Sokak II / Haneler – Bölüm 3

6

Şeref Bey

Yalnızlık zannedilir ki, eli elsiz, dili dilsiz bırakmaktır. Hiç de öyle değildir. Göz bakar, kulak işitir, ten hisseder. Bakmak; ama nereye? İşitmek de neyi? Hissetmek de nasıl? Yalnızlık ruhu, ruhsuz bırakmaktır.

Geçen gün oğlunun söylediği bu sözleri bir kez daha düşündü. Ancak bazı cümleleri çözemiyordu. Saatleri dil üzerine, günleri ten üzerine geçen bir yaşam, kendinden ne çok şeyleri alıp götürmüştü. Tek kazancı kitap okuma alışkanlığıydı. Ancak ondan da emin değildi. Oğlunun dediklerinden çok az şey anlamışsa, bunca okuduklarına rağmen içi hâlâ üşüyorsa bir yerlerde eksik var demekti. Dönemin revaç gördüğü, popülerliği olan kitapların ömrü kısaydı ve bugüne kadar ruhuna ferahlık veremediğini artık anlamıştı.

Kardeşinden önce kalkıp ona kahvaltı hazırlamak istedi. Son günlerdeki düşünceli, dalgın halinden endişeleniyordu. “Çok yoruldu, çok üzüldü kardeşim.” diye düşündü. Sadece o mu? Nazlı, oğlu, gelini, hatta komşuları… Hastanede bekleyenler. Nasıl güzel insanlardı bunlar? Geçen gün ziyarete gelen Nur Hanım ve Hocanım ne kadar farklıydılar. 

“Hiç şaşırma!” dedi. “Çocukluk günlerini, Konya’daki komşuları, eve gelip, gidenleri düşün. Hele ablam diye sevdiklerin? Onları ne çabuk unuttun!” diye payladı kendini. İnsanlığın nüvesini kendi toprağında koruyanlar hâlâ vardı bu ülkede. Toprağı verimli kılan, mahir bahçıvandır. Şu anda onlar azaldıysa hep böyle kalacak değildi ya! Arif… Vefalı, oğlu. Daha kaç yaşında? Olgun hali, düşünceleri, hikmetli sözleri geleceğe dair ümit veriyordu. Hikmetli sözler deyince hediye gelen kitap aklına geldi. Neydi kitabın adı? Bugün ilk işi okumaya başlamak olacaktı.

Aaah… diye iç geçirdi. Yaşamın gerçek yüzü, demek ki, acıyla ortaya çıkıyormuş. İnsanlık buysa senelerdir çevresinde sergilenen neydi peki? Dili varmadı söylemeye. Çünkü buraya geldiğinden beri kendine söz vermişti. Geride bıraktıkları hakkında kötü laf etmeyecekti. İlk defa zavallılığın bu trajik yüzüne acıyarak baktı. 

Mutfağa girdi. Sessizce çayı demledi, masayı kurdu. Gücü olsa dışarıya çıkar, fırından sıcak bir şeyler alırdı. Olsun, yine de iyi hissediyordu kendini. Güne gönülden bir “Ohhh!” diyerek başlamak ne güzelmiş!… Kuşları dinledi. Sükûnetin kendine has dilini özlemişti. Ne akla hizmet etmiş de Günsel’in bitmeyen arzularına boyun eğerek buraları, sevdiklerini terk etmişti? Hem aptal hem zayıftı. 

“Bu şehir artık bize göre değil.” İlk başta karısına hak verdi. Peki yerleştikleri yer onlara göre miydi? Karısına göre evet. Ancak kendisi hiçbir zaman orada aradığını bulamadı. Ve işin en acı yanı, bu pişmanlığını dile bile getiremedi. Sadece rol üstüne rol… Rol yaptıkça kendine ne kadar yabancılaştığını fark edememek de ayrı bir acıydı. Zaten fark ettirecek kimse de yoktu etrafında.

Önünden geçerken aniden holdeki boy aynasının önünde durdu. Bir müddet kendini seyretti. “Yazık! Bu kadar mı acizsin?” Geride bıraktığı oğlunu kardeşini, baba yadigarı bu yeri terk edişini düşününce aynadaki yüzü bir anda çirkinleşti. O anda tükürmek istedi yüzüne. Nasılsa kimse yoktu görecek. Sonra vazgeçti.

“Kendine gel Şeref!” dedi. Şu an yepyeni bir yaşama açıldın. Sinirlenme, öfkelenme! Unut seni unutanları. Kendin için değilse de seni gerçekten sevenler, bu güzel insanlar için yap bunları!

