Sokak – Bölüm 39

0

Zamanın Hazineleri

Çıtır. Çıtır…Çıtır… Bir ses. Çerçevede bir tahta kurdu olmalı. Arkama yaslanıyorum. Çıtır. Çıtır… Kemiren bir dişin çıkardığı bu ses, ne derece keyifli gelebilir ki insana? Sanki bir kanat hışırtısı, bir çaydanlığın ufak ufak tıslaması gibi hoşuma gidiyor. Gerçekte dinlerken beni cezbeden çıtırtı değil, ardındaki sessizlik… 

Pervin Hanım’ın davetiyle buradayız. Eşim “Beni mazur görün.” deyince ısrar edemedim. Gevher Hanım’ı yine Kerim Bey’in hanımına bırakmışlar. Enis Bey’in önemli bir görüşmesi varmış. Velhasıl onların dışında bahçe içinde yaşayan herkes burada. Nur’la etrafı dolaşıyoruz. Evin çerçeveleri, kapılar, trabzanlar tamir edilmiş, cilalanmış, boyanmış. Çoğu şey eski haliyle korunmuş. Nur hislerimi, eski günlere gitme isteğimi anlıyor. Bilerek beni yalnız bırakıyor. Oturduğum mekânda her şey gizemliliğini koruyan bir sır. Sessizlik. Yine sessizlik… Kendinden kendine yankılanmak gibi. 

Ani bir dürtüyle kalkıyorum. O sırada içeri giren Pervin Hanım’ın konuşmasına fırsat vermeden bir solukta: “Boğaz benim çocukluğum. Eski günlere ne zamandır adım atmamıştım. Müsaade ederseniz biraz dolaşmak istiyorum. Kimseye bir şey söylemeyin. Merak etmeyin uzaklaşmayacağım. Birazdan burada olurum.” deyiveriyorum. Zannediyorum bir şey söyleyecekti. Ama hislerim ağır basıyor. Aceleyle dışarı çıkıyorum. Bahçe kapısını sarmaşıklar sarmış. Eski yapılara has, o güzel, özentisiz, zarif merdivenlerden yeni bir dünyaya açılır gibiyim. Önce bir buğu, bir ürperti; sonra birkaç hışırtı ve damlalar… Yağmur yağıyor…

Etrafta yorum bekleyen öyle çok şey var ki… Hayâllerim önde, ben arkada; adeta kendimi kendimle paylaşır gibiyim. “Her yer, her şey şu anda sadece benim.” hissi sarıyor içimi. Bir ses işitsem, belki paylaşılacak diyeceğim. Fakat önümde, arkamda sadece sessizlik. Her şey benim. Belki bir bencillik bu. Fakat o kadar az vaktimiz var ki kendimize ayrılan… Onun için çok kısa da olsa sımsıkı, alabildiğince yaşamalıyım bu hali. Farkına vardığımız her an bir nimet. Hatta yaşanan -bir acı da olsa- içindeki hikmet bir nimettir. Yoksa anı yaşamak, asla yaşananı görmezlikten gelip kendini boş şeylerle avutmak değil. Çünkü hakkıyla yaşanan her an, her olay, şu yağmur gibi bir rahmettir. 

Orijinalliği muhafaza edilerek elden geçirilmiş eski evler… Ara sokaklar kendine has rengini kaybetmemiş. Sanki her yerde 60’lı yılların ruhu dolaşıyor. Hareket, gürültü olsa zamanı fark edeceğim. Ama her yerde var olan sadece sükûnet, sessizlik… Etraf ıslak. Farklı boyutta farklı bir mevsimin nefesi dolanıyor çevremde ve her şey, bu güzelim şehrin gittikçe kaybolan şiirsel hayatına dalıyor. 

.Hocam… 

.Nur. Ne oldu? Bir şey mi var?

