seni benim şiirime, sıkıntı veren yapıların seni benim heykeltıraşımın heykeline, gitarın notaları arasındaki sıkıcı ilişkilerin seni gitarcının heyecanına bağladığını bilenler; iktidarın, şairin kelimelerinde, heykelin gereçlerinde, gitarın notalarında yattığını sananlar bunları içinden çıkılamayacak şekilde karıştırırlar. Ve iktidar burada olmadığı için onu bulamadıklarından seslerini duyurabilmek için daha fazla gürültü patırtı yaparlar… 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.542

Şiirin gücünü anlamında değil, kelimelerinde ararsak, melodinin sihrini notalardan bilirsek, heykeltıraşın ruhunu bir kenara atarak kullanılan malzemeye takılırsak, kalp tabii ki aç kalacak. Onu doyurduğunu zanneden büyük yanılgıya düşer. Çünkü doymak denince kalpten ziyade nefis akla gelmeli. Gezmek, dolaşmak, güzel sofralarda yemek, beğenilmek, başarı, refah… Hepsi nefsin istediği şeyler. Beden ne kadar doysa da kalp, hep bir şeylerin yokluğunu hisseder. Çünkü doymak değil, mutmain olmaktır aradığı.

.Kalbin mutmain olması nefsin doymasından ayrı bir şey midir?

.“Doymak,” doldurmak, açlık duygusu gidinceye kadar, isteği kalmayıncaya kadar yemek. Bir şeye “doyamamak,” onu istemekten kendimizi alamamak, istedikçe istemek demek. “Mutmain olmak,” yani tatmin olmak ise doymanın üstünde bir duygu. Sakinleşme, emniyete erme, huzur bulma hali, iç âlemdeki rahatlık, sükûnet.

İnsan hem görmeye hem de görmeyi temin eden ışığa muhtaç. Midesi var yaşamak için. Gıda bekler doymak için. Akıl, kulak, ten hep bir şeyler ister. Rızkın Sahibi gönderir; beden doyar. Ama kalp sadece rızkı gönderenle tatmin olur. Kalp Yaratan’ın evi. O’nun razı olduğu hallerle ışıldar, durur. Bu aydınlık ve sevgi, iç âleme huzur verir, vehimler biter, endişeye düşülmez. Sevgisiz, Sahibini bulamamış kalp ise neyle avunursa avunsun kendini emniyette hissedemez. 

.Emniyette hissetmemek sürekli korkuyu ensemizde duymak gibi değil mi? O halde insan bu psikolojiyle nasıl sükûnete kavuşabilir, nasıl huzuru yaşayabilir ki? 

Topraktaki maddeler kesinlikle rastlantısal olarak örgütlenmezler ve ağaca tırmanmazlar. Sen ağacı yaratmak için ağacın uyuduğu yere tohum attın. Ağaç aşağıdan değil, yukarıdan geldi.

Tanrı’da tamamlanmazsa senin piramidinin kesinlikle anlamı yoktur. Çünkü senin piramidin insanların üstüne onları değiştirdikten sonra yayılır. Prens eğer Tanrı’nın önünde eğiliyorsa kendini onu için feda edebilirsin. Ve o zaman senin zenginliğin, biçimi ve özü değişmiş olarak sana döner.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.245

.Sükûnete kavuşsa, huzuru yaşasa sokaklar böyle mi olurdu? Sinirler gergin, patlayacak yer arıyor. Pimi çekilmiş bombalar gibiyiz.

Önceleri bu pimi çekenin başkası olduğunu zannederdim. Zaman bana hazırlayanın da çekenin de insanın bizzat kendisi olduğunu gösterdi. Bizler bizde olanla barışık değiliz. Her türlü imkana rağmen hâlâ içimizi tırmalayan sıkıntılardan kurtulamamışsak, demek ki nasibimize razı olmuyor, kendimize inanmıyor, bizde olanla ikna edemiyor; yani kanaat etmiyoruz.