.Abi! Ne yapıyorsun sen? Ben sana yorulmayacaksın demedim mi? Çayı koyup, sofrayı da hazırlamışsın. Ah… abim… Otur şuraya. Ne olur kendine bak. Nazlı’ya dünden bir şeyler sipariş etmiştim. Çok erken çıktı. Birazdan gelir.

.O zaman bana kitaplıktan geçen gün hediye edilen kitabı getirir misin? 

Nazlı gelene kadar biraz göz gezdirebilirdi. O anda çok eski günlere gidiverdi birden. Sofra hazırlanırken yemek odasında bir köşeye oturup hikâyeler okurdu. Mutfaktan gelen kokular, kahramanların sözlerine karışır, hayallere dalardı. Sıcaktı o günler, sıcacık. Mis gibi kızarmış ekmek kokardı. Üzerine sürülen yayık tereyağı ve yanında kuymak, çökelek tulum peyniri… Sofraya öteberi taşıyan kardeşine içten gelen çocuksu bir halle seslendi:

.Arife! Eski günlerin güzelliğini tekrar yaşayabilir miyiz dersin?

.Tabii abi. Neden olmasın. Ne manimiz var ki? 

.Doğru dedin. Mani olan insanın kendisi. Ah… aptal!

.Bak senle anlaşalım abi. Mani olan insanın kendisi demedin mi şimdi? Geçmiş bitti… gitti… Tamam mı? Biz sadece güzel yaşanılanları, iyiyi, hayrı hatırlayacağız. 

Zaman; bir duygunun, bir düşüncenin ucunda anlamı aramak değil mi? O da hatasından dönmenin ucunda yitirdiğini sandığı huzurun anlamını arıyordu. O anda kitaptan gelişigüzel bir yere parmağını bastı. Babası böyle yapardı. Ve seçilen yeri okur, annesiyle üzerinde konuşurlardı. Bunu oyun sanırdı önceleri. Sonra bunu neden yaptıklarını izah etmişti annesi. 

.Arife! Babamlar kitaptan gelişigüzel bir yer seçip okurlar ve üzerinde konuşurlardı. Neydi onun adı?

.Tefeül. Sen de elindeki kitaptan bir yer seç. Arif gelir birazdan. Bugün sabahtan dışarı çıkmayacak. Geldiğinde sofrada konuşuruz. Eski günlerin güzelliklerinden birini böylelikle yaşamış oluruz. 

.Arife! Yanılıyor muyum? Bir an burnuma etli ekmek kokusu geldi.

.Hayır, yanılmıyorsun. Nazlı verdiğim siparişi getirdi. Kahvaltıda ziyafet var. Ama bugünlük. Biliyorsun perhiz gerekiyor. 

Dışarda kuş sesleri, içerde sıcak bir yuvanın ayak sesleri ve etli ekmek kokusu. Gerilim yok. Hırs yok. Hele riya hiç yok. Yaşamın yüksek gerilimden çıkabilmek, bilhassa hastalık gibi bizi saran önyargılardan kurtulabilmek. Görüntülere takılmadan sadeliğe, duruluğa el uzatabilmek. Bütün bunlar, yüreklerini başkalarına açabilenlerin işiydi. “O zaman sen de yüreğini aç. Suskunluğu bırak.” dedi kendine. Çünkü burada kendisini hem anlayabilecek hem dinleyecek olanlar vardı.

.Ne oldu baba? Biraz düşüncelisin. Sıkıntı yoktur inşallah. 

.Yook. Yok oğlum! Biran geçmişe döndüm de… Hoş geldin.

Demli çayın, etli ekmeğin kokusu dildeki muhabbeti sarmaladı. Sözler nedenine, niçinine bakmadan bir çocuğun saflığında dökülmeye başladı. Ne gösteriş ne rekabet ne de kelime oyunları… Sadece mekânın renginden, eşyanın şeklinden, havanın kokusundan öte sadece içi ferahlatan bir lezzet. Bu sofrada da çayın buğusundan sabah güneşinin parlaklığına varana kadar her varlığın ruhuyla bütünleşen bir şey vardı. Neden farklıydı bu kadar? 

“Eyvah! Kaybettim!” dediğiniz bir şey aniden avucunuza konulursa ne yaparsınız? Sevinçten çıldırır, onu öpüp öpüp koklarsınız. Tekrar kaybedersem korkusuyla bağrınıza basarsınız. 

O an kaybettim dediği; ama şimdi yanında olan sevdiklerini öpüp öpüp koklamak geldi içinden. Ancak çekingen yapısı buna engeldi. Sadece bağrına basar gibi onlara uzun uzun baktı.

