Saint-Exupéry’nin Son Gecesi ve Bir İnsan Olarak Kaygıları

1

Hiçbir şey taş üzerine inşa edilmez; her şey kum üzerine inşa edilir, ancak kum taşmış gibi inşa etmeliyiz.

Jorge Lois Borges

30 Temmuz 1944 Pazar

44 yaşındaki Saint-Exupéry bütün gece uyumamıştı ve bitkin görünüyordu. Vücudunda sekiz kırık vardı, bunların hepsi Guatemala’daki bir önceki kazadan kaynaklanıyordu ve kafatasının alt kısmında bir kayaya çarpması sonucu oluşan derin bir çatlak da buna dahildi. O kazadan beri vücudunda ağrılar eksik olmuyor ve buna ara ara migren ve baş dönmesi de eşlik ediyordu. 

Son gecesiydi. Savaştan sonra dünyanın geleceği konusunda derin bir kaygı ve tedirginlik duyuyordu. Ancak doğası gereği hem en huzursuz hem de en dengeli bir insandı. Endişeye ne kadar yakın ise umutsuzluğa da o kadar uzaktı. O gece Yvette Pélissier’in grubuyla Miomo’daki La Salette restoranında bir yemeğe davet edildi. Daha sonra gece geç saatlerde jipe bindi ve tek başına yola çıktı. Kısa bir süre önce kaygılı ruhunun tam tersine çok neşeli, pek şık olmayan bir kıyafeti, eğri bir şapkası ve standart haki gömleği ile restorana girdi. Her zaman endişelenmek için bir neden bulur ve asla huzuru tanımazdı. Ama harika bir atmosferin nasıl oluşturulacağını da bilirdi. Komik, hikmetli hikayeler anlattı ve yanından ayırmadığı deste kartları ile arkadaşlarını neşelendirdi. Birçok el çabukluğu numarasında usta idi ve onu yakından tanıyan biri, bu beceri ile geçimini sağlayabileceğini söylerdi. Sonrasında ise herkes dans etti, ama o dans etmedi.  Arkadaşları onun bu dengesine hayran kalmışlardı. Onların dünyasında hem dıştan hem de içten olağanüstü derecede güzel bir insandı. 23:30 civarında erkenden ayrıldı. Odasına 1:30’a kadar dönmedi. Aradaki 2 saat içinde ne yaptığına dair hiç kimsenin bilgisi yok. Onun yokluğunu fark eden operasyon memuru Jean Leleu endişelenmeye başladı, çünkü sabah uçuşu için pilotların gece erkenden yatması gerekiyordu.

Endişeliydi ve hala uyumamıştı. Bir sigara yaktı ve masanın üzerine bir harita koydu. Sigara üstüne sigara içerek hayallere daldı. Anlamlı ve huzurlu görmek istediği dünya yeni bir ıstıraba sürükleniyordu. İki yıkıcı dünya savaşını ve dünyayı kökten değiştiren devrimlere şahit olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’den teknik yardım isteme yönündeki tüm önerileri doğrudan reddedilmiş, Başkan Franklin D. Roosevelt ile şahsen görüşme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Faşizme karşı savaşmak ve çatışmayı sona erdirmek için tüm Fransız partilerini (hem sağ hem de sol) tek bayrak altında birleştirme tavsiyesiyle General Charles de Gaulle’ye çağrıda bulunmuştu. Ne yazık bu insanların hiçbiri bu evrensel ruhun taleplerini karşılayamamıştı. Hatta bunu çatışmalar ve yanlış anlamalar izlese de Saint-Exupéry, “insanlığı” koruyan “insanları” bulmaya çalıştı. Tıpkı bayılana kadar çölde insan arayarak yürüdüğü gibi..