Sebepler dünyasında her oluşum, kâinatta Allah’ın koyduğu kanunlarla şekillenir. İnsanın yapacağı, Exupéry’nin eserindeki karakterine söylettiği gibi, sadece tohum atmak. Ne tohum bize aittir ne toprak ne de ağaç. Sadece niyetle ve iradeyle başlarız. Gayret eder, toprağı sular, çapalarız. Ama ağacı ve meyvesini verecek olan Allah’tır. Her niyet, hayal, amaç, O’nda tamamlanırsa anlam kazanır. Ve anlamın okunacağı yer gönül, tadın alınacağı yer gönüldeki huzurdur. 

.Her şeyi kendinden bilmek, bir çeşit manevî körlük değil mi? 

.Evet. Manevî kör, kendini göremez, etrafını göremez, kendisine uzatılan elleri, üzerinde dolaşan güneşi göremez. Karanlıkta uçurumun kenarında yürüyor gibi yaşamak… Ne korkunç.

.Onun için mi korkuyoruz ve bu korkuyu bastırmak için de durmadan kendimizi uyuşturuyoruz? 

.Evet. Hem de hazla, hırsla, hızla hakikatimizden, hayatın, ölümün hakikatinden uzaklaşıyoruz. 

Ölümün kabullenilmesi konusunu düşündüm. Çünkü mantıkçılar, tarihçiler ve eleştirmenler senin bazilikalarına yarayan malzemeleri kendileri için övdüler (ve sen sandın ki söz konusu olan onlardır, oysa gümüş bir su testisinin sapı eğer durumundan mutluysa, altın bir su kabından daha değerlidir ve senin aklını ve kalbini daha iyi okşar.) Dolayısıyla arzularının yönü konusunda bildiklerin açık seçik olmadığından mutluluğunun sahip olduğun şeylerden gelmesini istiyorsun ve başka yerlerde bazilika taşları ve senin mutluluğunun koşulu olan yaptığın taşları yığmakla soluğunu tüketiyorsun. Oysa bir başkası eğer bunlardan tanrısının yüzünü biçimlendirmek amacıyla yararlanırsa tek bir taşla zihnini ve yüreğini ısıtır.

Sen satranç oyununu bilmediği için altın ve fildişi parçalar toplayarak mutlu olmaya çalışan ve sonuçta sıkıntıdan başka bir şey bulamayan birine benziyorsun. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.467

Anlam yerine kelimelerden, sade haller yerine gösterişli davranışlardan, huzur yerine keyif veren konforlardan yaşamlar inşa ediyoruz. Birinden çıkıp diğerine giriyoruz. İçlerinde fazla kalamıyor, kendimizi başka yerlere atmak istiyoruz. Çünkü hiçbirisinde kalbin tatmini için düzenlenmiş sükûnet köşeleri yok. 

.Hayat nedense hep bir şeylere benzetilir. Kimi dans etmektir der. Kimi dünyada sahnelenen bir oyundur şeklinde ifade eder. Exupéry, hayatı neden “bazilika” denen eski çağlardaki kral saraylarına benzetiyor? 

.Sadece taşları yığarak, hiçbir malzemeden kaçınmayarak, büyük emeklerle binalar yapmanın insanlığa huzur getirmeyeceğini anlatmak için. İçinde “Tanrının yüzünü biçimlendirmek amacıyla yararlanmadığı” taş yığınlarından ne akıl doyar ne yürek ısınarak mutmain olur. 

Ayrıca bir başka benzetme daha var: “Satranç oyunu.” Bu oyunu bilmiyorsa ve oynayamayacaksa neden taşlarını toplar insan? Hayatın kurallarını öğreten ilahî bilgilere rağmen hâlâ hayat oyununu öğrenmeye gayret göstermemek ve sadece biriktirmek de böyle bir anlamsızlık… Tabii ki ardından sıkıntılar oluşacak ve stresleri yaşanacak. Çünkü ruhun anlamsızlığa tahammülü yok.

Oysa kurallar tanrısının oyunlarının inceliğini gösterdiği bir başkası, ışığını kaba bir ağaçtan çıkan yongalardan alacaktır. Gerçekten de her şeyi saymayı, her şeyin dökümünü çıkarmayı istemek seni malzemelere bağlar, onların oluşturduğu yüze bağlamaz ve en önemli şey tanımaktır. Bu nedenle sonuç kaçınılmazdır: Hayata günlerin yığılması gibi tutunman gerekir. Tapınak, çizgileri ve hatları açısından mükemmelse bu tapınağa daha fazla taş konulmamış olması seni deli edecektir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.468

‘O, her an yaratma halindedir.’