İki kardeşin sözbirliği ettiği gibi olumsuz geçmişe değinilmedi. Sadece Konya günleri yad edildi. Karşı komşuların iyiliğinden, Arif’in evliliğinden konuşuldu. Âyende’den övgüyle bahsedildi.

.Baba. Müsaade ederseniz karşımızdaki daireyi size hazırlamak istiyoruz. Âyende’nin ricası bu. Daireleri birleştirmekten vazgeçtik. 

.Olmaz öyle şey. Ben abimi bırakmam. Bak abi! Sana sormuyorum bile. Buna izin veremem. Bilmiş ol!

.Bu teklifi kabul edemem oğlum. O daire sizin. Üstelik Âyende’nin katkısı büyükmüş. Mümkün değil. Arife haklı. Ben de onu bırakmam. Halledilmesi gereken işlerim çok. Geçmişten söz etmeyeceğiz tamam da sıkıntılara bir çözüm getirmek gerekiyor. Biraz dinleneyim. Hayatıma çeki düzen verebilmem için kendime gelmem lazım. Bunun için de Arife’nin desteğine ihtiyacım var. Üstelik aynı yerdeyiz. Her gün beraber olacağız. Ayrıca bu hassasiyetinize; bilhassa Âyende kızıma nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Hele eskiyi düşündükçe….

.Abi yapma bunu! Ne konuştuk seninle? Bitti, gitti… Sen şimdi kitaptan bir yere parmağını bas bakalım. Nazlı sen de mutfaktan hazırladığımızı getir. 

Kardeşinin koruyucu sesi ilaç gibi geldi. O an yepyeni bir kararın altına mühür basıyormuş gibi bir sayfa açıp parmağını basıverdi:

Hakikat arayıcılığı’na çıkabilmesi için, bu çokluk ve gürültü ortamından kurtulup, dünyadaki yalnızlığına bir an dönmeli insan!

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.341

.Tevafuk diye ben buna derim. İşte tam konumuz. Bir daha okur musun baba?

Bir kere daha okudu. Durdu, düşündü, göz gezdirdi.

.İyi de oğlum. Dünyadaki yalnızlığına niçin dönmeli insan? Anlayamadım. Bu dünya yalnızlığını ne zamandır çeken benim. Neden bu ıstıraba dönmek zorundayım?

.Doğru. Ancak buradaki yalnızlık, sandığın yalnızlık değil. Okuduğun yerin çözümünü bulabilmen için şimdi bir üsten ve bir alttan oku. Ben merakımdan genelde ilk önce alt paragrafa bakarım.

.Kitabın üslûbu daha önce okuduklarıma hiç benzemiyor. Bölüm bölüm. Sanki reçete sunar gibi. Çözülmesi de doktor yazısı gibi zor.

.Ama gayesi şifa vermek. Bak -ne güzel- doktor ayağına gelmiş abi. Eveet…  Ayağına gelen başka bir şey daha var. Sağ ol Nazlı. 

.Höşmerim tatlısı! Badem!… Arife nerden geldi aklına bunlar? Gördün mü Arif? Halan başkadır. Onun için benim yerim onun yanı. Eskiden de böyleydi. Hep ince düşünceli, hassas ve olgundu. Ben onun abisi değil de o, benim ablam gibiydi. Çok şeyimi ben hep Arife ile paylaştım.

.Şimdi de paylaşacağız. Merak etme sen. 

.Merak etmem de? Sesin neden tuhaf çıktı. Senin bana söyleyemediğin bir sıkıntı mı var Arife? Kaç zamandır sık sık durgunlaşıyorsun. Soracaktım… Kendi derdimden unuttum.

.Nerden çıkardın bunları? Bir şeyim yok. Geçmişe takılmayacağız. Ama hayat bu. Gelecek sürprizlere de engel olamayız, değil mi? Ondan böyle dedim.

.Evet baba. Halam iyi. Bir şey olsa ben bilirim. Sen şimdi tatlını yerken bir yandan da okuduğunu düşün bakalım. Hala! Tabii bu ziyafet her zaman olmayacak değil mi? Perhiz lazım. Eveet. Gelelim kitaba. Dediğim gibi anlayabilmek için bir üsten ve bir alttan oku.

.Bundan önceki kısım sanırım ayrı bir konu. Bastığım yerden başlıyorum. Yalnız cümle cümle ilerleyelim. Çünkü üslûp, dediğim gibi daha önce okuduklarıma benzemiyor.