Hayali onu Hitler’in iktidara geldiği ve İspanya İç Savaşı’nın başladığı günlere sürükledi. Her şeyi anlamak ve görmek için gazeteci olarak Madrid’e uçmuştu. Cumhuriyetçileri seviyordu. Onlarda “Aéropostale mürettebatıyla aynı fedakarlık ruhunu, kardeşlik ruhunu” dünyanın tüm nimetlerine tercih etmeyi görmüştü. Kendisi eyleme inanıyordu. Onlar da eyleme inanıyorlardı. Bu eylemler sıklıkla dürüst insanları bile (İspanyol anarşistleri arasında çok sayıda vardı) şiddete, kana, ve adaletsizliğe sürükledi. Cumhuriyetçilerin manastırlardan birine düzenlenen saldırı sırasında acımasızca rahibelerin katledilmesine tanık oldu ve anlatmaktan çekinmedi. Zamanın pek çok ünlü aydınının aksine Cumhuriyetçileri savunmadı. Vahşet ve dehşet görüntülerinin, adalet çağrılarının hiçbir şeyi değiştirmediğini fark etti. Ona göre asıl mesele, insanlık dramının sosyal ve ahlaki anlamını ortaya çıkarmak ve bir insanı öldürerek tüm dünyayı öldürdüklerini herkese açıklamaktı. Eğer bu durdurulamaz ise insanlığın geri kalanı “Küçük Prens”teki ayyaş gibi hayatlarının geri kalanını acı ve utanç içinde geçirmek zorunda kalacaklardı.

Mihenk taşı insana saygı olan ve insana saygısızlığı reddeden Exupéry, tüm insanların dayanışması, birliği ve uzlaşması gerektiğini savundu. Bu nedenle hiçbir totaliter sistemin tuzağına düşmedi. Faşistlerin Fransız hayranı Drieu La Rochelle gibi, 1936’da Moskova’daki 1 Mayıs gösterisine hayran değildi. Edebiyat dünyasından çok sinema dünyasına daha yakın duruyordu. Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinden sonra Kaliforniya’ya yerleşen Ingrid Bergman’ı, Marlene Dietrich’i, Greta Garbo’yu sık sık ziyaret etti. Tyrone Power ve onun yazdığı Anna Marie filminde rol alan eşi Annabelle ile dosttu. Edebiyatçıların ve filozofların çoğuna düşmandı. Bunlar arasında André Breton ve Jacques Maritain en etkili olanlardandı. “İnsanlığa dönüş mucizesine” ancak insan kalabalığının dağıldığı ve fertlerin ortaya çıktığı anda dikkat çekti. Ayrıca Stalin’in yönetimini eleştiren ilk Batılı gazetecilerden biriydi.

31 Temmuz 1944 Pazartesi sabahı. Güneş ufuktan yeni çıkarken.

Korsika’daki Borgo askeri havaalanı. Burada her şey her zamanki gibi. Savaş devam ediyor. Filoda arkadaşlarının onu sevgiyle çağırdığı şekliyle Saint-Ex saat 7:30’da yemek odasına geldi. (Amerikalıların kendisine “Bay Exupéry” demelerinden rahatsız olduğu için soyadına kısa çizgi ekledi.) Kalkış bir saat sonra olacak. Sabah kahvesinin tadı onu hiç neşelendirmedi. Suskun ve çok yorgun görünüyordu. Saint-Exupéry uçağına binmeden önce René Gavualle’den kendisine bir iyilik yapmasını istedi. El yazmalarının bulunduğu bir bavulu Nelly de Vogüé’ye teslim edeceğine dair kendisinden söz aldı. Bu insanlığa son vasiyeti gibi bir şeydi. Bu vasiyet ruhunun en iyi taşlarından inşa edilmiş bir tapınak olan “Kale”den başka bir şey değildi. Savaş sonrası dünyanın alacağı hale dair büyük kaygıları vardı. İki pilot yürekleri ağızlarında çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağladılar.

Gökyüzünde tek bir bulut olmamasına rağmen yine de hava durumunu sordu. Meteorolojiden “açık ve sakin” yanıtı alınca uçağına doğru ilerlerdi. Görevlendirildiği keşif hava grubunun 2/33 filosunun mekaniği ve uçuş öncesi hazırlıkları tamamlandı. Kokpite girmeden önce alışkanlıktan dolayı uçağının P-38 Lightning (Yıldırım’ın) kanadını okşadı. Sanki ona zamanı geldi dermişçesine… Binbaşı Gavualle’nin yardımıyla iri bedenini küçük kabine sığdırmaya çalıştı. Her seferinde bu durumu yaşamak onun için işkenceye dönüşüyordu. Buna yüz buruşturmalar ve derin iç çekişler de eşlik ediyordu. Yerine yerleşince de gülümsemesi geri gelirdi.