Rahman / 29

Allah her an eylem halindedir. Her an yokluktan varlığa bir zerre, hayata merhaba der. Ve o zerrelerle nice İlahî isim, sıfat, canlara tecelli eder. Her tecelli birer emanet ve nimettir. Ömür de “an” dediğimiz yapı taşları da birer emanet. Hepimiz varlık olarak hem kendimize hem birbirimize emanetiz. “Emanet” güvene dayalı olarak verilen şeyi korumak, zamanı gelince sağlam teslim etmek. Bu erdem de “emin” kişinin harcı. 

.Neden sadece onun harcı? 

.Varlığı korkulardan “emin” kılan ve onları güven içinde yaşatan, kuluna iman nurunu vererek “mümin” yapan, “emniyet” Sahibi olan “Mümin”i tasdik ettiği için bu erdeme sahip. Allah’a güvendiğinden, O’nun kurallarını uygulamaya gayret ettiğinden “El Mümin” isminin tecellisi olarak “mümin” unvanıyla anılıyor. 

O zaman gözlerimi kamaştırmak amacıyla bana evindeki taş sayısını, mülkündeki otlakların sayısını, sürülerindeki hayvanların sayısını, karının mücevherlerinin sayısını, hatta aşkların sayısını söyleme. Bunlar beni ilgilendirmiyor. Ben yapılmış evin kalitesini, mülkünün dininin coşkusunu bilmek isterim… Ve akşamları çalışmalar bittikten sonra yemeğin neşe içinde geçip geçmediğini bilmek isterim. Nasıl bir sevgi yarattığını ve yaşamını senden daha kalıcı olan ne gibi şeylerle değiştirdiğini bilmek isterim. Senin gelişmiş olmanı isterim. Seni yarattığın şeylerde okumak isterim… Seni boş şöhretini yaptığın kullanılmayan malzemelerde okumak istemem. 

Ama sen bana içgüdü tartışmalarıyla geliyorsun. Çünkü bu içgüdü ölümden kaçınmanı istiyor. Ve sen her hayvanın çalıştığını gözlemledin. Bana, “yaşama eğilimi bütün eğilimlerden önce gelir,” diyeceksin. “Yaşamın armağanı paha biçilmez bir değerdir ve benim onun içimdeki ışığını kurtarmam gerekir.” 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.468-469

Seni, boş şöhretini yaptığın kullanılmayan malzemelerde okumak istemem.

Boş şöhret ve kullanılmayan malzemeler, içgüdü tartışmaları… Nefsin bizi yanlış yönlendirmesinin ürünleri. Olmamış meyveler gibi ruhumuzu buruyor. Onca kabiliyet, mükemmel yaradılış ve her an verilen nimetlerin karşılığı olarak bunlar mı sunulur?

Ama sen bana içgüdü tartışmalarıyla geliyorsun.
.

Yani emanete hıyanet, sorumsuzluk. Bu halin tanımı ne? “İçgüdü.” Canlılarda akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış. Yani sorumsuz insana yakıştırılan bu. 

Yaşamın armağanı paha biçilmez bir değerdir ve benim onun içimdeki ışığını kurtarmam gerekir.

cümlesinde yaşam denilen değerin ışığının -hoyrat kullanıldığında- insanın içinde sönebilme riskinin olabileceği mi anlatılıyor? Varsa böyle bir risk, insan içindeki ışığı nasıl koruyabilir? 

.Bu ışığı gönderenin razı olduğu şekilde fıtratına uygun yaşayarak. Ruhun özlediği sade hayata dönerek. Nasibine razı olarak. Kanaat denilen ahlakî cevheri özümseyerek. “Sade hayat” farkındalığın yoğun yaşandığı an. Gürültüden, tantanadan uzak ortam. Her şey net işitilir; çünkü kulak bu ortamda farkına varır. Riyanın, kibrin olmadığı noktadan her yer net görülür; çünkü göz farkındadır. Duygular ve duyular kirli atıklarından arındıkça yaradılış hakikatleri ortaya çıkar. Ruh özgürlüğüne kavuşur; kalp bütün kapılarını Sultan’a açar. Çünkü arif olanlar böyle yapmışlar:

Dört şeyi, dört şeyde aradık. Fakat, yollarında hata ettik. Onları dört başka şeyde bulduk:

Zenginliği malda aradık; onu kanaatte bulduk.
Rahatı servette aradık; onu az malda bulduk.
Lezzetleri nimette aradık; onları sağlam ve sıhhatli bedende bulduk.
Rızkı yerde aradık; onu gökte bulduk. 