‘Hakikat arayıcılığı’na çıkabilmesi için, bu çokluk ve gürültü ortamından kurtulup, dünyadaki yalnızlığına bir an dönmeli insan!’

.Sence baba, insanlık neden bu kadar huzursuz?  

.Rayında gitmeyen bir şeyler olduğu için herhalde.

.Peki programına göre çalışmayan alet ne yapar? 

.Bozulacağını gösteren, kendinden beklenmeyen sesler çıkartır. Gürültülü çalışır. Ha… O zaman… Manasız birliktelikler, devamlı üst perdeden konuşmalar, tahammülsüzlük, acımasız davranışlar, saygısızlık, insandan beklenmeyen haller. Demek ki çoğu insan yanlış programda çalışıyor ve sonucunda da bu kadar huzursuz. Bu gürültüde de kendini dinlemesi, kendini anlaması mümkün değil. Anlayamayınca da huzuru bulamıyor.

.Doğru. Gerçek huzur insanın kendini bulmasında. Yaradan kendimizi tanıma ve O’nun varlığın üzerindeki sanatını, kudretini görme ve üzerlerinde düşünme üzerine bizleri programlamış. Göz, kulak, burun, kalp, ruh, akıl, vicdan… Hepsini O’nu tanıyalım diye vermiş. Verdiği cihazlarla hakikati aramamızı istemiş. Onun için bozulmamış fıtratımız -kimse bir şey söylemese de- sadece içinden gelen bu ilahî istekle hakikati arar.

.Bak, bunu anlamış gibiyim. Yani dünya dönüyor; ama maddî dünyanın insanı sürekli değişen istekleriyle, tükenmez hırsı ve kıskançlığıyla yaşamın etrafında daha hızlı dönüyor. Gürültü, rekabet, şuursuz davranışlar, laf kalabalığı… Bu kadar gürültünün içinde de hakikat kendini duyuramıyor. Duyamadığımız için de aramıyoruz.  

İnsan aslında fıtrî bir yalnızlık duygusu içindedir. Açık bir biçimde hissetmiş olmasa da bu dünyaya ait bir varlık değilmiş gibi, mistik bir nostalji ruhunun gizli bir köşesinde yaşar. İnsanın kendi ifade aracı olan edebiyat, sanat ve müzik, aslında bu duyguyu açığa çıkaran değişik biçimlerdir.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.341

.Şimdi başka bir kapı açalım: Yaradan O’nu bilelim, tanıyalım diye nasıl gözü, kulağı, burnu, kalbi, ruhu verdiyse O’na muhabbet duymak için de yine doğuştan ruhumuza yalnızlık duygusunu koymuş. O yalnızlığın içinde kimseden etkilenmeden sadece O’na dönelim diye. Kendini yalnız ve çaresiz hissettiğinde insan, ne ister?

.Etrafından ilgi bekler, teselli edilmek ister.

.İşte bu hisler ömür boyu bizimledir. Bu beklentiler de bizim yaradılış özelliğimiz. O nedenle  başka insanlara ihtiyaç duyarız. Aradaki ilişkiler sağlam kurulmuşsa ve paylaşımlar iyilik, hayır adınaysa birbirimizi tamamlarız. Yok, tam tersiyse birbirimize durmadan zarar veririz. 

.Evet, doğru… Yazının devamında şu var:

Fakat güncel olaylar, bin bir olumsuz etken, yapay bir biçimde örter bu yalnızlığı. Dünyaya yalnız olarak gelir ve yalnız olarak ayrılırız. Fanî varlıklar, sahip olduğumuz şeyler, hiçbir zevk ve konfor bu yalnızlığa aslında bir şey katmaz. 

A. De Vigny, “Bu dünyada bana yabancı olmayan kimse yoktur diyerek, bu gerçeği bir başka biçimde ifade etmektedir. Aslında tutkuya isyan, aldanışa direniş, gerçeğe bir atılımdır bu ses.”

Ama bir insan evrende gizlenen gerçeği yakalamış, rolünü üstlenmişse; ‘Hiçbir şey bana yabancı değil, görmüş olduğum her şey benim yol arkadaşım!’ diyebilir elbette.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.341

.Evet. Ruh bazen isyan eder, direnir. Bazen manevî arayışlara girer, başka yerlerin özlemini çeker. Bir yerde duramaz, oradan oraya koşturur. Peki, onu hoşnut etmek, rahatlatmak için ne yaparız?

.Kitap okumakla, yazı yazmakla, şiirle, resimle, müzikle meşgul oluruz. Şimdi anladım… Bir önceki paragrafta denildiği gibi “Edebiyat, sanat, müzik; ruhumuzun gizli bir köşesinde yaşayan bu dünyaya ait değilmişiz hissini, mistik nostalji duygusunu açığa çıkarıyor.”

