Sokak II /  Haneler – Bölüm 2

1

Ağaç

Hayal ve rüya. Biri uykunun, diğeri yaşamın kanatları. İçlerine daldığımızda ruhumuzun gücü kadar yol alıyoruz. 

İrademin dışında başka bir âlemde şekillenen rüyalarımın çoğunu hiçbir zaman çözemedim. Vardır bir sebebi deyip hep “hayra yoruyorum”. Zihnimde biriken, kalpte gizlenen, şuurun bilinmez kanallarından dökülen ne varsa şekilleniyor, anlamına boyanıyor, yine bana rüya olarak sunuluyor. Toplumda gün geçtikçe çirkinleşen olaylar ve ilişkiler rüyalarımda adeta birer zehir. Onun için onlarda anlam aramıyor; sadece panzehrini hayallerimde arıyorum.

Neden hayallerimde? Çünkü hayallerim benimle. Onları biliyorum ve zihnimden gelenlere şekil veriyor, kalbimin boyasıyla boyuyor, onları “hayra adıyorum”. Hayallerimde hep bir ağaç var. Çekirdeği başka âlemden gelmiş bir ağaç. Onu ekiyorum zihnime ve kalbime. Filiz veriyor. Kökü niyetim, gövdesi iradem, dalları ümidim ve meyvesi kelimelerim oluyor ve yazıyorum.

Gün geldi
Nur ekilen topraktan baş verdi
Bir sürgün;
Dalları ışıktan ağaca gebe.

Oysa
Ne toprakta nur vardı
Ne suda ne havada…
Kuşlar şaşkın, otlar suskun
Seyrettiler sadece.

Kurt, sırtlan korktu, börtü böcek sordu:
Nerden çıktı bu aydınlık?
Şulesi gözleri aldı,
Bir bilinmezlikle parladı çevre.

Ne göz görmüş böylesini
Ne kulak işitmiş ondaki
Yaşam sesini.
Uzadı, uzadıkça uzadı gövde
Ve ışıktan dallar uzandı
Her yere.

Zaman geçti, gün geceye döndü.
Varlık kaselerinde nurdan meyveler…
Ay imrendi, yıldızlar hayran.
Şavkları vursa da sulara
Kayboldular ağacın ışıltısından.

Ağaç bildi ki,
Bu nasip gökten gelir.
Seslendi rüzgâra:

Ey rüzgâr!
Yorgunlara, umutsuzlara
Fısılda bende olanı.
Uyansınlar ve özlerini eksinler
Toprağa sadece… 

Bir gün gelecek.
Bilsinler ki, baş verecek
Bir sürgün;
Dalları ışıktan insanlığa gebe.

Bu ağaç benim ümidim. Rüyalarımda göremediğim hayalim. Ağacım insandır. Kökü kalbinden alır suyunu ve sevgisiyle, huzurla büyür. Ağacım yuvadır. Kökü anlayış ve sadakatten alır gücünü ve saygısıyla büyür. Ağacım toplumdur. Kökü adaletten, eşitlikten alır suyunu ve kardeşliğiyle büyür. Ağacım hayattır. Kökü hak, hakikatten alır suyunu ve inancıyla büyür.

Biliyorum ki hayat devamlı dönen bir çember. Ne sürekli iyi geçer ne de kötü (1). Çünkü her şeyin yaratıcısı Allah. Ve O dilediğini dilediği şekilde yaratmakta irade sahibidir. Onun kanunları yaşadığımız hayatın dışında değildir. Yaradan her zerreye kendi hakikatini yansıtacak bir mühür basmış ve bu mühür başka mühürlere benzemez. Bu hakikat, bütün varlık âleminde olduğu gibi zaman için de geçerli. Her maddî, her manevî varlık yaradılış kanunu sebebiyle kendine ayrılan özel dünyasına kendi damgasını vurur.

Bu damgaya, zamana vurulduğunda “mevsim”, yüze vurulduğunda da “sima” diyoruz. Yaradan her simaya (2) kendi hakikatini yansıtacak bir mühür basar ve bu mühür bir başkasıyla aynı değildir. Sadece canın, zamanın değil, her mekânın da üzerine vurulan damgası, mührü kendine hastır. Bu sebeple hiçbir yer bir diğerine benzemez. Ve hiçbir zerrenin birbirine benzemediği bu kâinatta hayat muhteşem bir ahenkle, mucizevî bir ritimde devam eder.