.Yok… Sadece sizi merak ettim de… Pervin Hanım bana bir şey demedi. Fakat ben tahmin ettim. Kızıcağınızı da biliyorum. Ama ne yapayım! Ben buyum işte… 

İstanbul’un kalbi etkileyen edebî çehresi yanında bir şey daha var ki o da karşımda duran Nur ve ondaki insanlığın ebedî çehresi. Sevgi, şefkat, içtenlik… Yanında getirdiği şemsiyeyi açarak koluma giriyor. Eve girince biraz üşüdüğümü fark ediyorum. Ben çıktıktan sonra Harun Bey gelmiş. Yeni bir projeye el atılacakmış. Pervin Hanım’ın söylediği, Harun Bey’le şirkette görüştükleri proje olmalı. Yalın Bey’le heyecanlı bir konuşma içinde buluyoruz onları. Sonra yemek sırasında Pervin Hanım projeyi açıklıyor:

.Mümtaz abi. Sizlere ne zamandır kafamda kurduğum bir şeyi açıklamak istiyorum. Yalın’ı takip edeceğimi söylemiştim. Ayrı ayrı projeler geliştirmek yerine bir elden hareket etmenin daha hayırlı olacağını düşündüm. Yalın da onayladı. Onun bakıma aldığı çevrede ben de geniş kapsamlı bir şey yapmak istiyorum. Çocuklar araştırdılar. Dispanser veya okul olabilirmiş. Gereken yerlere müracaat edilerek karar verilecek. 

Cihangir Bey, hanımı, Menekşe kızları dolaştırmak için çıkıyorlar. Salonda Nur ve Maide Hanım’la sohbet ediyoruz. Diğerleri bir masa etrafında oturmuş; sanırım proje hakkında konuşuyorlar. O ara zil çalıyor.

.Melek! Kapıyı açar mısın? 

Biraz sonra elinde çanta, bir delikanlı içeri giriyor.

.Hoş geldin Atılgan. Dosyalar hazır mı?

.Evet Pervin Hanım. Söylediğiniz gibi her şey hazır. Birazdan Zafer Bey de burada olacak. Naci Bey’in gereken yerlerle görüşmesi varmış bugün. Sizle daha önceden konuşmuş.

Yalın Bey’in izahıyla bu geleni tanıyoruz. Harun Bey’in işletmeci olarak işe aldığı -Salih’in ifadesiyle- ateş gibi olan genç. Hem çalışmış hem okumuş, esnaf arasında yetişmiş biri olduğu söylenilmişti. Hareketlerinden, bakışlarından, konuşma tarzından ateş gibi olduğu belli. Ama çok dikkatli ve saygılı. Görüntüde çok doğal, içten gibi; ama dikkat edilince hayli mesafeli. Kendisini yetiştirmeye özen gösteren insanlarda olduğu gibi bu çocukta da böyle bir hal var. Hayatta sıkıntı çekmiş, belki de yalnız bırakılmış; ama hayatta bir şeyleri gerçekleştirmeye azmetmiş. Konuşmaya girmeden hemen işe koyuluyor. Az sonra Zafer Bey de geliyor. Masanın üzerinde bir sürü dosya, yüzlerde heyecan. Uzaktan izlemek hoşuma gidiyor. Nerede, ne zaman hayırlı bir iş görüşülse ve kararlar hep iyilik adına verilse o mekânı güzellik sarar. Ruh da bu güzelliğin lezzetini çok iyi biliyor. 

Çocuk sesleri… Menekşeler gelmiş. İçeri girenler, dışarı çıkanlar… Bir saat önceki sessizlikten eser yok. Nur, Melek, Gülümser Hanım çay servisi için koşturuyor. Bir ara gözlerim bir şeye şahit oluyor. Harun Bey’e heyecanla bir şeyler izah ederken -nasıl fırsat buluyorsa- Atılgan’ın bakışlarını Melek’in üzerinde yakalıyorum. Melek bunun farkında mı acaba?          

.Hocam!… Gelir misiniz? Bakın size ne göstereceğim.