Hâmid Leffaf 

.O zaman sadeliğin, huzurun nefesi, kuruluktan, sıcaktan kavrulana buz gibi şerbet gelmez mi? Sevginin sinesi soğuktan donanı sıcacık sarıvermez mi? Hele kanaat ve sükûnet… Kalbi ağzında koşturana dinleneceği hoş bir kucak olmaz mı?

.Olur elbet. Ama unuttuk. Zaman ilerledikçe unutmuş olma gerçeğini de unutturdular. Ancak ümitsizlik yok. Şimdi at bakalım tohumunu toprağa ve başla sulamaya. Belki topraktan filiz vermesi uzun sürebilir. Olsun… Gayret senden, takdir Kadir olandan. Unutulanı hatırlamak için zaman, uygulamak için sabır ve sebat, Elinden Tutacak Olan’a teslimiyet ve şükür… Ve bu erdemleri hissettirecek, yaşatacak sakin, sade, fıtrî ortamlar…

Bir insanın kendi evini inşa etmesinde bir kuşun kendi yuvasını inşa etmesindekine benzer bir uygunluk vardır. Kim bilir belki de insanlar barınaklarını kendi elleriyle inşa etselerdi, kendilerinin ve ailelerinin geçimlerini yeterince sade ve dürüst bir şekilde sağlasalardı aynı kuşların bu kadar meşgulken evrensel olarak şakımaları gibi şiirsel yetenek de evrensel olarak gelişmiş olacaktı. Ancak, maalesef yumurtalarını diğer kuşların yaptığı yuvalara bırakan ve gevezelikleri ve ahenksiz ötüşleriyle hiçbir yolcuyu neşelendirmeyen sığırcıklar ve guguk kuşları gibi davranıyoruz. 

Henry David Thoreau / Walden – Ormanda Yaşam / s.57

Evet bizler sadece gevezelik ediyoruz. İhtiyacımız olmasa da sadece istiyoruz; çünkü nefis istiyor. “Ne yapayım, ihtiyacım var.” diyerek kandırıyor bizi. Arsız, mantıksız çocuk gibi sadece tutturuyor: “İstiyorum da istiyorum!”

İstemek ve ihtiyaç duymak. Birbirine karıştırılan iki kavram. Bir şeye karşı gereksinme duyduğumuzda; yani lüzum hissettiğimizde “ihtiyacım” var deriz. İhtiyaç duyma, ancak o şeyin gerçekten eksikliğiyle ortaya çıkan fıtrî bir his. Mesela suya ihtiyacımız var. Çünkü beden yaradılış gereği o suya muhtaçtır; ona haceti vardır. O sudan uzun süre yoksun kalsak sonunda ölüm olabilir veya eksikliği bedeni sarsabilir. Çünkü insan varlığının şartları bunu gerektirmektedir. Peki bunu kim istemiş? İnsanı Yaratan. 

Yaratanla yaratılan arasındaki sırlı bağdır “ihtiyaç” denilen kavram. Muhtaç bir varlık olduğumuzu daima hatırlatan, Yaradan’dan asla bağımsız olamayacağımızı düşündüren bir duygu. Bir ip düşün. Bir ucunda rahmetiyle, kudretiyle, cömertliğiyle Yaradan. Öbür ucunda kulu. Kul nasıl Yaratan’ı tanıyacak, bilecek, nasıl sevecek ve O’na kavuşmak isteyecek? 

.Tabii ki varlığında her an duyacağı bu ihtiyaç hissiyle. Havaya muhtacız; suya, ekmeye, sevgiye, güzelliğe. Gani Olan’dan gelen her şeye muhtacız.

