Hakikat Ruhumuzun Kulağına Fısıldayarak Der ki

0

Tam bir kış sabahı. Temiz, keskin, soğuk ve parlak… Yürüyorum. Denizin rengi tam gönlüme göre. Sahille yan yana; yürüyüş yolunda ilerliyorum. Sağımda, solumda her şey çok güzel. Güzel görmek, anlamı bulmak gibi. Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum. Bu dünyada yol mudur her şey? Başı ve sonu olan her şey bir mesafeyi gerektiriyorsa, mesafe de ilerlemeyi… evet yoldur. Doğum baş, ölüm sonsa hayat bir yol. Tanışmayla başlayan, ayrılıkla biten ilişkiler bir yol. Yuva kurmakla başlayan, el ele ilerleyen, sonu olsa da başka âlemde devam edecek evlilikler bir yol. Gözde başlayan kalpte ilerleyen, ruhta birleşen sevdalar bir yol. Günü değerlendiren anlar bir yol.

Ben de böyle bir yoldayım şimdi. Anlamı anlamak. Bir diğer canda yol almak, onu tanımak. Yolumda baktığım her şey anlamını soruyor bana. Neden var olduğumu biliyor musun diyor? Bulutlar… çimler… ağaçta patilerini törpüleyen kedi. Hava soğuk. Hava anlamını soruyor. Soluğum aynı bulut renginde. Soluk anlamını soruyor. Karşı karşıya geldiğim yüzler, yanımdan geçen bedenler. Yüzler, bedenler anlamını soruyor. Sorular… sorular takılıyor ayaklarıma. Soruları cevaplayamazsam sanki yürüyemeyecekmişim gibi. Oturmak, dinlemek ve dinlenmek istiyorum. Bir ağaç altındayım. Dinlenmek, ruhumla bedenimi denkleştirme fırsatı veriyor. Dinlenmek, kendimin kendim tarafından dinlenmesi olabilir mi?

Neden bunca soru? Çünkü insanoğluyum ben. Varlığın, yaşamın, kendimin anlamını bulmam için varım. Neden yaratıldım? Kainat neden yaratıldı? Âdem’den bu yana başımdan geçen imtihanlar ve hep arayışta olmam, anlamı bulmak için değil mi?

İnsan çok kısa bir süre yer aldığı ekranda sürdürdüğü yaşamı yorumlamak, sorgulamak zorunda.

Evren bir kitap ya da tablo gibi insanı karşısında duruyor. Her ayrıntı bu tabloya katkıda bulunuyor. Birer ayrı görev üstlenmiş her şey bu gizemli tabloda. Hiçbir şey kolay vermiyor gerçeğini bir anda.
….
‘İnsanı ahlakça zenginleştiren ve asil yapan evreni anlamaya yönelen çabalarıdır.’

Einstein

Evredeki her şeyi ‘Bütün’ün bir parçası olarak algılamak, her şeyi sonsuzluğun açısından görmek insana özgü bir şey. Pencereyi açacak, sonuçlar çıkaracak insandır. İnsan hayatın gerçeğini ararsa, düşünürse insandır. Bir taştan, bir ottan böyle ayrılabilir insan; insan ancak bu arayışla evrende, sesini bulabilir.

Her şey apaçık görünse de var olan her şeyde Tanrısal bir giz vardır. Hayat denen mucize, insanın varoluşu başlı başına bir sır.

Her şey ne ifade ediyor? İnsandan başka hayatın gizi karşısında yorum yapabilecek, sonuç çıkarabilecek olan kimdir?