.Abi, inan; mükemmel gidiyorsun. Zaten çok okuyan biriydin. Şu anda sadece yorgunsun ve kafan karışık. Doğru muhatabın, isabetli soruların desteğiyle zor dediklerini çözebilmen senin için çok kolay olacak. 

.Halam doğru söylüyor. Hem bu tür kitaplar çocuklara verilen şeker şeklindeki ilaçlar gibi. Okurken tat alacaksın. Zaman geçtikçe de için ferahlayacak. 

O sırada telefonun çalmasıyla sustular. Fakat Arif’in telefonu heyecanla alıp odadan hızla çıkması Şeref Bey’in gözünden kaçmadı. “Neden bu kadar tedirginim? Hep bir şeyler olacakmış gibi hissetmem herhalde takatimin azalmasından olsa gerek.” diye düşündü. 

.Abi! Sen hoş sürprizleri her zaman sevdin. O heyecan halindeki yüzünün şekli hâlâ gözümün önünde. Bizden uzakta bilmediğim ne gibi sürprizler yaşadın?

.Bilirsin dayım sık sık sürprizler yapardı. Bir de babam. Bizi üzüntülü gördüğünde gizlice getirttiği höşmerim tatlısı ve badem! Sürprizin kaynağı, sevindirmek hissi. Bunun için de ilgi, sevgi ve hassasiyet gerek. Benim evlilik hayatımda gösterişli davranışların dışında hassasiyet pek yaşanmadı. Ben de buna yavaş yavaş alıştım. Beklentilerim azaldı. Gittikçe kabuğuma çekildim. Kimse de zaten “Neden”? diye sormadı. “Derdin mi var?” demedi. En kolayını seçtiler. Asosyal damgasını vurdular.

.Peki hiç beklemediğin biriyle aniden karşılaşsan ne yaparsın?

.Arife!… Nerden çıktı bu tip sorular? Neler oluyor? Bir tuhafsınız. Arif neden öyle heyecanla telefonu kapar gibi alarak çıktı? Gözünü seveyim. Günsel gelecek deme bana! Onu ve Can’ı hayatımdan çıkardım. Esin de yıllar önce İtalya’yı yurt edindiğinden beri ne aradı ne sordu. Hiçbirini görmek istemiyorum. Bunları yaşamak istemiyorum!

Yerinden hızla kalktı. Kardeşinin yüzüne bakamayacak kadar adeta alabora olmuştu.

.Her şey için teşekkür ederim. Hepsi çok anlamlıydı. Sizi çok seviyorum. Ancak müsaade edersen biraz odama çekilip dinleneceğim. Arif’e yorulduğumu söyle. 

Odadaki camları açtı. Kuş sesleri, mevsimin kendine has kokusu içeri doluverdi birden. Şu anki durumundan anladı ki iyileşebilmesi için daha zaman gerekiyor. Kapanmamış yaraları, içinde kaybolduğu boşlukları çoktu. Birkaç saat önceki çocuksu hali, bir davranışla, bir soruyla uçup gidivermişti. Ya bu gergin haliyle onların kalbini kırsaydı? Odaya çekilme bahanesi iyi olmuştu. Pencerenin yanındaki koltuğun yüzünü cama çevirdi. Havadan etkilenmesin diye üzerini örttü ve arkaya yaslanarak gözlerini kapadı.

Gerçekten, yürekten sevenlerle yaşamak nimetti. Küçük oğlu. İftihar edilecek mükemmel bir adam… Baba olarak ona bıraktığı ne vardı ki? Sadece genleri. Güldü haline. “Kimim ki ben? Ne doğru dürüst bir eş olabildim ne de koruyucu bir baba. Sadece tutkuyla bağlandığı bir kadının ardında savrulan aciz bir adam.” Sonunda kalbi teklemişti. Ve bunu ne karısı umursadı ne de evine gittiği büyük oğlu. Yaşananlar çok yaralayıcıydı. Aklına sıkıntılı anlarda dayısının tekrarladığı sözler geldi: 

Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var.
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.