Saat 8:45’te kalkış izni gelince yoldaşlarına son kez elini salladı ve uçak yükseldi. Görevi Fransa’nın güneyindeki yolların havadan fotoğraflanmasıydı. Gökyüzünde sessizliği koruyan bir yükseklikte, kendisi ve anılarıyla baş başa kaldı. Gözlerinin önünde Guillaumet’nin, Mermoz’un, Etienne’in, aynı grupta olduğu gerçek dostlarının yüzleri belirdi. Her biri savaşta ölmüştü ve artık “Hatırlıyor musun?” diyebileceği kimse kalmamıştı. Şimdi kuşların bile ulaşamayacağı bir yükseklikte sevdikleri geri dönmüş ve yüreği sevinç ile dolmuştu. Bir an kendisini çok huzurlu hissetti. Ayrıca bu bulutsuz gökyüzünde hiç kimseye tehdit oluşturmuyordu. Uçağının silahı yoktu. Alanı kokpitten fotoğraflamak için basit bir cihaz. Bu kez hayaline görüntü değil, güzel bir koku çarptı. Cennetin varlığına delil olan bir çiçekten gelen koku. Hayalinin Çiçeği Consuelo’dan. Birkaç hafta önce New York’ta kalan çiçeğine “bana yaz, daha sık yaz” diye yalvarmıştı. “Mektupların kalbime baharı getiriyor” demişti…

Bir süre sonra Cap Corse’daki radar Exupéry’nin uçağını Fransa sınırını geçerken tespit etti. Onun altında çok sevdiği vatanı harabeye dönmüştü. Parçalanmış bir karınca yuvasına benziyordu. Terk edilmiş köyler, sürülmemiş tarlalar, paramparça olmuş arabalar… Sonra anılara daldı. Orada bir yerlerde, çocukluğunun şatosu Saint-Maurice vardı. Hafızası onu çatı kirişlerinin altına, annesinin şefkatli sıcacık kollarına, çocukluğuna, “yeniden onun yüksek koruması altında hissetmeye” götürdü…

Borgo üssüne çekildi ve bize bir sır bıraktı; ortadan kayboluşunun sırrını…


Not: Yazılan tüm yazılar Exupéry’nin bilinmeyen mezarı için çiçekler olsun.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. “Yazılan tüm yazılar Exupéry’nin bilinmeyen mezarı için çiçekler olsun.”

    Bir gelincik.
    Belki sade, belki ince;
    Ama binlerce…

    Hapsolmak ne acı!
    Sadece süs olmamalı yakalara.
    Nadide çiçekler vitrinlerin malı.
    Oysa “Sen”
    “Sadece benim!” diye haykırdığın
    Yemyeşil çayırlarda özgürsün;
    Alabildiğince…

    Sayın Berâ. Sadece takdir ettiğim değil, ölmüşlerime dua derken unutmadığım sevgili Exupéry’nin mezarına benden de gelincikler koyun. Gelinciğin yurdu, geniş alanlar… Rengi; aşkın, ufukların, coşkunun rengi. Gözbebekleri ise simsiyah. Bu nokta süveydadır. Kalbin ortasındaki idrak ve basiret noktası. Bütün ilimler bilinse, anlaşılsa da kalpteki o basiret ve idrak nuru yoksa her şey boşunadır, imana dönüşemez.

    Davasına imanı gibi sahiplenen, “Dünyanın geleceği konusunda derin bir kaygı ve tedirginlik duyan”, yine dediğiniz gibi “İnsanlığı koruyan insanları bulmaya çalışan” duyarlı, aydın, özgür, “Endişeye ne kadar yakın ise umutsuzluğa da o kadar uzak” bu güzel insanın mezarına yakışır inşallah. Duyarlı yazılarınızın devamı dileğiyle…
    Elif Kaya

Leave A Reply