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.19-20-21

Altında oturduğum ağacın çıplak dalları neyi gösteriyor, neyi anlatıyor? Birkaç ay sonra yapraklanacaklar; ama sonra tekrar bu duruma dönecekler. Oysa ne yaprak biliyor anlamını, ne de dal; ikisi de neden var olduklarını sormuyor. Şu köpük köpük çırpınan dalgalar da sormuyor, martılar da. Ama ben soruyorum. Çünkü fıtratımdaki ihtiyaç bunu gerektiriyor. Çünkü bu ihtiyaçla hep düşünüyorum. Yıllar önce, çok toyken varlığa baktığımda; hele ömürleri çok kısa böceklere, sineklere baktığımda “Madem yok olacaklar o zaman neden varlar?” derdim içimden. Ama zaman geçtikçe, okudukça, dinledikçe varlığı anlamanın, onda yansıyan İlahî isimleri görebilmek olduğunu öğrendim. Yaratıldıkları için Halık’ı; çok güzel oldukları için Cemil’i; üzerlerindeki her sanatta Sani’yi; renklerinde, çizgilerinde Mülevvin’i, Musavvir’i görebilmek. Daha daha niceleri… Ve her varlığın idrakin çizdiği upuzun yolumuzda bizi Tek Olan’a götürdüğünü öğrendim.

 İlhami Abi:

.Ya Âdem, bazı hakikatlerin çok yakınından geçeriz. Ama onları görmeden geçeriz.
….
Ne yazık yüzlerimizi hep bir şekilde çevirip geçmişiz. Belki bu çevirmenin çeşitleri var; ama bu ayetleri bu işaretleri, bu delilleri düşünmemek de tefekkür etmemek de bir yüz çevirme değil miydi? Utandım. Rabbimizin bizimle olan muhatabiyetini bile bunca zaman anlamamışız.

İlhami Abi hafif bir tebessümle:

.İşte şimdi anlamaya başladın. Artık sen de Rabbinle tanış dedi.

.Nasıl dedim. Rabbimle nasıl tanışırım? Böyle bir tanışma mı var?

.Evet dedi.

Her kul ömrünün bir kısmında bir şekilde Yaradan’la tanışmak zorundadır.

Atıldım:

.Ama böyle bir şey ilk defa duyuyorum dedim.

Devam etti.

.Zaten birçok insan bu yüzden hayattayken “Rableriyle Tanışmadan” bu dünyadan ayrılır. Onlar Rabbin kullarına sunduğu tanışma teklifini ya reddederler; ya bilmezler, ya duymazlar. Bir şekilde bu tanışmadan, bu lütuftan, iltifattan mahrum kalırlar.

Oktan Keleş / Bir Meczubun Rüyası / s.72

Bu ağaç, şu martı nasıl var oldular? Kalem nasıl yazıyor? Kuş nasıl uçuyor? Yüzüm nasıl kızarıyor? Hepsinin cevabını, araştıranlar bulmuşlar. Ancak varlığı “nasıl” diyerek tanımaya çalışmak yetmiyor. Bilgiden daha öte bir yolu arıyor akıl. Daha sonra yaşama karışıp düşündükçe Neden’i öğrenmeye başlıyoruz. Neden yazıyor? Neden uçuyor, neden kızarıyor? Yine yetmiyor varlığı tanımaya. Bana da yetmiyor ben de böyle diyorum. Bilginin, ötesinde, düşünceden düşünceye uzanan bir başka soru olmalı. Düşündükçe, düşünenlerden öğrendikçe her şeyde bir hikmetin olduğu gerçeğiyle yepyeni bir kapının önünde buluyorum kendimi: Kalbin kapısı. Her “neden” sorusu bir sebebe, bir gayeye götürüyor. Akılla kavrayamasam da hayallere takılıyorum. Hayaller heyecanları, ümitleri getiriyor, ruhum rahatlıyor. Adına anlam diyorlar.