Ziya Osman Saba / Rabbim, Nihayet Sana

Dayısı kendine garip dedirtecek kadar farklı bir adamdı. Kitap okumayı onunla sevmişti. Her geldiğinde okunacak bir şey getirir ve değişik şairlerden mısralar paylaşırdı. Bir keresinde de “Gönlün hüznü görülmez; çok derinlerdedir. O hüznü oradan çıkartacak olan da şiirdir.” demişti. Ama ne yazık ki bu çıkarma işini de becerememişti. Yatağa uzandı. Yüreğinden seherin müjdesini ve baharın diriltici nefesini dileyerek kitapta kalınan yerden okumaya başladı:

Vakit vakit deşilen gizli bir hüznü yaşatır insan kalbi. Nedenler derindedir. Köklerine varılsa görülür ki; ‘Kimim?’, ‘Neyim?’, ‘Evrenin bu noktasında niçin bulunuyorum?’, ‘Görevim ne?’, ‘Ne yapmalıyım?’ sorularının uzağında kalırsa, insan yalnızdır hep!…

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.341

.Baba! Müsaitseniz girebilir miyim?

.Tabii oğlum. Ne demek!…

Bir müddet konuşmadılar. Oğul babasının durumunu hissetmiş ona zaman tanıyordu. Baba ise neden böyle davrandığının izahını nasıl yapacağını düşünüyordu.

.Gereksizlik nedir, bilir misin oğlum? Hiçbir işe yaramamak ve her an bu gerçeği karşındaki kişinin yüzünde okumak. Hayatta gereksiz biri olarak yaşamak da varmış. Benim payıma düşen bu olacakmış. Önceleri bunu anlamamıştım. Ta ki annenin gözlerinde yansımamı görene kadar. İşte o an kararımı verdim ve gerekli olan her şeyimi ona bırakıp sadece bütün gereksizliğimle ayrıldım. Bugüne kadar aramadı ve arayacağını da sanmıyorum. İşin tuhafı ilk defa aranmak istemiyorum. Eğer bir ortam, ruhu bu denli kaosa sokuyorsa bedenin oradan alacağı kalmamış demektir. Hem kendinden bile kaçan bir adamı düştüğü yerden kim kaldırabilir ki?

.Hiç de öyle değil baba. Yanlış düşünüyorsun. Başına gelenleri şöyle bir gözden geçir. Düştüğün yerden seni kaldıran bir elin varlığını fark etmedin mi?

.Neden? Şayet beni kaldıran bir el olsaydı çaresizlik içinde bile bile istenilmediğim bir kapıya gidebilir miydim? Asla gitmezdim. Peki ne oldu? Kendi çocuğumun kapısını çaldım, göreceğimi gördüm. Biliyorum, hatalarım çok. Ama ben onursuz biri değilim oğlum. 

.Estağfurullah baba. Beni yanlış anladın. Buradaki “el”den kastım başka. Şöyle düşünebilir miyiz? Sana her şeyi Didim’de bıraktırıp seni İstanbul’a getiren şey neydi?

.Değersizlik hissi.

.Ama bunu kaç seneden beri hissettiğini söylemiştin. Neden o zaman gelmedin? 

.Çünkü aptaldım. Değersizliğin de dereceleri olduğunu, benim çok aşağılarda olduğumu idrak edemiyordum.

.Baba! Lütfen kendine hakaret etmekten vazgeç. Peki… Daha sonra anlamanı tetikleyen bir şey oldu mu? Bir düşün.

.Son zamanlarda kalbim beni hayli zorlamaya başlamıştı. Birkaç kez de fenalık geçirdim. Gördüm ki, eşim dediğim insanın umurunda bile değilim. Bir de estetik yaptırmak için benden yüklü bir para isteyince gerçeğin yüzü hem midemi bulandırdı hem de ürküttü. Ve hiçbir şey düşünmeden yola çıktım.

.Peki bugünkü durumdan hoşnut musun? 

.Hem de nasıl!… Şu an “Benim için artık imkânsız.” dediklerimi yaşıyorum. 

.O zaman… Bu duruma erişene kadar neler yaşadığını bir sırala.

.Gittikçe artan rahatsızlığım, sonra kimsenin umursamayışı, ayrılma isteğim ve kesin kararla buraya gelişim, kalp stent ameliyatı ve önce Arife’nin, sonra senin şefkatli yaklaşımınız. 

.Şimdi bu sıraladıklarına bir de hikmet nazarıyla bak. Onlarda senin için hazırlanmış bir program görüyor musun? 

Kendisi için hazırlanmış bir program… Bir müddet sustu. Ayağa kalkarak pencerenin yanına gitti. Mevsimin kendine has kokusunu içine çekti ve öylece bir müddet kaldı. Neden sonra oğluna döndü:

.Doğru, haklısın. Evet. Görüyorum. Her biri bir sonrakini tetikliyor. O zaman düştüğüm yerden beni kaldıran el, kalp hastalığım mı oluyor?