Evet… Her şey, kaderin çizdiği sahaya farklı şekilde ve farklı bir tabiatla geliyor. Ve farklı işler yaparak, görevini tamamlayarak gidiyor. Yaşamın zevkleri, diriliği, yoksulluğu, dik yürüyüşü, eğilen sırtı… Kalbin gözünde yarınlar ve gittikçe silinen saatler… Nefsin çabaları, aklın onunla uğraşı. Her ana düşen güzel olma damlaları… 

Hepsi geliyor ve gidiyor. Kısacası yolun sonu belirdikçe, dünya uzaklaşıyor gözlerden. Toprak harmanlanıyor, yapılan duvarlar yıkılıyor, çatılar çöküyor. Hepsi geçip gidiyor. Her şey gibi zaman da geçip gidiyor. Mevsimler yaz olarak, güz olarak, kış olarak gelip gidiyor. Ama içlerinde biri var ki -tutmasını biliyorsak- o hep bizimle kalıyor. Ve onun adı Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi “Bahar”.

YÜZYIL’ımı dörde böldüm…
Her bölümü bir mevsim,
Biri kaldı, üçü gitti…  

YAZ’ı gitti, GÜZ’ü gitti,
Karlı, tipili KIŞ’ı gitti,
Yemyeşil bir BAHAR kaldı! (3)

Neden Bahar? Çünkü o, gönlün mevsimi. Bu mevsimin mekânı farklı, rengi, tadı, sırrı farklı. Bu bahar, gönül bağındaki bilgelik. Toprak derinliğindeki manevî zenginlik. İşte benim sokağımda kalan da bu mevsim. Bu sebeple onun diriltici havasından şifa alanlar çok. Her yerde değerlerin sararıp, yaşamların kuruduğu böyle bir zamanda bile onun toprağı filizler veriyor. 

Sokak denilince çok uzun olmayan, iki tarafında evler sıralanan küçük bir alan veya bir yerden bir yere ulaşan yol anlaşılır. Ancak “Sokak” benim için çok farklı. Çünkü görüntüsünün ötesinde ruhuyla kendini hissettiren ve beni çeken bir cazibesi var.

Her yürüyüşe çıktığımda geçemeden edemediğim kendi halinde sessiz bir yer. Kısa, dar, kuytu. En aşağı yarım asırlık ağaçların gölgesi altında ruhumu bulduğum bir köşe. Sağ tarafımda iki yüz metreye yakın uzunlukta asırlık bir duvar, sokağı baştan başa sarıyor. Yer yer sıvalar dökülmüş ve altından çıkmış, geçmişe götüren taşlar. Sokağın karşı tarafında iki apartman var. İkisi de bahçe içinde eski; ama kaliteli yapılar.

Onun hikâyesine bu sözlerle başladım. Sokak, yaşadığım yere sığamadığımda kaçtığım bir mekân, anlaşılmazlığın kuytu köşelerinde konuştuğum dostum oldu. O, adeta ruhumun görmek istediği şeylerin diliydi. 

Ben sokağımı anlatmaya çalışırken onun yüzünü, bugünkü topluma benzemeyen çizgilerle çizdim. Leonardo da Vinci “Çizdiğim her resim, kendi yaşamıma sorduğum bir soruydu.” der. Benim çizdiğim sokak -kim bilir- belki de kendi yaşamıma sorduğum bir soruydu?

Sokağı anlatırken kendi özlemlerimi dile getirdim. Maide Hanım sanırım her zaman yanımda olmasını istediğim, dertleşebileceğim bir aile büyüğümdü. Mümtaz Bey sığınmak istediğim bir baba. Nur sadık, vefalı, yüreği engin bir dost. Onları çizerken hiç zorlanmadım. Çünkü bu tip yüzlere, davranışlara çocukluğumdan aşinaydım. Onların kalitesinde birçok insanı gençliğimde tanıdım. Birbirlerine hitaplarını hayranlıkla dinledim. Genellikle anlamını kavrayamadığım; ama ruhumu hoş eden konuşmalardı… Sabah-ı şerifleriniz, akşam-ı şerifleriniz hayırlı olsun sözlerinin içimi rahatlattığı yıllardı. Hele hanımların zarafeti… Gerçek insana olan hayranlığımın tohumları iç dünyama sanırım o günlerde atıldı? 

Elbet onların da hataları, sivri tarafları, kendilerine yakıştıramayacağım düşünceleri vardı. Ancak ilişkilerdeki sınır ve edep her şeyin dökülmesine izin vermezdi. “Boğaz dokuz boğumdur.” sözü adeta bir yaşam felsefesiydi. İlişkilerin nasıl olması gerektiğine dair bu tutum başkasıyla sağlıklı bağ kurabilmenin, onunla güzel ve doğru konuşabilmekten geçeceğini anlatırdı.

Kısacası bazı yüzler aşina olduklarım, bazıları ise yüreğimde sakladıklarımdı. İşin gerçeği şu ki, bunların hiçbiri imkânsız hayaller değil. Esasında -derinlemesine düşünürsek- asıl imkânsız olan şey, nasıl bu hale gelebildiğimiz. 

Benim sokağımda geçen zaman, aynı rüzgâra benzer. Orada yaşayanlar birer tohumdur. Fakat duygularımın hikâyesi, ne rüzgârla başladı ne de tohumla. Dünyadaki her hikâye gibi toprakla başladı. Çünkü toprak, varlıktaki sırları çözen bir mucize. Sadakatin, doğrunun en canlı örneği. İncir çekirdeği ektiğiniz yerden çilek çıkar mı? Ne dikerseniz, neyi ekerseniz onu alırsınız. 

Peki neden böyle bir benzetme? Çünkü Yalın Bey, Pervin Hanım, Salih, Menekşe ve diğerleri aynı birer tohum gibi benim sokağıma düştüler. Sonra rüzgâr esti. Estikçe bereket getirdi. Bereketiyle gelen yağmur, zamanla açılan onlardaki boşlukları doldurmaya başladı. 

Bu sebeple “Sokak” aynı zamanda bir bahçedir. Ben kimileri gibi bu bahçeden sadece bakarak geçmedim. Orada durdum. Misafir edildim. Özledim. Mümtaz Bey’i, Maide Hanım’ı ailem gibi kabul ettim. Nur’u ve Salih’i çok sevdim. Dertlerini, duygularını anlatmaya çalıştım. Asım, nasıl Mehmet Akif’in hayalindeki kişilikse Arif de benim bu topraklar için yüreğimde beslediğim ümidim oldu. Anlamaya çalıştığım, üzüntüsüyle uykumun kaçtığı, sevinciyle çocuk gibi coştuğum Pervin Hanım. Maide Hanım’ın yanında sokulgan haliyle gençliğimi andıran Âyende. Ve Enis Bey’in çocukluğundaki travmalar. Cevabını alamadığı ailesine dair soruları. Kimsesizliği, yalnızlığı. Zamanla ortaya çıkan, bunların tortuları. Onun hakkında bilinen, sadece Salih’in anlattığı kadar. Diğerlerinin hakkında bildiklerim de anlatılan kadar. Onlarda ne gördüm, neleri hissettim? Çok azını. Ya göremediklerim?

Bahçeyi gezen, ne varsa onu görür. Ona “Gördüğünü kaleme dök.” desek, biraz gördüğünü biraz da görmek istediklerini yazar. Bahçeye bakan bahçıvan ise daha fazlasını görür ve hisseder. Ona da yaz desek muhakkak yetiştirdiği her ağaçtan, daldan, çiçekten söz edecektir. Ancak o da fazla derinlere inemez. Fakat toprak başkadır. Bahçedeki her zerrenin sesini duyar. Hepsini bağrında büyütmüştür. Her birinin acısını, açlığını, müjdesini onlarla birlikte yaşamıştır. Ona da “Kaleme dök!” denilse toprak kim bilir neler neler yazacaktır?

Sokak, bir “mekân” (4). Var olunan yer. Onun var oluşu içindeki varlığa bağlı. Ev, ocak, aile varsa mekân var. Yoksa o da yok. Toprak yoksa bahçe de yok. Bu sebeple bahçeye benzettiğim sokağın içindeki haneler de onun toprağı sayılır. Neden? Çünkü toprakta yaşananı anlayan ve anlatacak olan, yine topraktır. Her ailede olanı anlayan ve anlatan da yine hane olacaktır. Haneden kastım sadece sokaktaki evler, daireler ve içindeki insanlar değil. Olayı bizzat yaşayan kişinin bedeniyle, ruhuyla hissettiklerini dile getirdiği her yer. Hane bir oda da olabilir, bir durak da. Bir sofra da olabilir bir külliye de. Aynaya baktığımız gibi kendimize baktığımız, içimizi döktüğümüz her mekân bir hanedir. 

Aynada kendini seyreden kişiye karşıdan bakan, sadece bu manzarayı dile getirir. Ama aynada doğrudan doğruya kendine bakan, kim bilir neleri dillendirir? Ayna güzeli gösterdiği gibi çirkini de gösterebilir. Soframızda şifa olabildiği gibi zehir de olabilir. “Hayvanın alacası dışında, insanın alacası içinde.” derler. İyi veya kötü huylu olup olmadığımız dışarıdan anlaşılamaz. Huyumuz, içimizin alacası çevremizin tutumuyla ortaya çıkar. Aynı havadaki ısının yaprakların açılmasına sebep olduğu gibi. 

Sokağımın havası, Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi “Yemyeşil bir bahar”. Soluğunun sıcaklığıyla, sesinin yumuşaklığıyla gönüllerin açılmasına sebep oluyor. Bizler ihtiyaçları hiç bitmeyen varlıklarız. Hayata tutunabilme, sağlık, gıda, emniyet ve barınma… Hepsi ihtiyacımız. Sevilmemiz, sayılmamız bizi rahatlatır. Bir yere ait değilsek boşluğa düşmekten korkarız. 

Hayatın özü, insanî potansiyelimizi ortaya koymak ve onu yaşayarak geliştirmek. Buna kendini gerçekleştirmek diyoruz. Çünkü kendimizi geliştiremezsek “özü ve sözü bir” olamıyoruz. Dürüst olmayan, tutarsız yaklaşımlar ise ilişkilerdeki uçurumlarımız. Bizler bu uçurumlardan ya yuvarlanıyor yada yuvarlanmamak için egolarımızla dağa tırmanıyoruz. Oradan ufuklara bakmak yerine sadece dağlaşıyoruz.

Halbuki bizdeki meyletme özelliği, bir başka insana olan ihtiyacımızı gösterir. Sevgimiz başka sevgiyle, derdimiz başka dertlerle ses verir. Başka yüz, aynamız; başka karakter soframız gibidir. Ancak sofrada olanı görmek yerine, olmayanı – gerekli, gereksiz- her şeyi istediğimiz için gün geçtikçe ihtiyaçlarımızı dert haline getiriyoruz.

Ağaç bildi ki,
Bu nasip gökten gelir.

Benim ağacım, nasibin gökten geldiğini biliyor. Toprakta, suda, havada nur olmamasına rağmen o nuru kimin toprağa ektiğini de biliyor. Ağacım, benim sadece hayalim değil; hayatım. Kökü hakikatten alıyor suyunu, inancımla büyüyor. Ve ruhumu göklere bağlayan bu inanç benim en büyük gerçeğim. 

İnsanın gerçekten kaçışı ne hazindir. İçinde eğer ‘gerçek sevgisi’ yoksa, faltaşı gibi açılmış gözleri gerçeğe saplansa da insan, başını bırakır, gerçekten yine kaçar!

Aslında bir itiraftır kaçış… 

Bir şey sezinlemeyen, hiçbir şey hissetmeyen gerçekten niçin kaçsın? Burada önemli bir nokta var.

Dış çizgileriyle inançsız görünse de, olayın köklerine inince, bir ‘arayış’ buluruz o insanın içinde. İnsan aldanışın verdiği kolaylığa kendini bıraksa da bilinçaltının verdiği tedirginlik, ‘ya varsa!’  tereddüdü, gizliden gizliye onu rahatsız eder. Aldandığını, sorumlu olduğunu, içinden ‘bir ses’ söyler sürekli.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.107

Yolunu bulamayan arayış, menzile götürmez. Bugün bizler “Gerçekten kaçmak.” ile “Ya varsa!” tereddüdü arasında yalpalıyoruz. Bilinçaltı dikenlerle dolu. “Aldandığımızı, sorumlu olduğumuzu” söyleyen sesin nereden geldiğini bilemediğimiz için de o sesin bize anlatacağı başka hakikatlerden mahrum kalıyoruz. 

İnsanlığın en büyük tehlikesi batıla bulaşmak. Çünkü batıl, nefsin serkeş sahasında bizleri adeta uyuşturur. Düşünmek, farkındalık gibi kabiliyetlerimiz zayıflar. Kendi anlamı gibi (5) boş şeylerle zihnimizi, kalbimizi esir alır. Ve sonunda yavaş yavaş insanlığımızdan uzaklaşır ve kendi boşluğumuzda kayboluruz. Kaybolma korkusu bizi hiç düşünmeden -önümüze ne çıkarsa çıksın- ona sımsıkı tutunmaya götürür. Bu sebeple yalnızlığa tahammül edemiyoruz. 

Yalnız değilim der. Aslında yalnızdır insan. Başkalarıyla birlikte olmak felâkette bir teselli, avuntudur kuşkusuz. Birbirine benzeyenler genelde bir araya gelirler. Bu nedenle, hiçbir şey değişmiş olmasa da, felâket genel olduğunda insanın acısı hafifler. 

Aslında herkes ayrı bir akış içinde silinip kaybolurken, bu yapay teselli gerçeği sadece gizler…

Neden çoğunluğun peşine takılırız? Onlar haklı oldukları için mi? Hayır, onların daha güçlü olduğunu sanırız… Sevgi maskesi ardına gizlenerek insan kendisinden kaçıp başkasına sığınır. Kendine katlanamadığı için bir teselli aramaya gider.

Bu kaybolmalar, kaybolanların sesleri insanı kahrediyor. Gencecik bedenin kendisine kıyması, yanlış ilişkilerin kurbanları kahrediyor. Kaybolmanın ucundan sıyrılanlar, çok elbet. Arif’in babası Şeref Bey, bu şanslılardan. Ruhunu yıpratan eski çevresindeki atmosferden çıkma kararı, onun adeta dönüm noktası olmuş. Şu an kardeşi ve oğlu bir uyanış sebebi. Onların kalplerindeki nurla bu örselenmiş topraktan inşallah yeniden sürgünler baş verecek.

İnsanların çoğunluğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz. Yanlışın taraftarı artarak tekrarlanıp durması o şeyi doğru yapmaz.

Sayı gerçeği değiştirmez. Kaldı ki, ‘Ne zaman insanlar benimle aynı fikirde olsa, hatalı olduğumu düşünürüm.’ diye Oscar Wilde’ın güzel bir sözü var.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.108,109

Bir’in Sırrı’nı hediye etsem nasıl olur acaba? İnanıyorum; bu cümleler Şeref Bey’e iyi gelecek. Arif’in anlatmasına göre babası oldukça sakin, fazla konuşmayan; ama çok okuyan biri. Bu kitap uygun bir hediye olabilir. Hem dinlenmesi şart. Bir köşeye çekilip kitaplara dalabilmesi ise kaçınılmaz. Ve kitapta ele alınan hakikatler, iç dünyası hayli darbe almış, yaşama küsmüş bu adama mükemmel ilaç olabilir. Nur’la konuşup en yakın zamanda Arif’e Hanımları ziyarete gitmeliyim. 

Evet. Hayallerimde umudumu dile getiren bir ağaç var. 

Ey rüzgâr!
Yorgunlara, umutsuzlara
Fısılda bende olanı.
Uyansınlar ve özlerini eksinler
Toprağa sadece…

Bir gün gelecek
Bilsinler ki, baş verecek
Bir sürgün;
Dalları ışıktan insanlığa gebe.

***


1. “O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah’ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir.” Al-i İmran / 140
2. Sima: Mühür basma, damgalama. Arapça. Mevsim de aynı kökten geliyor.
3. Rıfat Ilgaz / Bütün Şiirleri / Ocak Katırı Alagöz
4. Mekân: Var olunan yer, konum. Arapça.
Kavn: Varlık, var oluş.
Kâinat: Var olanlar, tüm varlıklar,
5. Batıl: Boş, geçersiz, yanlış, saçma. Arapça.
Butlan: Geçersiz olma, yok hükmünde olma.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Her nedense, yazınızın başlangıcı Tarkovski’nin insanlığa son vasiyeti olan Kurban filminin açılışını hatırlattı. Filmin ilk sahnesi ölü bir ağaçla başlar. Ağaç, Tarkovski’nin ilk eseri İvan’ın Çocukluğu’nda İvan’ın ölürken dokunduğu ağaçla aynı anlamı taşır. Bu sahne Tarkovski’nin sürekli aradığı “yitik cennetin” doğada olduğunu akla getirmektedir. Andrei Rublev de ağaç, semâ ile arzı birbirine bağlayan bir köprüdür. Nostalji’nin son sahnesinde ise, bir İtalyan katedralinin ortasında bir Rus kırsal çiftlik evi belirir. Bu hane, yitirilmiş cennete duyulan özlemin gözyaşlarıdır.
    Tarkovski’nin dünyasında fedakarlık ağacı ölmüştü ve o, fedakarlık ağacını hayata döndürmeye çalışıyordu. Siz sevgili Elif Hanım’ın Sokak ve ardından devam edegelen Haneler yazılarının Tarkovski’nin ölü ağacı sulaması gibi olduğunu düşünüyorum. İnsanlığın Son Kutsal Kalesi’nin ev olduğuna inanan biri olarak.. Kıymetli yazılarınız hane, sadece bedenin değil, ruhun da ülkesi neden olmasın fikrini oluşturuyor. Sokak ve hane çocukluğumuzun en güzel manzaraları. Bu manzaralarla bağımızı kaybedersek, geçmişin kaybolduğu ve zamanın hiçbir yere akmadığı uçsuz bucaksız bir çöl ile karşı karşıya kalırız.
    Bir kaynak gibi canlı olan ve ruhsal yaşamımızı besleyen yazılarınız için tüm kalbimle teşekkür ederim.

Leave A Reply