Kalpte yolculuk çok başkaymış. Zaman geçtikçe, yanlış yapıp tökezledikçe pişmanlığı tanıyorum. Her pişmanlık sığınma demek, can havliyle tutunmak. Neye, kime tutunmak? Yolun, yolcunun, yolculuğun Mimar’ına; her şeyin Sahibi’ne tutunmak. Gözyaşının gerçek rengini tanıyorum. Ağlamanın tadındasadece huzur. Ne acı var, ne feryat… “Nasıl” demeden, “neden” demeden apayrı bir hali yaşamak. Sanki ben sormadan kalbim cevaplıyor. Her soru kalbimde büyüyen bir ağaç da meyveleri gökten sarkıyor gibi. Nasıl oluyor? Bilemiyorum. Sadece hissettiğim; Dost kelimelerinin gönülde yansımaları ve derinde patlayan tomurcuklar…

Grimm masallarında geçen ‘Küçük Cesur Terzi’ öyküsünde, terzi ile dev arasında geçen bir iddialaşmadan bahsedilir. Öyküde dev, karşısına çıkan küçük terziyle tutuştuğu iddia sonucunda büyük bir kayayı alır ve yukarı doğru fırlatır. Kaya gözden kaybolur ve dev, terziye ‘Sen bir taşı bu kadar yukarıya fırlatabilir misin?’ diye sorar. Yanında gezdirdiği çuvalda bir kuş saklayan terzi de kuşu avucunun içine alır, yukarıya doğru fırlatır ve özgürlüğüne kavuşan kuş uçar gider. Terzi ‘Benim attığım taş asla yere düşmeyecek lakin seninki yere düşecek’ der ve devin attığı kaya yere düşer.

Çukurun içinde, bedeniyle debelenen insanların durumu da kas gücüne güvenen devinkine benzer. Beden değil Tanrı’ya olan temayül ve bakıştır asıl önemli olan. Çünkü ona yönelmemiz, ondan neşet edip bize gelen bir histir. Ve Tanrı’dan bize gelen şey, bizi himaye eder, kuşatır, bize öyküdeki gibi devlere kafa tuttuğumuzda kanatlı taşlar ihsan eder.

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.18 

Dünyayla iletişim, yaşama karşı gücümüz, varlığa, olaylara yönelttiğimiz bakışımız da Terzi’nin fırlattığı kuş gibi olmalı. Yaradan’a yönelen her bakış, ruhu kuş gibi kanatlandırır. Çünkü göz mercek, kalp ise gözbebeğinden açılan kanatlar. İç âlemimiz, genişledikçe genişler. Ruhun kelimeleri gök renkli, gün nakışlıdır. Geceden sırlı, ay bakışlıdır.  Ne kadar genişse âlem, o kadar uçulur.

Ne yazık ki tutkulara, gaflete bulanan bakış, bütün bunlardan bizi mahrum ediyor. Taş, diken, tümsek, çukur bu yolculukta ayağa takılan nefsimiz. Perdeleri inmeden önümüze nefsin, boş gevezeliklerin gürültüsüne yakalanmadan, tutunabilsek anlama, anlamaya. Çünkü anlamın ışığında, sükunetin sırrında ve huzurun rüzgarında her şey, çok; ama çok güzel…

Tüm yaratılmışlar ses ile konuşurken, Tanrı’nın sesi, sessizlikte saklıdır. İlahî aşkın gizli sözleri, sükuttan başka bir yerde bulunamaz. Ruhumuzda, hayatımız boyunca devamlı olarak gürültü çıkarmak peşindedir; ama bir noktada bir sessizliğe gömülür ve ruhumuzu duyamamaya başlarız. Tanrı’nın sükutu ruhumuza girdiği zaman saklı olan hazinesi kalbimizde ve ruhumuzda zuhur eder. Mekan önümüzde ikiye bölünmüş bir meyve gibi açılır; çünkü biz kainatı mekan üstü bir noktadan görüyor oluruz.
…..

Bir yıldızın uzaklardaki parıltısı, denizdeki dalgaların çıkardığı ses, tan ağarırken ortaya çıkan sessizlik kaç kez insanların dikkatini çeker? Dünyadaki güzelliklere kayıtsız kalmak da belki mutsuzluğa giden yola gireceğimiz bir günahın ve suçun başlangıcı olarak görülmeli. Şüphesiz, kişiler hemen talihsizliklerle cezalandırılamaz; ama dünyanın güzelliklerine dair kayıtsızlığın sonunda varacağımız yer sıradan bir hayattır. Sıradan bir hayat niçin bizi besleyen sıkıntı ve mutsuzluğa tercih edilsin?

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.54-55

Yepyeni bir gün. Yepyeni bir yüz gibi. Bayağı yürümüşüm. Zaman ilerlemiş. Zaman, bu yüzdeki çizgiler. Çizgileri takip ediyorum. Zamanı yazan, muradını içine koymuş. Açarak okumak aklımın işi. Her gün, her saat; hatta her dakika çok farklı birbirinden. Karşıma çıkan her varlık birer mektup. Her mektup bir merhabayla başlıyor ve selamla bitiyor.Merhaba! Modası geçmiş diye bir kenara attığımız “merhaba”. Anlamı çok güzel. Ferahlıkla, felaha, geniş olmaya çağıran bir karşılama sözü. Kim yazmış mektubu? Yaradan. Kime? Sana… bana. Merhaba kulum. Ferah ol. Senin için muradımı bilmek istersen, karşına çıkaracağım her şeyi doğru oku. İçindeki isimlerimi doğru yorumla. Selam sana kulum. Selamet, barış, düzen seninledir, bilebilirsen.

Gözlerin içine bakmasını bilemezsek, anlamı çözemiyoruz. Mektubun muhatabı gönlümüz olmalı. Çünkü onun anlama gücü ve bize diyecekleri ne nefse benziyor, ne akla. Yücelere bak diyor, ellerini değdir göğün rengine. Bulutlar, mavilik… bak nasıl da dengi dengine. Tadına, rengine doyamamış doruklar gibi kaldır başını. Hem Hakîm; hem Kadir Olan’ın ipine tutun ve bırak kendini rüzgara… O zaman nasıl yükseltecek tefekkürün seni semalara… Ancak dünyamızda nefsin değişen numaraları, şeytanın ele geçirdiği zaaf boşluklarımız izin vermiyor, gönülden okumamıza.

İman -ki her şeydir! Çoğu insan şu ya bu açıdan çok az iman sahip olmaktan mustariptir. Bir açıdan, iman eksikliği bir muhayyile eksikliğidir; kişi küçük dünyevî rüyası içinde kısılı kalmıştır ve yakarışın devâsa lütfunu doğru biçimde hesap edememektedir; kendisini dünyevî her şeyin ırak ve küçük göründüğü ahiret bakış açısından geri çekememektedir- yakarış dışında! Takdir bize bu lütuf hediyesini bahşettiği için, sürûr ve şükür adına raks etmeliyiz; diğer her şey bir rüyadan başkası değil. Tam olarak dünyevî hayatın kaderiyle önümüzde küçücük duran şeyin yoğun olduğunu, büyük olanın da bize küçük göründüğünü müşahede ederiz. 

Ayrıca kişinin imanının eksik oluşu, hakikati gözden kaybedişi sebebiyledir. Kişi şu ya da bu şekilde Allah’ın iyiliğini layıkıyla takdir edemez ve bu yüzden de tevekkülü eksik kalır. Dünyanın hiçliğinin bilgisi; sonra içimizdeki yakarışın bilgisi; daha sonra da sabır ve tevekkülün; bu da her şey demektir!

Frithjof Schuon / Yansımalar / s.102

Biraz ilerimde genç bir anne yürüyor; kucağında bebeği. Sımsıkı sarılmış annesine. İhtiyacın dili en güzel kelimeleriyle konuşuyor. Biz de hissedebilsek o bebeğin halini, anne göğsündeki şefkat titreşimlerini ve sığınma isteğini… Yaradan’a bütün aczimizle sımsıkı sarılsak. Egolar izin vermiyor. Aczi dert olarak gören gaflet izin vermiyor.Acının, sıkıntının, paniğin dar boğazında sabırsızlık izin vermiyor.

Sokakta annesini kaybeden bir çocuk, koşarak annesini arar ve bu heyecan onun annesini bulmasını zorlaştırır.” Ağlamak ve koşmak yerine, sadece dursa, annesini bulması daha kolay olacaktır. Yani sadece beklemek ve hatırlamak lazımdır.”1 İçimizde tevekkülü yapılandırırken vekil olarak elimizle neyi bulursak onu seçiyoruz. Oysa şah damarından yakın “Olan Biri” var; ama gafletin gözlüğü yakını uzak gösteriyor bize. Mutlak Vekil Olan’ı bilsek bile hep bir yanımız tereddütte kalıyor.

Yürüyorum. Nefes nefeseyim. Nereye gitti beş sene evvelki gücüm? Havanın nemiyle gözlüğümün camları buğulanmış. Neden gözlüksüz göremiyorum? Daha düşünsem aczime dair nice deliller çıkacak karşıma. Allah’ın kudreti karşısında bu gerçeğin dile gelişi acz değildir de nedir? Varlığımda, yaşamımda, çevremde neyi ben gerçekleştirebiliyorum? Sadece niyetim, sadece iradem; o kadar. Her şeyi yapan O. Bütün bunları idrak edebilmek de bizden beklenen. Bu idrake “ma’rifet” diyorlar. Yani Allah’ı isim, sıfat ve fiilleriyle tanıyabilmek. Bizi O’na ulaştıracak basamaklar. Simone Weil’in sözleri geliyor aklıma:

Bizden her daim katlanamayacağımız kadar yukarıda olan Tanrı’yı nasıl ararız? Dikey bir yürüyüş gerçekleştiremeyiz. Gerçekleştirsek bile, aradığımız kendi refahımızdır. Tanrı değil. Kendi refahını arayanın önüne çıkan hakikat değil yanılsamadır.

Hakikat değil, yanılsama… Ne doğru. Peki, biz ne yapıyoruz? Başım ağrıyor; şu ayeti şu kadar oku. Paraca sıkıştım, borçlarım var; bu esmayı çek. Bu ismi çekersen aşkına karşılık bulacaksın. Bu isim işlerini düzelecek. Eczaneden hap alır gibi. Nerede Allah’ı tanıma, O’na yaklaşma isteği? Nerede O’nun rahmetine itimat? Peki, denilenleri uygula; ama dilinde tadını ala ala, aklınla tanıya tanıya, yüreğini o isimle yoğura yoğura uygula.

“Gerçekleştirsek bile, aradığımız kendi refahımızdır.” Kendine içtenlikle sor: Varsa, yücelere dikey yürüyüş gayretin; Mevlâ için mi, yoksa iç dünyanda seni rahatlatacak huzur için mi?Kalp, bizim manevî midemiz. Kalp var; sadece nefis için atar, dünyanın elinde oyuncak olur. Bütün rızkı hazdan gelir. Kalp var; her şeyiyle “Sultan”ına mekandır. Varlığa bakışı merhamet; dokunuşu hayırdır. Rızkı imandan gelir.

Tanrı’ya inanmak sadece bize değil, aşkımızı sahte tanrılardan korumamıza bağlıdır. İlk olarak, geleceğin bütün isteklerimizi içine tıktığımız bir yer olduğuna inanmayı bırakmalı.

Yahut hastalığın, sefaletin, mutsuzluğun ıstıraplarını çekerken, bu acıların duracağı gün insanın tatmin olacağına inanılır. Tekraren söylemeliyiz ki bu da hatalı bir ifadedir. İnsanoğlu ıstırabının ve acılarının kesildiği gün, yenilerini aramaya koyulur.