.Yaklaştın; ama tam değil. Yaşadığın onca gönül kırıcı olayları da düşün… Ve sor kendine: Bu hastalığı veren kim? Şimdi bunlara odaklan. Çünkü yaratılan her şeyin, başa gelen her olayın bir hikmeti, amacı var. 

.Bana bu bedeni veren, gerektiğinde de alacak olan bir tek Yaratıcıdır. O zaman hastalığı veren de O.

.Vee… Şifasını veren de O. Yaşadıklarını son kez sıralayalım: Didim’de hastalandın, sonra yola çıktın. İstanbul’da son darbeyi yedin. Kendini belki de bir kuyuya düşmüş gibi hissettin. Çaresizliğin son darbesi ya öldürür ya da şuurun gözlerini açar. Sen de seni kucaklayan gerçek ailenle uyandın. İnşallah yakında da şifanı bulacaksın. 

İşte bütün bunlar hikmet ve rahmet. Peki kimden? Yaradan’dan. O’nun hikmet yüklü programı, rahmeti seni önce bir kalp hastalığıyla kötü ve çirkin olandan uzaklaştırdı. Sonra da iyi ve güzel olana yönlendirdi. Bu hikmete ve rahmete inanan, güvenen bir insan neyle karşılaşırsa karşılaşsın paniğe kapılmaz. Her şeyde bir hayrın olabileceğini düşünür.

Baba… Sana söylemek istediğim bir şey var. Biraz evvel halamla konuştuk ve sana bunu açıklamaya karar verdik. Endişelenme! Sadece beni dinle. Bugün birisiyle buluşacağım. Hiç tahmin etmediğin biri. İtalya’dan gelecek. Geçen hafta beni telefonla arayarak görüşmemizi istedi. Hangi sebeple geleceğini söylemedi. Sadece kim olduğunu açıkladı.

.Kimmiş peki?

.Adı Orlando. Esin’in eşiymiş. Karşılıklı konuşmamızın daha sağlıklı olacağını belirtti. Türkçesi fena değil. Seni üzmek istemedik. Ancak saklayamazdık da. Biraz sonra çıkacağım. Vaktinde havaalanında olmam gerekiyor.

Bir an nefesi tutulur gibi oldu. Kimin geldiği, kızının kiminle evlendiği umurunda değildi. Yıllar önce kopan bağlar bir daha bağlanmasa da olurdu. Ama “Esin’e bir şey mi oldu?” endişesi neden içini yakmıştı bu kadar?

.Abi! Yüzün kül gibi. Kendine gel!… 

Şeref Bey bir şey diyemedi. Sadece oğlunun gözlerine bakabildi. Oğlu anladı ne istediğini. İnşallah iyi bir haberle dönerdi.

***


Makale Görseli Yağlı Boya Resim © Karen Hollingsworth

Paylaşın.

Yazar Hakkında

6 yorum

  1. Yalnızlığı en çok sizlerin güzel yazılarını bir kitaptan okumuş gibi birilerine ufacık kendi cümlelerimle basitleştirerek çıtlattığımda ki sessizlikle tadıyorum. Hele “sadece kendimizle uğraşmalı ve kendimizi tanımalıyız” v.b cümlelerimden sonra oluşan sessizlik. Sevdalısı olduğum şeyler için can verir miyim? Ya da hep verir miyim? gibi soruların ardından bir an bunun basit olduğu ve “Ben kimim” sorusunun analizini ve pratiğini bir ömür boyunca yapmanın daha zor olacağının cevabını düşündüğümde ise konuştuğum kişilerde oluşan sessizliği anlamaya başlıyorum.
    Bir kitap düşünün ki ilk başta 1 sayfa idi. Sadece kapak vardı. Yarın uyandınız ve 10 sayfa olmuş. Yıllar geçmiş 500 sayfa olmuş ve seni yalnız bırakmıyor. Aslında yalnızlığın çok güzel bir nimet olduğunu da hatırlatıyor. Sen ne güzel bir kitapsın sutubogda. Sen ne güzel bir duasın ve ne güzel bir hatırlatıcısın. Rabbim, sen bu güzel kitaba gönül veren yazarları ve okurları akllarına ve hayallerine varamayacak derecede kanatlandır kendine yaklaştır. Zamansız diyarlarda gezdir.

    • Bir kuş olduğunuzu düşünün:
      Sevdalısı olduğum şeyler için can verir miyim? Ya da hep verir miyim? gibi sorular bir kanadınız olsun. “Ben kimim” sorusunun analizini ve pratiğini bir ömür boyunca yapma da diğer kanadınız olsun. Kuşu uçuran sebep iki kanattır. Onu muradına ulaştıran hakikat ise niyet. Gerçekleşmesi gereken çok güzel hayalleriniz var. Siz iki kanadınızla uçun.