.Doğru. Kim bilir daha bilmediğimiz nelere muhtacız? Varlığımız muazzam bir sır. Sorularla dolu. Çözebildikçe ihtiyacımızı fark ediyor ve istiyoruz. Kelimelerin, kavramların dünyasına girdikçe o konunun hakikati bizlere perdesini aralıyor. İstemek; izlemek, peşi sıra gitmek, aramak. Yani istediğimizde istediğimizin peşine takılıyor, onun izini durmadan takip ediyoruz. Tabii istemeden istemeye fark var. Mesele istemenin edebini bilmek. Bir yanda nefsin zaafa meyyal anlamsız istekleri var, bir yanda kalbin kendisini mutmain olmaya götürecek istekleri. Birinde nesne, maddî âlem hâkim; diğerinde, mana, iç âlem.

İnsanlar emeklerini yanlış yere sarf etmekte. İnsanın büyük bir kısmı kısa bir süre sonra gübre olmak için toprağa karışır. İnsanlar genellikle zaruret olarak adlandırılan, görünen bir kaderle işe alınır; eski bir kitabın dediği gibi, güve ve pasın çürüteceği ve hırsızların gelip çalacağı hazineler biriktirir. Daha önce değilse bile, hayatlarının sonunda farkına varacakları üzere bu bir ahmağın yaşamıdır. 

Çoğu insan, nispeten özgür olan bu ülkede bile, mutlak cehalet ve yanılgı sonucu, sahte kaygılarla ve gereksizce bayağı yaşam çabalarıyla öyle çok meşgul oluyor ki hayatın daha güzel meyvelerini toplayamıyor. Aşırı çalışma sonucu parmakları bu iş için çok sakar ve çok titrek bir hale geliyor. Hakikaten, çalışan insan emeği pazarda değer kaybedeceğinden gerçek bir bütünlük için ihtiyaç duyduğu boş vakte gün geçtikçe daha az sahip olabiliyor; insanlarla kurulan en insanca ilişkileri sürdürmeye zaman bulamıyor. Bir makineden başka bir şey olabilmeye zamanı yok. 

Henry David Thoreau / Walden – Ormanda Yaşam / s.13-14

Deniz ortasında kalmış bir kayığın içinde içecek suya muhtaç bir kazazede gibiyiz. Susadıkça deniz suyu içiyor, içtikçe içimiz yanıyor, daha da içiyoruz. İhtiyacımızı fark etsek, suyun Sahibi’ne yönelir, yalvarırız. Oysa Sana muhtacım demiyor -çoğu zaman adresi bilmeden- sadece istiyoruz. Bilsek ki deniz suyu yaradılışımıza uygun değil ve vücut sadece kendine uygun olan memba suyunu ister. Ama elimizde su kalmamış ve membadan çok uzağız. 

– O zaman insan, akıntıya kapılmış bu zihniyetten uzaklaşarak kendini dinlemeli ve kendine şu soruları sormalı:

Peşinden koştuğum şeyi elime almama rağmen neden hâlâ mutsuzum? Madem mutsuzsam neden peşini bırakmıyorum? 

– Doğru söyledin. Sorsa kendine, belki de yanlışını fark edecek. Belki de o zaman “ihtiyacı olana değil, hatta istediğine bile değil, sadece ele geçirmek için koştuğuna” inanacak ve uyanacak. Bilecek ki: Tamahın sonu yok; Dünyanın sonu viran.

Ne kadar zengin olursan ol, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır. 

Mevlâna

1. Huy hus: Halk ağzında (kişide) yaradılış, tutum ve davranış, huy.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Bana, “yaşama eğilimi bütün eğilimlerden önce gelir,” diyeceksin. “Yaşamın armağanı paha biçilmez bir değerdir ve benim onun içimdeki ışığını kurtarmam gerekir.” Antoine
    O ışığın alevi bizi ne kadar aydınlatıyor. Ona ne gibi duygular ekledikte ışık flulaşıyor.
    Düz mantık bu akıllı insanın soracağı şey bu

    ‘Peşinden koştuğum şeyi elime almama rağmen neden hâlâ mutsuzum? Madem mutsuzsam neden peşini bırakmıyorum? ‘
    Emeğinize yüreğinize sağlık. Çok güzel bir yazı çok faydalı.

Reply To alaca Cancel Reply