Sevilen her daim başka şeylerdir ve aslında istediğimizin gerçekte neye tekabül ettiğini bilememekten mutsuz olacağız. Bizi feraha erdirecek her şey, her birimizin bu hakikate dair katî dikkatini korumasıyla mümkün.
….
En kusursuz hakikat, Tanrı’nın burada, bizimle beraber olduğu gerçeğidir. Bu hakikatten gayrı hiçbir kusursuz saflık taşımaz. Tanrı’dan başka herhangi bir mutlaklığın var olduğunu iddia etsek dahi, kuşkusuz bu ‘saf’ bir mutlaklık olmayacaktır. Tanrı, şu an aramızda, şimdinin içinde onu kuşatarak yer almasaydı, bizi kurtaracak başka bir hiçbir şey de bulunmayacaktı. 

İşte bu yüce ‘saflık’ ile biricik ilişkinin kurulduğu ruhta, kötülük kaygısı yerini ilahî aşka bırakır. Kaygının ve korkunun aşka deveran etmesindeki yegane engel ise bu ilahî aşkı kirletmeye teşne olan ‘kendilik-sevgimizdir.’ Bu arızî ve kirli sevgi bizde yer ettikçe felaha eremeyiz. Mutmain olmayı öğrenmiş kimse, kendine dönmeksizin, kendinden yüce ve saf bir şey olduğunu bilendir.

Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.9-10-11

İstediğim kadar baksam da etrafıma; gözlerim esmada sema etmedikçe, kalbimin teli Mevlâ diye inlemedikçe neyi görür, neyi işitirim? İstediğim kadar yürüyeyim… Her adımı hayır adına, güzellik adına, hakikat adına atamıyorsam; soluğum başka canlara yağmur olmak için buharlaşmıyorsa, neyi anlar, neye yararım?Diyelim ki iyilik peşindeyim. Sağa sola hayır için koşturuyor, yüzleri güldürüyor, gönülleri doyuruyorum. Dünya bir gölge varlık, sahnesi gölge oyun. Sırtımda görev, alnımda ter. Ama… Ya bu oyunu yanlış oynuyorsam?  

“…ben güven duygusunun şişmanlattığı tüccarlara, kaçan ve rüzgarın peşine takılan göçebeyi tercih ederim…” Bu tercih neden? Çünkü güveni kendinde gören göz, gaflete düşer; şaşırır. Emeği kendine mal eden, şımarır. Hayır adına da koşsa, terinde ihlas yoktur. En tehlikeli oyunudur, nefsin ve şeytanın. Bu halin adına “ucb” der arifler. Ucb dinî bir kavram. Ameline güvenmek, yaptığı hayırların kendini mutlaka kurtaracağı inancında olmak. Kısacası yaptığı işle gururlanmak, kendini beğenmektir. Exupéry’nin ifadesiyle güven duygusunun şişmanlattığı tüccarın özelliğidir. Manevî değerlerin tüccarıdır o. Yaptığı iyiliklerden kendisine pay çıkarmayı sever, kelime oyunlarıyla emeğini hissettirir. Tevazuun arkasından el sallar.

Ne öğrenmek için harcama yapmak, ne yarışma ne ödül. Ve hatta objenin kalitesi dışında bir amaç adına çalışanların, geceleri bile çalışsalar, iddialı, sıradan ve karmaşık objeler ürettiklerini fark ediyorum. Çünkü bu insanlar uykusuz gecelerini gerçekten para, lüks ya da kibir düşkünlüğüne, yani kendilerine adıyorlardı ve kendini feda etmenin kaynağı ve Tanrı’nın imajı olan bir obje alışverişi yapınca katiyen Tanrı’yla ilişki içinde olmuyorlardı…

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.193

Tüccarlara mallarını çok fazla övmelerini yasaklıyorum. Çünkü bu insanlar hemen öğretmen oluyorlar, sana aslında sadece bir araç olan şeyin bir amaç olduğunu öğretiyorlar ve seni izleyeceğin konusunda aldatıyorlar. Ve seni çok çabuk geriletiyorlar, çünkü eğer müzikleri ilkelse, bu demektir ki onu sana sıradan bir ruhu satmak için üretiyorlar. Oysa nesneler insanlara yaralı olmaları için üretilmiş olsa da insanların nesnelere çöp tenekeleri olmaları için yaratılmış olmaları iğrenç bir şeydir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.208