      Sevgili oğlum.
      “Akıllarına varamayacak derecede kanatlandır, kendine yaklaştır.” Bu mübarek günlerde edilen, ne kadar yürekten ne kadar derin bir dua. Bizim için dilediğiniz yerde inşallah birlikte oluruz.
      Elif Kaya

      • Amin inşallah.. Bazen yazdıklarınızın derinliğinden hariç, tefekkür ve yazılarınızla sürekli ağaçlar gibi dağlar gibi ne zamana, ne rüzgara, ne kara, ne kuraklığa, takılıp sabit-kadem durmaya çalışmalarınız bizler için en güzel canlı yazılardan. Nitekim dua ve tefekkürlerimde bu sürekli karşıma çıkan şey “heran” duvarı. Hep istemek.Hep yapabilmek..Gayret kuşunun artık sizin duanızla kanatları da var , niyeti de var. Geriye “Sürekli” kanat çırpmak gerekeceği için sizlerden öğrenceğim her-an sırları var..
        Muhabbetle

  2. Elif hanim bayramınız kutlu olsun… Yine çekinerek bu yorumu gönderiyorum. Sizi yorumlarımla rahatsız etmek istemiyorum ama beni bir güç buraya cekiyor. Ruh mu Nefs mi yazdıriyor bilemedim. Sanki sizi öncelerden taniyorum gibi, kim bilir belki başka alemlerde tanışıyoruz..
    Tesadūfe inanmam, bu siteye denk geldiysem böyle olması gerekiyordı düşünürüm ama işte mesele bana bunu ruhum mı söylüyor yoksa nefsim mi?!. Az çok bir fikrim var bu konuda ama işte yinede bir yanılma payı var…
    Yaratıcı Adem’e ögrettiği ilk harf : Elif dir..
    Saygılarımla güzel mutlu bayramlar dilerim.

    • Sevgili Neşe Hanım,
      Ben de sizin bayramınızı kutluyorum. Sağlık, güzellik, huzur diliyorum.

      Yüreğinizden gelenden, samimi duygulardan çekinmemelisiniz. Dediğiniz gibi; bir siteye rastladınız ve yazılanlar hoşunuza gitti. Okuduklarınız sizdeki güzel duyguları uyandırdı. Yazıda sevgi varsa sizdeki sevgiyle kaynaştı. Yazıda merhamet varsa sizdeki merhamette yankı buldu. Tefekkür, farkındalık, özgürlük, arayış, hakikate yönelmek, hak olana meyil gibi insanî özellikler birbiriyle tanıştı. Sonunda ruhunuzdakilere benzer ruhî söylemler sizi aynı yere çekti.
      Bu nefsin işi olamaz; çünkü nefis abartıdan, dünyevî zevklerden hoşlanır. Kötü, boş söylemlere meyillidir. Mesela: Bir sofraya oturdunuz. Yediniz, doydunuz ve kalktınız. Bir zaman sonra ağzınızda tadı, ruhunuzda yadı kalmadı. Ve nefsiniz unuttu. Başka bir zaman belki de aynı sofraya oturdunuz. Ama ya verilen emek ya sofradaki hal veya muhabbet ruhunuzun hoşuna gitti. Sadece mideniz değil, kalbiniz de doydu. Kalbinizde tadı, ruhunuzda yadı hep kaldı. Unutulmadı. Kısaca hislerimiz ve yaşadığımız haller, bize iç dünyamızda olanlardan haber veriyor.

      Yorum yazmaktan çekinmeyin. Beni asla rahatsız etmezsiniz. Hatta, bazen yorumdaki bir söz, bana ilham verebiliyor. Onu bir karakterde yaşatabiliyorum. Yani yazdıklarınız başka bir yazımın önemli bir yapı taşı olabiliyor. Emin olun: Bu da bir paylaşımdır. Ve ben bunu seviyorum. Muhabbetle.
      Elif Kaya.

      • Çok teşekkür ederim Elif hanim. Güzel sözleriniz su gibi akıyor gönlümün derinlerine. Insanin kalbinde fırtınaları sadece kendisi bilir. Yüz güler ama kalbin cektiklerini, acıları kim bilebilir ki. Ruh kendini gösterdi an kalp yanar hasret’ten. Arar durur sevgiliyi.
        Saģlıķ ile kalın.

Leave A Reply