Nur’u takip ediyorum. Üst kata çıkıyoruz. Her taraf pırıl pırıl. Bu kat çok farklı. Zaman tünelinden adeta bir asır öncesine geçiyor gibiyim. Duvardaki apliklerden ahşap işlemelere, perdelere, halılara varıncaya kadar her şeyiyle eski İstanbul. Hele odaların açıldığı ortadaki büyük salonun tavanı görülmeye değer. Tavanda yağlıboya resimler var. Tam ortadaki dairede gökyüzü ve çevresinde papatyalar. Pervin Hanım’ın “Dedem papatyayı çok severmiş. Anneannem de bahçenin bir bölümünü papatyaya ayırmış.” dediğini hatırlıyorum. 

.Pervin Hanım rica etti. Aslında bu katı size o gösterecekti; ama aşağıda işler bayağı yoğun. 

Nur’un elinde bir anahtarlık var. Gümüş balıklı. Onunla bir odanın kapısını açıyor. 

.Hocam, bildin mi bu anahtarı? 

.Bilmez miyim? Pervin Hanım’ın büyükannesinin hatırası. Üç gümüş anahtardan biri. Odayı açtığına göre de ikinci anahtar. 

.Yani mektupta yazılana göre özel hayatın, çizilen yolun anahtarı. Hocam, farkında mısınız? Bu kadıncağız bizi gerçekten kendine yakın bilmiş. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Allah… Allah… Biz onu böyle hissettirecek ne yaptık ki?…

.Vallahi ben de şaşırdım Nur. Söyleyecek söz bulamıyorum. 

Kapı açılıp içeri adım attığımda Mümtaz Beylerdeki sedirli odaya girişimdeki hali yaşıyorum. Oradaki gibi her köşede manevî bir atmosfer hakim. Sedir, minderler, örtüler… Sadece nakışlar beyaz delikli iş. Rahmetli annem bu delikli işin ustasıydı. Güzellikten ziyade zarafeti ve derinliği hissettiriyor. Aşağıdaki gül ağacı konsol buraya taşınmış. Ve konsolun üstünde yan yana iki tablo: “Balık Tutan Çocuklar” ve “Gelincik Tarlası”.

Birden ellerim titremeye başlıyor. Kendimi tutamayacak gibiyim. 

.Gerçekten Nur. Bu kadıncağızı böyle hissettirecek ne yaptık ki biz?

.Ne mi yaptınız? Anneannem bana gönlü tarif etmişti. Sizler de onunla tanıştırdınız.

Nur, içeri giren Pervin Hanım’a aniden koşup sarılıyor. Sedirde oturmak ve gönülden konuşmak. Aynı dışardaki sessizlik ve yağmur gibi… Ruhumuz dinleniyor.

.Ruhun bir yolcu olduğunu sizinle öğrendim. Bu oda benim özelim. Ahmet sanki burada oturup dinlenecekmiş gibi düzenlemeye çalıştım. İleriye dönük yapmak istediklerimin hayalini burada kuracağım. Anneannemle, Ahmet’le bu odada konuşacağım. 

Odayı saran hatıralar… Biri açılsa bir sürü el sürükleyecek bizi. Şimdiyse istediğimiz bu değil. Öylece karşılıklı oturup konuşmadan kendisine hasret duyulan ne varsa onu dinliyoruz.

.Pervin Hanım! Ben Gülümser. Harun Beylerin acil bir işi çıkmış. Sizi bekliyorlar. 

Odanın kapısını tıklatan Gülümser Hanım’ın bu haberiyle aşağı kata iniyoruz. Harun Bey ve Atılgan gittikten sonra masadaki dosyalar kalkıyor, projeler hakkında konuşmalar bitiyor.

.Melek? Ne oldu kızım? Yanakların al al olmuş. Ateşin mi var?

Nur’un sorusuna Melek cevap vermiyor, bence veremiyor. Demek Melek üzerine çevrilen bakışların farkında. Hadi bakalım, hayırlısı… 

Hayırlı işlerin kalpteki ferahlığı mı? Yoksa Boğaz’ın kendine has esintisi mi? Evin içindeki atmosfer hepimize iyi gelmiş. Çünkü anlamak için Salih’e bakmak yeterli. Mümtaz Bey’le Maide Hanım’ın karşısına oturmuş; aynı çocuk gibi heyecanla bir şeyler anlatıyor. O ara Maide Hanım’la göz göze geliyoruz.

.Elif kardeşim, gelin yanımıza. Gelin de şu oğlanın anlattıklarını siz de dinleyin.

.Abla. Hatırlar mısın? Birgün sizi eve bırakmıştım, sonra da ayak üstü konuşmuştuk. “Kızlarımın doğum gününde yapılanları aklım almıyor. Ağrı’dan gelen cahil, gariban bir aile için neler yaptılar?” dediğimde bana söylediklerini unutmuyorum:

.Salih! Yine başlama! Ben sana ne dedim?

.Evet, Mümtaz Bey dediniz. Ablam da dedi. “İnsan kıymetini insan bilir.” dedi. “Siz onların gönlünü kazandınız, onlar da sizin. Kısacası bir alışverişte bulundunuz ve bu gönül alışverişi çok bereketli oldu.” dedi. 

Ne doğruymuş ablam. Bak işte! Bereket, bereket üstüne. Hem de nasıl bereket? Diplomamı aldım. Menekşe de yakında alacak. Yalın Bey’in gerçekleştirdikleri, gayreti. Şimdi de Pervin Hanım. Aklım almıyor. Almayınca da böyle heyecanlanıyorum. Bir de haberim var. Şimdi onu anlatıyordum. Enis abim bizim sokağa taşınıyor.

.Evet Elif kardeşim. Şaşırdınız. Bu bize de sürpriz oldu. Rahmetli Hamza Bey’in oğlu geçen hafta bize uğradı. Daireyi satacaklarmış. Nursel Hanım, ilan vermeden önce bize haber verilmesini istemiş. Bu haberi duyan Salih de hemen haberi Enis Bey’e duyurmuş.

.Evet abla. Hemen duyurdum. Zaten hep aklımda olan bir şeydi. Bir imkân olsa da abim yakın bir yerlerde otursa diye hayal ediyordum. O zaman yine sık sık bize uğrayacaktı, onunla karşılıklı çay içecektim. Eskiden olduğu gibi saatlerce sohbet edecektim. Şimdi diyeceksiniz ki abinin alacak durumu var mı? Bunu açıklayamam. Gerektiğinde size abim açıklar. 

.Neyse Salih… Sen daralma oğlum. Biz senin sadakatını biliyoruz. Esasında abin namına çok sevinmeliyiz. Bu yakınlık inşallah kendisine yepyeni bir hayat sunacaktır.

.İnşallah Hocam. İnşallah dediğiniz gerçekleşir. Geçenlerde bir bey geldi. Vakit henüz erkendi. Kendisinin avukat olduğunu, Enis Bey’le görüşmek istediğini söyledi. Tam o sıra Enis Bey aşağıya iniyormuş. Sesi duyar duymaz nedense çok öfkelendi. Adamın bir şey söylemesine fırsat vermeden dışarı çıktılar. Özeldir diye üzerinde durmadım. O hadiseden sonra Enis Bey Kerimlere gitti. Maide anneme söylesem diyordum. Kafam son günlerde hayli karışık olduğu için unutmuşum. Sonra aklıma geldi; ama bu sefer de sanki bir şey engelledi beni. 

.O meseleyi biliyoruz derviş kızım. Sen dert etme. Enis Bey bize her şeyi açıkladı; hatta daireyi alma konusunda danışma nezaketini gösterdi. Gizli bir şey yok. Mesele şu. Gelen avukat Enis Bey’i çok yakından tanıyan biri. Amcasının işlerine bakan aile avukatının oğluymuş. Enis oğlum -sağolsun- bize olanları anlattı:

“Amcam olacak o adam hayatta görmek istediğim son kişi Mümtaz Bey. Tabi çok öfkelendim. İstemeden de olsa Orhan’ın kalbini kırdım. Sonra Orhan -bizim aile avukatımız Cavit amcanın oğlu- amcamın ölüm döşeğinde olduğunu ve babamla ilgili önemli şeyler söyleyeceğini belirtince ister istemez İzmir’e gittim. O adam benden helallik istedi. Şu anda söyleyemeyeceğim; annemi ve babamı aklayan bazı sırları açıkladı. Kısacası annem ve babam ve dolayısıyla ben onun hırsının kurbanı olmuşuz. Sabaha karşı öldüğü haberi geldi. Evlilik yok. Çoluk çocuk yok. Sülalenin tek varisi benim. Ertesi gün gösterilen birkaç yere imzamı attım. Cavit amcaya güvenirim. Hiçbir şey düşünmeden geçmişten sıyrılıp hemen dönmek istedim. Bana ne kalmış? Neler var? Umurumda değil. Sonra Salih’i aradım. İzmir’den döneceğimi, Kerimlere giderek aynı Ayşe anneme gelecekmişim gibi ne gerekiyorsa hazırlamasını söyledim. Çok ihtiyacım vardı. Tabii Salih aynı ortamı hazırlamaya çalışmış. Çay hazır. Sevdiğim bir kaç yemek. Yer sofrası, minderler… O gün bayağı içimi döktüm. Ben konuştum, Salih dinledi. Sadece bir iki soru sorduğumda cevap verdi. Biran öyle bir hale bürünüp ondan beklenmedik öyle şeyler söyledi ki… Bayağı sarsıldım.”  

Ve Enis abin sana bu dediklerinden sonra çok düşünmüş. Ne dediklerini bize açıklamadı. Ama bayağı sarsmışsın. İyi de olmuş. İşte bu sarsılmadan sonra avukatıyla konuşup daire işini ona havale etmiş. Orhan Bey zaten İstanbul’da oturuyormuş. Şimdi de burada Enis Bey’in işlerini o çekip çevirecekmiş. 

.Abim ne dairenin nasıl olduğunu sordu ne ne kadar olduğunu. O sadece bizimle birlikte olmak istiyor. Dediğiniz gibi abla; o şifasının nerede olduğunu anladı. 

.Peki, Ariflerin durumu nasıl?

.Şeref Bey’i eve çıkarmışlar Hocam. Kardeşi Arife Hanım bakımını üstlenmiş. Sanırım bundan böyle de orada kalacak. Nazlı söyledi. Arife Hanım’la iki gün önce karşılaştık. Başka bir sıkıntısı varmış gibi geldi. Pek dertleşmeyi sevmiyor sanırım. Sanki Şeref Bey’in dışında bir şey bu. Çünkü Nazlı’ya Şeref Bey’le ilgili “İki dertli birbirini iyi anlar.” demiş.  

.Kim bilsin Nur? Herkes bir şeyleri yaşamıyor mu? “İki dertli birbirini iyi anlar.” derken doğru söylemiş. Çünkü acılar sezgiyi güçlendirir. Neden? Çünkü sezen, halden anlar. Anlayan farklı bakar, farklı hisseder ve bağışlayıcı olur.  

O an aklıma Kemal Ural’ın “İnsan kendisini anlamayan biri tarafından sorgulanmak istemez. Bahtsız insan, ancak bir bahtsıza yakınlık duyabilir.” sözleri geliyor. Nur’la konuşup yakında ziyaretlerine gitsek ve “Bir’in Sırrı”nı hediye etsem nasıl olur acaba? Kitaptaki çoğu cümle iç dünyası ağır darbe almış, yaşama küsmüş bu adama pekâlâ ilaç olabilir. Arif’in anlatmasına göre babası oldukça sakin, pek konuşmayan; ama çok okuyan biriymiş. Şu anda da dinlenmesi şart. Yani bir köşeye çekilip rahatlıkla kitaplara dalabilir. 

Vakit hayli ilerlemiş. Pervin Hanım ve diğerleri bahçe kapısının önünde bizi uğurluyorlar. Ruhen anlaşılan insanlarla zamanın nasıl geçtiği gerçekten anlaşılmıyor. Yine köprüden geçiyoruz. Yine Karadeniz’den Marmara Denizi’ne doğru bir yüzey akıntısı var. Yine Marmara Denizi’nden Karadeniz’e doğru bir dip akıntısı durmadan akıyor. Varlığın bu sürekli akışından hayatımıza kalan ne diye düşünüyorum. Elimde olmadan aklımdan geçeni Mümtaz Bey’e tekrarlıyorum.

.Mümtaz Bey ne tevafuk değil mi! Geçen gün konuşuyorduk bu konuyu sizinle. Mesnevi’den okumuştunuz. 

.Evet Maide. Bakın Elif kardeşim. Güneş yavaş yavaş her yeri kızıla boyamaya başladı değil mi? Zaman da bu kızıllığın içinde Boğaz’ın suları gibi durmadan akıyor. Ama kaç kişi buna şahitlik edebiliyor? Kaç kişi geceden gündüze, gündüzden geceye olan akışların ve dönüşümlerdeki mucizenin farkında? Hayattan alacaklarımız onu nasıl idrak ettiğimize, nasıl karşıladığımıza bağlı. Maide’min dediği gibi Mesnevi’den okumuştuk. Aklımda kalanı şu:

İçinde Tanrı nuru olan Lâmekân âleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hâl,

Geçmiş, gelecek, sana göredir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.

Mevlâna / Mesnevi/ Cilt 3 / 1150

Zaman, A. Hamdi Tanpınar’a göre de bir akıştır. 

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmış akışında.

Şimdi yaşadığımız an, parçalanmış bir akıştır. İşte bu parçalanmış akışın bize kazandıracağı şey, parçalanmamış yekpâre anı aklımızdan çıkarmamak. Biz şu an köprüden geçerken o geniş andan koparılmış bir anı yaşıyoruz. Aynı kozada yaşar gibiyiz. Ne zaman ki yaradılışın ritmine uyarız, işte o an kelebek oluruz ve hayatımız bize ne bahçeler, ne gökler sunar. Ama bu ritmi yakalayamazsak sıkışmış zamanda büzüşmüş bir yaşam bizi kurutur, manen tüketir. 

Ne geçmiş ne de gelecek; yaşanılan ne varsa ondaki harikuladelikleri görmeli ve kalben hissetmeliyiz. Sonra da gönderene teşekkürümüzü sunmalıyız. İşte o zaman hayatımıza kalan, bunlardan aldığımız lezzet olacak. Bunu idrak edemeyen, yekpâre andaki kudreti, sanatı, hazineleri nasıl anlayabilir ki? Zamanın hazinelerini bizler maalesef saatlerimizin kadranına* hapsettik. Gözümüz ya kolumuzdaki saatte ya da duvardakinde. Onun için de günümüz insanı ne Mevlâna’nın ne de Tanpınar’ın zaman anlayışını kavrayabiliyor.

.Baba! Şimdi Enis Bey aradı. Yolda olduğumuzu söyledim. Bir ricası varmış bizden. Doğrudan eve gitmemizi istiyor. 

Hiçbirimiz “Neden?” diye merak etmiyor. Çünkü o kadar değişik olaylara şahit olduk ki…  Bu sebeple telaşa düşmeden zamanın parçalanmış akışında yekpâre anın sırrına sarılarak gidiyoruz. Kapının önünde bekliyor. Heyecanlı. Ondan hiç beklenmeyen bir hal var üzerinde. Sanki acemi bir çocuk. 

.Allah, Allah! Abime ne olmuş böyle Menekşe? 

Menekşe sadece gülümsüyor. 

.Demek senin bir şeylerden haberin var. 

Salona girdiğimizde bir doğum günü manzarasıyla karşılaşıyoruz. Ortaya konulan büyük bir sehpanın üzerinde kocaman bir pasta. Üzeri şekerden yapılmış sarı nergislerle dolu. Önceden sipariş edildiği belli. Gevher Hanım da gelmiş.

.Senin haberin var mıydı Nur?

Ne Nur’un ne de Melek’in haberi var. Sonradan anlaşılıyor ki sadece Menekşe’den yardım alınmış. 

.Lütfen heyecanımı mazur görün. Biliyorum size emrivaki oldu. Affedin. Ancak bugün benim yeni hayatımın ilk günü. Sizlerin de benim doğumumun ilk kutlayanları olmanızı istedim. Geçen günkü Salih’in tokat gibi sözlerini ve Maide Hanım’ın davetini unutamam. Onlar benim kendime gelmeme sebeptir. Hepiniz doğum günüme hoş geldiniz. 

.Enis Bey! Maide annemin davetini biliyoruz da Salih’in şu tokat gibi sözleri nedir Allahaşkına?

.Nur!… Kızım… Neden mahreme giriyorsun?

.Yook… Öyle aramızda mahrem diye bir şey yok. Size anlatmıştım, geçen hafta İzmir’deydim. Bu gidiş hayli sarstı beni. Salih de benim halime dayanamadı. Silkelemek istedi.

“Abi her şeyde haklısın. Fakat kaderi düşünmüyor musun? Sadece senden alınanları görüyorsun ve öfken onlara. Ama bir de sana verilenleri düşünsen ya!” dedi. 

Haklıydı. Verilenleri görmede gerçekten kördüm. 

“Bizim orada “İki yana bakan şaşı olur.” derler. Kızma abim. Fakat senin yaptığın bu. Onun için de yaşadığın anı, elindeki nimetleri bu yüzden göremiyorsun. Evet. Son günlerde görmeye başladın; ama bir yere saplandığında yine unutuyorsun.” dedi. O arada sen bir duadan bahsettin. Ne demiştin Salih?

.Allah’ım geçmişe kederlenmekten ve geleceğe kaygılanmaktan sana sığınırım. Peygamberimizin duasıdır. Anam çok okurdu. Şimdi ben sık sık okurum.” dedim.

.Doğru. Sonra gözümün içine baktın: 

“Sana bakınca duanın anlamını daha iyi anlıyorum. Sen de şaşı gibisin. İki yanın da aynı geçmiş ve gelecek gibi. Bu sebeple keder ve kaygı arasında kendini tüketiyorsun.” 

Ve sesini birden yükselterek adeta kükredin:

“Tükenmiş halinle çok şeyin farkında değilsin. Önünde, elinde olana bir bakabilsen. Bu sefer ben soruyorum, sen cevap vereceksin: Neyin var şu anda elinde? Ayrıca şu sözü de söyler bizim oralılar. Bütün duvarları yıkma. Birini bırak ki, günü geldiğinde sırtını dayayasın. Bunu da iyi düşün derim.”

Eve geldiğimizde vakit hayli ilerlemişti. Odaya nasıl girdiğimi, nasıl yattığımı bilmiyorum. Yalnız rüyamda hep annemle beraberdim. Onunla bahçede nergisler toplayıp evin her tarafını süsledik. Tabii sabah erken uyanamadım. Bir de baktım saat 10’a geliyor. Kalktığımda rüyamın sebebini anladım. Yastıklarım nergis kokuyordu. Başucumdaki vazoda nergisler vardı. Banyoya girdim. Havlular da nergis kokuyor. Etrafı dinledim. Ses yok. Bu da ne? Aşağıdan mis gibi annemin yaptığı çöreğin kokusu geliyor. Bunlar tesadüf olamazdı. Bir müddet oturup düşündüm. Ya planlı bir hazırlık vardı ya Salih’in dediği gibi kaderin dili bana bir şey anlatıyordu. Hele Salih’in dün akşamki sözleri? Ne kadar haklıydı. Elimdeki nimetleri göremiyordum. Halbuki kardeşim dediğim bu sadık insan da sizler de birer nimettiniz. 

Bunları düşünürken içimde uyanan sezgilerle nergis kokulu bu hazırlığın “bir kucak açma” olabileceğini hissettim. Hemen giyindim. Hiç yapmadığım bir şey yaptım: Kendime özen gösterdim. Merdivenlerden inerken yine fark ettim. Hiç ses yok. Ama her yer mis gibi kokuyor. Heyecanla yemek odasının kapısını açtım. İşte o an… Ne geçmiş ne de gelecek… Her şey silindi birden. Yeni aileme yürekten gülmeye başladım. Hele o davet… Ve gerçek hayatımın miladı olacak o cümle: 

Oğlum, ailen seni bekliyor.
.

***


(*) Kadran: Latin, Roma ya da indeks rakamlarla saatin okunmasına yardımcı olan yüzey.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply