Ey Kulum Bin ve Bana Gel

1

Sokağa çıkma yasakları, maskeli insanlar… “Eyvah su kalmamış, domates yeter mi?” telaşları, evde ekmek yapma çabaları… Hepsine alıştık.  Hayat bir oyun, dünya bir tiyatroysa kader sahnesinde payımıza düşen rolleri sergilemeye çalışıyoruz. Kaç ay oldu? Bu oyunda hem beşer olmanın hem insan olmanın hem kul olmanın hakkını verebilmek için değişik kişiliklere büründüğümüz rollerle kaç zamandır sahnedeyiz. Oyun zor, çok derin. Elimize verilen tekstleri ezberlemekle işimiz bitmiyor. Sanatçılığın hünerleri ince; ortaya titizlikle konulması gerekiyor. Oyun tutarsa bizden sonrakilere örnek olacak. İzleyenin, okuyanın hayli etkilendiği bir eser. Bizden önce de asırlar boyunca oynanmış. Bazıların bilmediği, bazıların bilip de unuttuğu, çok azımızın etkilenip üzerinde yorumlar yaptığı muhteşem bir klasik. 

Birbirimiz için dua ettiğimiz günler. Sadece aile değil -içten dışa yayılan daireler gibi- muhit, şehir, ülke ve bütün dünya hayatta kalabilmenin mücadelesini veriyor. Peki, kiminle bu mücadele? Bir virüsle: Adı, Corona. Bu virüsün partikülleri; yani parçacıkları o kadar küçük ki… 100 milyon viral partikülü sadece bir toplu iğne başı kadar. Peki nerede yaşıyorlar? Uzmanlara göre dünyanın her yerindeler. Onların olmadığı yer yok. Yani düşman küçük; ama etkisi çok büyük ve onlar her yerdeler.

Yaşlanmanın çaresini arayan; hatta bulduğunu sanan ve her şeyi zekasıyla çözebildiğine inanan insanoğlum! Küçücük bir virüsün karşısında aylarca şaşkın ve yorgunsun. Mikroskopla bile görülemeyen bu küçücük düşmanın önüne geçmek için ne paran geçerli ne mevkin ne imkânın. Prensin tebaası ile, patronun işçisiyle, zenginin fakirle eşit olduğu bir hakikat kulvarında yan yanasın. Medyadan aldığın haberler renk renk. Ümitler, stresler, sükûnet, öfke apayrı tınılarda. Akıllar konuluyor ortaya, projeler sunuluyor her yerde ve bir müjdenin fısıltısını bekliyor koskoca dünya. 

İnanmış biri olarak imanın bu kadar koruyucu bir kucak, lezzetli ve şifalı bir nimet olduğunu bu derece idrak edememiş olduğumu düşünüyorum. Her gün şahit olduğum ayrı bir örnekle bilginin, zekânın yeterli olmadığı engellerin ancak bu nimetin sihriyle aşılabildiğini görüyorum. 

Metrekareler, şartlar farklı da olsa herkes kendi yuvasında birbirine benzer şeyleri yaşıyor. Hastalığın uğradığı evlerde zaman geçmek bilmiyor. Bunalanlar, kapı önlerinde kısa yürüyüşlerle ferahlamaya çalışıyor. İmkanlar kısıtlı, sınırlar dar. Hastalığın uğramadığı evlerde ise tekdüzeliği nasıl renklendirebilirim telaşı insanları birbirine yaklaştırıyor. Mutfak, balkon -varsa serin bahçeler- en sevilen köşeler. 

Yaşam da elimizde olanları değerlendirdiğimiz bir çeşit mutfak değil mi? Dolaplar istenildiği kadar dolu olsun; pişirmeye kalkmadan doymuyoruz. Kullandığımız malzemeyi, araç-gereçleri ve becerimizi ancak denerken tanıyabiliyoruz. Kalite, beceri, emekle zamanı hayat eyleyen mutfaklar… İhmalin, tembelliğin, beceriksizliğin, bencilliğin yaşamı dar ettiği mutfaklar…  

Balkonlar…  Aynı dışarı açılan nazarlarımız gibi. Güzelliği seyretmek için, ferahlamak için varlar. Ya gölgelerine sığındığımız ağaçların, kenar süsleri gibi uzanan ortancaların sardığı bahçeler… Apartmanımızın güzel bir bahçesi var. Kaç aydır fazla araç trafiğe çıkmadığından mı, nedir, hava tertemiz, yeşil bir başka türlü. İstanbul’un bu köşesinde eski yazlara benzer bir yaz yaşıyoruz. Öğleden sonraları eşim yeni kedimizi bahçeye indiriyor. Zamanla bu inmeler bahçenin köşesinde birkaç komşunun da katılmasıyla muhabbete dönüştü. Tabii muhabbetin olduğu yerde ne aranır? Çay. Ağızlarda maskeler, birbirine hayli mesafeli iskemleler… Bahçe duvarında kediler. Garip; ama güzel. Sıkıntıları güzelliğe dönüştürmek gibi bir özelliği varken insanoğlunun, neden çoğumuz öfkeli, bunalım içinde ve neden bu denli yalnızdır? 

Ancak salim aklına, sağlam bilgisine, her türlü imkanına rağmen hayatın böyle zorlu safhalarında insanoğlu yalpalayabiliyor ve çok tehlikeli anlar yaşayabiliyor. İşte böyle zamanlarda ne yapacağımızın en doğru kararını veren güç; iman, kalbî itminan ve bizi bunlara ulaştıran delillerin kuvvet dereceleri. 

Zihnin bilgiyle, sebeplerle tatmin olması yeterli değil. Vesveseler, evham kasırgadan beter. Mum da ışık veriyor, elektrik de. Ancak bir üflemeyle mum sönüyor, bir kasırgayla trafolar yıkılıyor; ama güneşi hiçbir güç söndüremiyor. Çünkü kaynağı Yaradan. Kalbin kaynağı da Yaradan’dan geliyor. Bundan dolayı kalbî itminanın olduğu yere ne vesvese girebiliyor ne evham ne endişe… Hz. Âdem’in çocukları olan bizler böyle bir kasırganın ortasında hep birlikte insan olmanın, âdem olmanın cilvelerini yaşıyoruz. 

.Delikanlı, insanlık bir olgudur. O olgudan kim bir lokma yerse, alırsa ve üzerine sürerse ve onunla boyanırsa o zaman insan olur. Bazıları o boyaya kendilerini olduğu gibi batırır. O olgudan başka hiçbir şey onlarda gözükmez dedi.

Ben de 

.Hepimiz insanız. Öyleyse o olguyu taşıyoruz, dedim. 

Şöyle emin tarzda

.Yoo… dedi. 

Ben de biraz muhalefet havasında

.Nasıl yoo… İnsan değil miyiz? Bu kadar dolaşanlar, insan değiller mi? 

.Hayır. Çoğu Birinci Âdem, azı İkinci Âdem, çok azı da Üçüncü Âdem; İNSAN yani dedi.
….
Birinci Âdem, tüm yaratılmış insanların ortak adı. İşte senin söylediğin ‘Hepimiz Âdemoğlu âdem değil miyiz’ in karşılığı, bu Âdem. 

Bu manada evet. İkinci Âdem bilgili. İnsanlık öğelerini taşıyan, vasıflarını bilen. İnsan olma yolunda. Üçüncü Âdem; yani İNSAN; Yaradan’ına, O’nun gönderdiği bineğe binip giden Âdemoğlu. Gördün mü Âdemler içinde Âdem olanı? İşte melekler bu Âdem’e; Üçüncü Âdem’e; insana secde etti ve eder. Eşref-i mahlukat rütbesi bu insandadır.
….
.Affedersiniz dedim. Tam isminiz nedir diye soracaktım ki, 

.İlhami dedi. 

.İlhami Abi, ben de Âdem. Memnun oldum dedim. 

.Hangi Âdem dedi, hangisi?
….
.İnşallah, Üçüncü Âdem oluruz, dedim. 

.Ya… Gördün mü? İlkin, masaya oturmadan önce ‘Deli olmak için insan olmak lazım’ dediğimde içinden kızmıştın. Oysa şimdi kendinin insan olma konusunda tereddüdün ve var olma yolunda da temennin var. Bazı gerçeklerin algılanınca kabul edilmesi kolay oluyor; değil mi? 

.Evet ama ben bazı dinî ve felsefî kitaplarda insanı; faydalı üretim ve işlerle insanlığa, çevreye, mahlukata faydalı olan diye biliyordum, dedim. 

Bana bakarak: 

.Onlar insanlığın alâmetleri, vasıfları; yani bilgilerini kullanma öğeleri. Yani İkinci Âdem. Eşyanın, isimlerin öğrenmiş olduğu bilgisini kullanan Âdem. 

Üçüncü Âdem ise bu bilgi ve becerilerini Aşkla uygulayan, sevgiyle mahlukata yararlı olan, o binekle dolaşıp Yaradan’ına ulaşan. Bir, bilgi ve beceriyi uygulamak vardır. Bir de aşkla, sevgiyle bilgiyi, beceriyi uygulamak vardır. Atomlardaki, moleküllerdeki sırları, aşkları bulmak; yani bilim-ilimle uğraşıp Yaradan’ının isimlerini orada görüp okumak, okuduktan sonraki şifreyi çözüp manayı anlamak… 

.Ne var o moleküllerde, atomlarda? Şifre ne ki, dedim. 

.İşte oradaki şifre: 

AŞK. Ey kulum, bin ve bana gel daveti var. Anladın mı? 

Oktan Keleş / Bir Meczubun Rüyası / s.17-18-20-21

Göğe bak, yere, yeşeren tabiata dokun, içine dön, kendini yokla, aynada kendini seyret… Her şey sana gönderilen birer “bana gel” daveti değil mi? “Gel ve beni tanı. Aynı kuşlar gibi kon isimlerime, nasibini al.” der gibi. Neden davete icabet etmek istemez insan? Birer şiir gibi sunulan güzelliklerdeki mana şifrelerini merak ederek çözmeye çalışmaz? Oysa bu şiiri anlamak, rehberdir muhabbet yolcusuna. Sevdanın kokusu geldikçe adımlar hızlanır. Her soluk gök âleminin zikrine birer halkadır. Zaman uzar, mekân genişler. Bütün bunlara rağmen neden İkinci Âdem’de; hatta çoğumuz Birinci Âdem’de kalırız? Kendimizi bilmeden, Yaradan’ın bizden ne istediğini anlamaya çalışmadan, hayatın bizden ne beklediğini bilinçli bir nazarla görmeden sadece yaşamak için yaşamaya çalışmakla doğru yolda olduğumuzu sanırız.

Ama öyle olmuyormuş. Bugünkü dünyanın görüntüsü ve bizler bu gerçeğin birer deliliyiz. Oysa zaman geçtikçe birbirinden değişik yaşamların farkına varan insanoğlu, aklını ve iradesini tanıyor. Kendine verilenleri kullanma alanının sınırsız ve onları kullanma konusunda da özgür olduğunu öğreniyor. Gün geliyor, önünde yollar açılıyor, karşısında bugünkü gibi kalakalıyormuş: Hangisinden gidecek?

Şems-i Tebrîzîye sordular; 

.Mademki kader var; neden bu çaba? 

Şems-i Tebrîzî dedi ki:

.Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir; ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâkimisin ne de hayat karşısında çaresizsin.

 İdrak, temkin ve temyiz ehli ol!

İmanda zafiyet yaşayanların zihinleri karmakarışık. Maddî sıkıntı yaşayanların çehreleri bir başka türlü. Kısıtlamalardan bunalanlar “Ne zaman bitecek?” sorusunu durmadan tekrarlamakta. Karşılaştığımız böylesi sapaklarda “hata yapma” tehlikesini atlatabilmek mesele.

“Nasıl doğruyu seçeceğiz? konusunda bocalıyoruz.

Şems-i Tebrîzî ‘ye göre ilkin “idrak” edeceğiz. Düşünüyorum: Zaman da Allah’ın gönderdiği bir binek değil mi? Bineğin idrakindeysem onu kimin gönderdiği, nereye götüreceği, bineğin kalitesi konusunda bir farkındalığa varmışım demektir. Zamanın atomlarını, moleküllerini hissedebiliyorsam yaşadığım her ana yansıyan Yaradan’ının isimlerini okuyabilmeye açığım demektir. Hayatın insana çöz dediği şifreyi çözebilmek bir lütuf. Bütün bunları gerçekleştirirken hayatın manasını anlamak ve huzuru bulmak. İşte bu idrakin sonucundaki huzur, insanı Allah’ın huzuruna götürüyor. Akıl, kulak, kalp de bu huzur halinin şahitleri oluyor.

‘Hiç şüphesiz bunda aklı olan yahut şahit olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır.’

Kaf / 37

Her an beşerden insana, insandan kula; kuldan insana, insandan beşere dönüşebildiğimiz helezonlar var yolumuzda ve bunlar bizi hayli zorluyor ve zorlayacak. Gönül halden hale geçerken sinsi şeytan hiç boş durur mu? Her an fısıldayacak kulağımıza, düşmemiz için ayağımıza çelme takacak, batıla sapmamız için elinden ne gelirse yapacak. Bu sebeple insana dar ve tenha yol olan “tarik”, işlek olan “sebil” değil; emniyetli yol olan “sırat” tavsiye ediliyor. Çünkü bu yolun etrafı sınırlı ve üzerinde işaretler sadece istikameti göstermekte. Hayatın her anında doğru, isabetli karar verebilmemiz için istikamet üzere kalmamız şart. Bu da Şems-i Tebrîzî’nin dediği gibi “temkin”le gerçekleşebiliyor. 

Kısaca anladığım şu: Aklım istikamette, düşüncelerim doğru olursa yaşananları net görebileceğim. İradem istikamette, kararlarım isabetli olursa yanlış adım atmayacağım. Kalbim istikamette, hislerim sağlıklı olursa iç dünyam zehirlenmeyecek. Korku, endişe, vehimler her anımı didikleyemeyecek. O zaman vicdanım öz vatanına, fıtratına kavuşacak. Bu kavuşma yaşadığım her anı cennete çevirecek. Böyle bir cennette ruhum, üflendiği bedenimden “üfleyen”e her nefeste durmadan gidip gelecek. Göğün bütün katlarında adeta gezinecek. Ve ben her şeye rağmen ferahlayacağım.

Yani aklım her sebebin ardında “sebebin sahibi” olduğunu bildiğinde, kalbim kadere rıza gösterecek. İradem gerçek iradeye teslim olduğunda vicdanım huzuru koyacak avuçlarıma. Demek ki hiçbir hakikat, yaşanmadan sadece bilgiyle net görünemiyormuş.

Bela, kemend-i mahbub-ı ilahîdir. Aşıkları mahbuba döndürüp, ondan başkasına yönelmelerine mâni olur.

İmam-ı Rabbânî’nin bu hikmetli sözüyle sıkıntıların biz kullarını kendine çekmek için Allah’ın kullandığı birer kement olduğu; gafletle başka yerlere çevrili yüzlerimizi bu kementlerle kendine döndürdüğü hakikatini içime adeta sindiriyorum. İmanın odur ki: O’nun muradı buysa rahmeti de muhakkak bizimledir.  

Şimdilerde biraz durulduysa da aylarca corona virüsünün nereden çıktığı ve nasıl yayıldığıyla ilgili söylentilerle hayli çalkalandık. İnsanı insanlık adına endişeye düşüren bu haberlere rağmen sakin yaşayabilmek maharet istiyor. Stresten uzak yaşayabilmek için Şems-i Tebrîzî’nin önerdiği bir başka güç ise “Temyiz”. 

Çünkü bir olayın sebeplerini ve sonuçlarını sadece akılla değerlendirmek yetmiyor. Bunu aynı zamanda kalple idrak edebilmek ve bu idrake uygun biçimde iradeyi doğru kullanabilmek önemli. Zaman Allah’ın gönderdiği bir binekse Corona günleri de bizim bineğimiz. “Temyiz eden kalp” bu bineğin idrakinde ve kainattaki her şeyin birer sebep olduğunu biliyor. Sebebin yaratıldığına ve onun da bir Yaratıcısı olduğuna iman ediyor. 

“Temyiz” imanla temizlenmiş bir kalbin ve aklın hüneri. Çünkü “temiz” ve “temyiz” aynı kökten. Biri dışımızın pak oluşu, diğeri içimizin. Çünkü iman kaybedildikçe kalp ve akıl kararıyor, kirleniyor; iman ziyadeleştikçe aydınlanıyor, temizleniyor. Temizlendikçe temyiz etme kabiliyetinin kalitesi artıyor. Önce suret temizliği sonra siret; yani ahlak temizliği… Bunlar gerçekleşebilse kim bilir bizler, aile, toplum ve dünya ne güzelliklere ulaşacak?

‘Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları gayesiz, boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin bir zannı ve iddiasıdır.’

Sâd / 27

Sebepler vasıtası ile olayları yaratan, Allah. Düşünün: Her ürün, her oluşum bir araçla önümüze gelmiyor mu? Rızık, yağmur, sıcaklık, sevgi, hastalık… Hepsi adeta birer çiçek, birer meyve gibi. Çiçek ve meyve bir sonuç, bir gayeyse bu sonuca vesile olan nedir? Müsebbibü’l-Esbab. Müsebbibü’l-Esbab olan, neden böyle olayları yaratır?

Bitkinin tohumdan çiçeğe, ağacın çekirdekten meyveye uzanan yolculuğunda yola dizilmiş ilahî isimler… Hastalığın da tohumdan çiçeğe uzanan bir serüveni varsa o serüvende yola dizilmiş isimleri okuyabilmek hastaya, hastalığa şahit olana düşüyor. İdrakle, temkinle okuyabilen -Allah’ın izniyle- hastalığın sebebindeki murada; ölüm, sağlık gibi sonucundaki hakikate “temyiz yolu”yla ulaşabiliyor. Çiçeğe durmuş hakikat adeta kökü, gövdesi, dalları vasıtasıyla kalbe “Kon benim renklerime, bin benim kokuma, sarıl endamıma. Beni sana gönderene seni götüreyim” diyor. 

Adamın biri İmam Cafer Sadık’a gelerek şöyle bir soru sorar: 

.Allah’ı bana anlat ve tanıt, zira birileri karmaşık tartışmalarla zihnimi bulandırdı ve beni şaşkına çevirdi. 

.Şimdiye kadar hiç gemiye binmiş miydin? diye sorar İmam.  

.Evet.

.Hiç geminiz batma noktasına geldi mi? Sizi kurtaracak ne bir gemi ne de yüzme bilen bir şahsın olmadığı bir durum vuku buldu mu?

.Evet.

.O durumda iken seni o tehlikeli durumdan kurtaracak bir gücün varlığını hissettin mi?

.Evet.

Bunun üzerine İmam: 

.‘İşte, hiçbir kurtarıcının bulunmadığı ve hiçbir yardımcının olmadığı bir durumda seni kurtaracak ve sana yardım edebilecek o varlık, Allah’tır.’ der. 

Bizi kurtaracak ve bize yardım edebilecek Gerçek Dost’un varlığına sarılmaya, kudretine güvenmeye, rahmetine sığınmaya en ihtiyaç duyduğumuz günlerin içindeyiz. Kuytularda titriyoruz; güneşe muhtacız. Güneş hep var; ama perdeyi çekmişsek sıcaklığını kalbimizde, aydınlığını aklımızda nasıl hissedeceğiz? Oysa güneş rahmet ve kudret eliyle her gün yaşamımıza farklı şekillerde dokunuyor. Ona arkamızı dönmüşsek önümüze düşen gölgelerden hakikati nasıl net görebileceğiz?

‘Öyleyse siz nereye gidiyorsunuz?’

Tekvir / 26

Çoğumuz nereye gittiğini bilmiyor. Çünkü fıtratımızı ilk haliyle tertemiz koruyacak ve bizi insan olarak ayakta tutacak “rehber”i anlayamadık. İlahî kelamın söylediklerini tek tek hayatımıza işleyemedik.

‘Ve O (Kur’ân), taşlanmış şeytanın sözü değildir.’

Tekvir / 25

‘O, içinizden, istikamet üzere olmak isteyen kimse içindir.’

Tekvir/ 28

Hiç kimse başkasının elleriyle daldan meyve toplamanın tadını varamaz. Kimse başkasının ayağıyla toprağı hissedemez. Diken kime battıysa onun canı yanar. Kim kokladıysa gülü, o nasiplenir. Onun için sen yaşayacaksın kendi olayını. Eline verilen teksttekileri sadece sen okuyacak, sen sindireceksin. Başkası değil, sen bulacaksın onun içindeki anlamı. 

Bulan, emniyeti bulur ve korkudan kurtulur. Bulan, nimeti bulur ve tükenmekten kurtulur. Bulan, hayatın anlamını hisseder ve zamanın hikmetlerini dinler. Neden? Çünkü “bulmak” aklî açlığın, kalbî susuzluğun sonudur. Bulmak aramanın vardığı, emeğin dinlendiği huzurdur. Onun için aç olmayan, susuzluğu bilmeyen, aramayan ve emeğini ümide katmayan bulamaz. 

Kim demiş suyu arayanın susuz kalacağını? Kim zanneder “yâr”i bulanın boşlukta savrulacağını? Ey iman! Sen nasıl bir nimetmişsin!…  Canımda kaynayan ab-ı hayatım, ömrümle yazdığım en güzel şiirimsin. 

Öyle bir ab-ı hayat ara ki, bedeninde
Her damlası, kalbini dirilten pınar olsun.
Öyle bir şiir yaz ki, manalansın içinde.
Her harfi, hakikate ulaştıran “yâr” olsun.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. “–.İşte oradaki şifre:

    AŞK. Ey kulum, bin ve bana gel daveti var. Anladın mı? ”

    Nedense bu güzel yazılarınızda heyecan ve merakla sonunu beklerken “neymiş neymiş” diye içimden sorarken hep aynı cevap gelmesine rağmen hep yoğun mutluluk ve etkileyiciliği başarıyorsunuz. Konu aynı yere çıksada bunu bilsem de bunu anlatış biçimi tamamen aşkı daha iyi idrak ettiriyor ve etkileyici kılıyor. Bu mutlu sonu hep seviyoruz.
    Yıllarca olsun eskiden olsun şimdi olsun çok farklı hakikaketleri bilip yaşayan hocalar alimler olsun konuyu AŞK ve muhabbetle bitirmenizi anlıyoruz cok seviyoruz ve daha çok anlamaya çalışıyoruz. Allah razı olsun hepinizden.

Leave A Reply