“…kaçan ve rüzgarın peşine takılan göçebeyi tercih ederim; çünkü çok büyük bir senyöre hizmet ettiği için her geçen gün güzelleşir.” Göçebenin yerleşik bir düzeni yoktur. Her yerde misafir olduğunu bilir. Her şey gelip geçicidir. Hiçbir mekana bağlı kalmaz. Dünyanın faniliğini idrak eden arife benzer. Onun tek düşüncesi nimetinden faydalandığı, yanına sığındığı çok büyük efendisine hizmet edebilmek. Bu sadakat, teslimiyet, güven ve hırstan, mal biriktirmekten uzak yaşam; onun ahlakını, yüzünü, hayatını gün geçtikçe güzelleştirir.

Her nesne içinde taşıdığına ve gayesine göre değer kazanır. Mevla’nın rızası için içimizde taşıdığımız her duygu, düşünce, niyet bizi güzelleştirirken, rızasından uzak olan her şey içimizde çürür; gözümüzden, dilimizden, davranışlarımızdan çok çirkin kokular yayılır.

Hakikat ruhumuzun kulağına fısıldayarak der ki: Boş durma insanoğlu, imanını imtihan ettir. İbrahim ol, inkarların ateşine bulan, ama yanmamak şartıyla insanoğlu. Yusuf gibi eşyanın karanlığına in ve orada da Allah’ı anmayı unutma. El kervanlarına katıl, düşünce ve sanat oymaklarını kelebek gibi değil, an gibi dolaş, karınca gibi bilgi harmanlarım arşınla. Ta çıktığın noktaya döndüğün zaman mana gelini kendini sana teslim edinceye kadar.

Yüzünü Allah’a döndürdüğün zaman, nasibinde varsa uçan sensin, seccade değildir. Seccade uçmaz, ancak, insan uçarsa seccade de onunla birlikte uçmuş olur. Anlayışsız kişi seccadenin uçtuğunu ve insanı da uçurduğunu sanır.

Yüzümüzü Allah’a çevirdiğimiz vakit, başka bir iklim, başka bir mevsim başlamıştır. Ayrı bir mevsimin mantığı. Sarhoşluğa benzeyen bir mantık. Ama bu, Hazreti Mevlâna’nın dediği gibi, üzüm şarabının sarhoşluğu değil, seher şarabının sarhoşluğu.

Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.28-29

Vakit seher… Dağlarda ateş yanarken duyguların un, maya; çiğdemler su olsun ve ocağın gönlün. Yanarken öğrendiğin, senin hakikatin olacak. Ateşle yolculuğunda ona bir şey ekleme! Yoksa alevi kısalır, sönmeye yüz tutar.

Yaradan’ın ateşi yaratıp varlığa gönderdiğinde ona verdiği “yan emri” ateşin özüdür, sırrıdır. Güneşi yaratıp varlığa gönderdiğinde ona verdiği “ısıt, aydınlat emri” güneşin özüdür, sırrıdır. Güneş de eklemez. Nasıl gönderildiyse onu yerine getirir.

Onlar gibi özüne dışardan katılan her madde seni sırrından uzaklaştırır. Ne zaman ki bedenin davranışların bu özle örtüşür, o artık sensin. Aynı rahme düştüğünde ne isen o olduğun gibi. Hiçbir dış etki yok…

Düşün: Nefeslenirken hiç ciğerlerine dikkatini veriyor musun? Nefes alıp verdiğini her an fark ediyor musun?

.Hayır. Öyle olsa zorluk çekerdim. Nefesimin ritmi bozulurdu.

.İşte bu halin tabiliği, onu fark etmeden gerçekleştirmen seni nefesin sırrına götürüyor. Senin insan olarak hakikatin; her amelinde o sırrı bulmak ve onu koruyarak Sahibine teslim etmek.


1. Simone Weil / Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler / s.20

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply