Kendimi Bulabilirsem En Güçlü Benim

0

Ümit, atın olsa; ama binicisi yoksa hedefini bulabilir mi? Ümit, doruktan doğan güneşin olsa; perdeni açmazsan gözlerinde gülebilir mi? Ümidi işlemezsen baş verebilir mi, toprağa tohum gibi eksen? Ümit, yaşam sevincini, hayallerini, heyecanını bacaklarına yükleyen çocuk. Önünden dikenli çitleri kaldırmazsan koşabilir mi uçar gibi? Ümidin yoksa sen yoksun. Kalbin, ruhun yok. Ruhun yoksa var sayabilir misin kendini? Sence nedir hayat? Canlı, diri olman… Sense ya bencilsin ya sürürsün ayaklarını. Koşmak neyine senin? Dünyadaki yerin nedir? Nedir özlemin, hayallerin, gayen, hedefin? Demek ki ümide can vermek, senin sorumluluğun. Yaşama döşeyeceğin sorular… Çözümü emeğin; cevabı gayen. Sor kendine: “Var mısın bu hayatta?”

“Hiç kimse hem sorumluluk duygusuna hem ümitsizlik duygusuna aynı anda sahip olamaz.”   

Antoine de Saint-Exupéry

Saint-Exupéry “bu hayatta varım” diyenlerdendi. Onun için bu sorular ve insan olarak var olabilme arzusu onun yaşamının özüydü. Biliyordu ki bunları düşünen, sorgulayan ancak kendini ayakta tutabilir. İnsanlık erdemini koruyabilir. Biliyordu ki var olmak için sorumluluk almak, bir gaye için el ele vermek gerekir. Göklerde özgürlüğünü, yazılarında kendini aradı. Kelimelerinde “arama”yı aşıladı. Bu nedenle eserlerinin tadı hoşumuza gidiyor.

Varolabilmek için, her şeyden önce, sorumluluk yüklenmek gerekir. Oysa birkaç saat önce kördüm. Kezzap gibiydim. Ama şimdi daha açık seçik düşünüyorum her şeyi. Nasıl kendimi Fransa’nın bir parçası olarak göreli beri Fransızlardan yakınamıyorsam, aynı biçimde Fransa’nın da öbür uluslardan yakınabileceğini düşünemiyorum.

Dünya ulusları arasındaki ruhsal birlik bizim kararımıza işlemedi. Ama biz yeryüzü insanları arasında böyle bir birlik kursaydık hem dünyayı hem kendimizi kurtarırdık. Kaçırdık bu fırsatı. Herkes herkesten sorumludur. Herkes tek başına sorumludur. Herkes herkesten sorumludur. 

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilot / s.150-151

Hedef, gaye, amaç, maksat… Sorumluluğunu bilen bir şuurun, olmazsa olmazları. Şunu amaçlıyorum, maksadım bu, gayeme ulaşmak için, hedefimi çizdim. Sık sık kullandığımız kavramlar… Çoğu zaman birini diğerinin yerine koyabiliyoruz. Ancak aralarındaki ince nüanslar var. Şimdi genişten merkeze doğru iç içe daireler düşünelim: Amaç, maksat, gaye ve hedef daireleri.

Ulaşmak istediğimiz her türlü sonuç amacımız oluyor. Genel, dıştaki daire. Onun için amaçlarımız çok. Güzergâh çizemezsek aralarında bocalıyoruz. Bundan kurtulabilmek için tam bir hedefe yönelmemiz; yani bir şeyi kastetmemiz gerekiyor. Amaca giden doğru yol demek olan yeni bir daire çiziyoruz: 

Maksat. Daha özel; ama yine de maksadımız hayatımızı tam dolduramayabiliyor. Çünkü kalp ve ruh boşluklarımız gece gündüz boş kalmamalı. Kalbi ve ruhu dolduracak bir şey lazım. Nedir o? 

Gaye. Ulaşmayı hedeflediğimiz ideal; hayallerimizde, düşüncelerimizde çizdiğimiz en mükemmel model. Bir şeyin son noktası, uç, sonuç. Artık istenilen şey bulunmuş, zaman, beden, her şey ona amade olmuştur. Kalp de akıl da ruh da yapmaları gereken işi birlikte tasarlamaya başlar; yani hedefi çizer ve noktayı koyarlar. 

İşte burada en önemli şey, bu noktadır; yani mühür, damga. Ve bu mührü akla, kalbe, ruha basmalı ki hayatımız istikametini, nizamını, ahengini bulabilsin. 

Hitler orduları, Leningrad’ı kuşatmış; teslim almaya çabalıyor. Kent bombardımandan neredeyse yerle bir olmuş. Viraneye dönmüş binalarından birkaç ‘hayati’ parçayı kurtarmaya çabalayan ‘hayalet’ insanlar… Yıkık bir duvarın ardından çıkan, yaşlıca, ufak tefek bir adam görüyoruz. Kontrbasını bir sevgiliye sarılır gibi kucaklamış; bombardımandan, saldırganlardan kurtarmaya çalışıyor. Ha düştü ha düşecek diye bekliyorsunuz, tökezliyor, ama düşmüyor; ‘ruhu’, ‘tüm hayatı’, ‘varoluş nedeni kontrbasını kaçırıyor, kurtarıyor, viran yapıların arasında gözden kayboluyor…

O belgeseli bilmiyorum kaçıncı izleyiş
im. Her seferinde ayrı öyküler kurarım ve her seferinde, 61 yıl öncesinin o, kontrbasına bir sevgiliye sarılır gibi sarılmış ihtiyarını kıskanırım…  Önce aynı sahneye kendimi koyarım. Acaba ben neyi kurtarmaya çabalardım?’ diye sorarım kendime.

Ümit Otan

Kaçışı ölümden, çırpınışı ölümüne. Ne sonu belli ne başı kalmış… Ortada çırpınan bir yaşam. Gücün yettiğince geçmişten ancak birkaç parça taşıyabilirsin. Hayat kadar kıymetli, hayatı ayakta tutacak kadar sağlam bir şey. Aklın, yüreğin biriktirdiği en kutsalı. Çünkü bundan böyle onunla taşınacak ruhun. İşte böyle bir ortamda sor kendine: “Acaba ben neyi kurtarmaya çabalardım?” 

Hedef insanın “ruhuna şifa”, “tüm hayatına gıda”, “varoluş nedenine ışık” olmalı. Bu ışığı, gıdayı, şifayı bulduğumuzda, hayatın gayesini de bulmuşuz demektir. Ayakta kalmak istiyorsak onu asla kaybetmemeli. Viraneye dönmüş ortamda kendisi için hayatî değer taşıyan kontrbasına bir sevgiliye sarılırcasına sarılan ihtiyar gibi olmalı. O zaman yaşamı okumak ve bizden istenilen hayatı yazabilmek herhalde kolay ve zevkli olacak. Çünkü hayat güzel işlenirse okunmasına doyum olmayan bir şiir. Ancak her manzum eser şiir değilse, her yaşanan da hayat olmuyor.

Anlam, anlamak, anlatmak, anlaşılmak bu şiirin olmazsa olmazları. Hepsi hayatımıza yön veren değerler. Hepsi teker teker bizim yaşama tutunarak onu hayata çevirmemizi sağlıyor. 

Mesela zamanı anlamak, anı soluklamaya yarıyor. “An”a anlam yüklemek yaşamanın ne büyük zenginlik olduğunu gösteriyor. “Zenginliği idrak” teşekkürü getiriyor. Teşekkür, nazarı

“Nimet Sahibi”ne çeviriyor. Ve bütün zerrelerimiz zamanın kaleminde satırlara dökülerek hayatın, hakikatin ve insanın şiirini yazıyorlar. 

Tanrı sevgisinin neden insanları birbirlerine karşı sorumlu kıldığını. Neden umudu bir erdem saydığını da anlıyorum. Bu sevgi her insanı aynı Tanrı’nın Elçisi yaptığı için insanları kurtarmak herkese düşüyordu. Hiç kimsenin umutsuzluğa kapılmaya hakkı yoktu; çünkü her insan kendinden yüce bir varlığın habercisiydi. Umutsuzluk kendi benliğinde Tanrı’nın yadsıması demektir. 

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.161

Antoine de Saint-Exupéry

Antoine de Saint-Exupéry

Sen varsın ya… Umudum
Dünyamı aydınlatan
Nurum.

Umutsuzluk,
Karanlıktan öte karanlık.
Yuvarlanırım dipten dibe;
Kaybolurum.

Yok olmak, yanmaktan beter.
Yanmak delildir varlığına.
Tut elimden, beni bırakma.
Sensizlik sonu olmayan
Uçurum.

Ayetin ışığında -çok şükür- düşüncelerim bir bir yerine oturuyordu; ama yine de umutsuzdum. Bu konudaki endişemi, umutsuzluğumu İlhami Abi’ye açmalıydım ve açtığımda:

– ‘Umut yok deme’ dedi. Umut yok deme!

Umut yok demek, Allah yok demektir. Allah yokmuş gibi konuşma! Allah’ın var olduğu her yerde umut da vardır. Onun olmadığı yer mümkün olmadığına göre her zaman da umut var demektir.

Oktan Keleş / Melekler Ağlarken / İyilik Duvarı / s.154-155

Yaradan özümüze neden gaye, maksat, hedef gibi değerleri koymuş? Çünkü o zaman kendimize verilenleri anlayabilirsek, varoluş sırrına varabilmemiz kolaylaşacak. Yürürken ayağımız yıpranmasın ve daha hızlı yol alabilelim diye ayakkabı dediğimiz bir koruyucuyu düşünüp yapmışız. Ama kendimizi bulma, koruma yolunda aynı özeni çok az gösterebiliyoruz. Çünkü kol, bilek, kas gücümüz kadar irade ve yürek gücümüz yok.

Kendimi bulabilirsem, en güçlü benim. İnsancılık öğretimiz İnsan’a can verebilirse, en güçlü benim. Bir birlik kurabilirsek ve bunun için en etkili aracı, özveriyi kullanmayı başarabilirsek, en güçlü ben olacağım. Eskiden aramızdaki birlik, uygarlığımın isteği uyarınca, bir çıkarlar yığını değildi, özverilerden kuruluydu.

En güçlü benim; çünkü ağaç, toprağı oluşturan maddelerden daha güçlüdür. Katedral taş yığınından daha görkemlidir. En güçlü benim; çünkü hiçbirine zarar vermeden en değişik özellikleri kendinde toplama gücü yalnız benim uygarlığımda var. O kendisine güç veren bu kaynağı durmadan besler.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.169-170

Ağacı topraktan, katedrali taştan ayıran şey, onlara verilen emek ve yaşanılanlardan üzerlerine sinenler. Meyve ne dala ne köke ne yaprağa benzer; ama onların el ele verişinden oluşur. Mabetlerdeki parçalar da birbirine benzemez. Ama ustalıkla yoğrulmalarından İlahî bir mekân çıkar ortaya. Keşke insanlık da renk, dil, gelenek, zevk ayrımına girmeden bir araya gelebilse. Hayali bile ne ütopik geliyor.

Gönül adamlarını bizlerden ayıran da işte bu. Onlar her şeye rağmen hayallerini, umutlarını kaybetmiyorlar. Yine Yunusça düşünürsek: Yaratılan her şeyi Yaradan’ın bir emaneti gibi görüyorlar. Seyretmek yerine çaba gösterip, adam sende yerine değer veriyor, sorumluluğu seçiyorlar. Onun için onların yaşam gemileri, karanlıkta da fırtınada da selametle yol alıyor. 

Ben gemime yönelen tehditleri biliyorum. Gemim dışarının karanlık denizinde sürekli sallanıyor. Ve de olası öteki görüntülerle. Çünkü tapınağı yıkmak ve başka bir tapınak inşa etmek için taşlarını alıp götürmek daima mümkündür. Ve başkası ne daha gerçek ne daha yalandır; ne daha doğru ne daha yanlıştır. Ve hiç kimse felaketi tanımayacaktır; çünkü sessizliğin niteliği taş yığınlarında yazılı değildir.

Bu nedenle geminin en büyük ıskarmozlarına güçlü bir destek vermelerini istiyorum. İnsanların inşaatı… Çünkü geminin çevresinde kör doğa var. Henüz ne olduğu bilinmeyen ve güçlü bir doğa… Denizin gücünü unutan, abartılı bir huzur içinde yaşama tehlikesini göze alır.

Gemide yaşayan insan artık denizi görmez. Ya da denizi fark etse bile onu geminin bir süsü olarak gibi görür. Bu zihnin gücüdür. Denizin, gemiyi taşımak için yaratılmış olduğunu sanır. Ama yanılmaktadır.

Ama ona mutlak bir yanılgıyla inandığımızda artık onu korumayı düşünmeyiz. Ve ben delinin beni nerede tehdit ettiğini iyi biliyorum. Ve hokkabaz, parmaklarıyla kolayca yüzleri biçimlendiren insan… Onun gösterisini seyredenler mülklerinin yolunu kaybederler. Bu nedenle onu yakalatıyor ve parçalattırıyorum. Ama bana onun haksız olduğunu kanıtlayan hukukçularım kesinlikle bu kararımda etkili olmadılar.

Yapısı da henüz oluşmamış. Benimki oluşmuştu. Ve işte bu nedenle hokkabazı mahkûm ediyorum ve böylece halkımı çürümekten kurtarıyorum. Çünkü buna artık önem vermeyen ve onun bir gemide yaşadığını bilmeyen, önceden yok olmuş gibidir ve kısa süre içinde dalgaları bu aptalca oyunları yıkayacak olan denizin ortaya çıkacağını görecektir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.33

Huzur nedir? Köşende genleşerek, sorumluluğu unutup yan gelip kendin için yaşamak mı? Yoksa helalinden aldığın yastığında bedeninin yorgunluğunu, fedakâr duygularına yaslayarak insanlık rüyaları görmek mi?

Bizleri oyalayan, gerçekleri görmemizi engelleyen her şey, aynı hokkabaz gibi. İrademizi elimizden alıyor, aklımızı dumura uğratıyor. Bu dünyada sadece seyreden, seyirci kalanlardan mı; yoksa iradeyle, bakma gücüyle neyi gördüğünü fark eden, değerlendirenlerden miyim? diye soramıyorum bile kendime. Kullanmadığım için kaleme, boş bıraktığım için kağıda, sevgiyle doyuramadığım kalbime, görmeyi bilmeyen gözlerime, emeği tatmayan parmaklarıma yazık değil mi? Zaman geçtikçe her yazık birikecek ve gün gelecek hakkımda hüküm verilecek: Yazıklar olsun! Evet! Yazıklar olsun!

Sizin ordunuz mendireğe baskı yapamayan bir denize benziyor. Siz mayasız hamur gibisiniz. Tohumsuz bir toprak gibi, arzusuz bir kalabalık. Bir yere götürmüyorsunuz, yönetiyorsunuz. Aptal tanıklardan başka bir şey değilsiniz. İmparatorluğun sınırları zorlayan karanlık güçler sizi yönetmekten vazgeçecekler ve denizde boğacaklar. Sonra, sizden daha aptal olan tarihçileriniz felaketin nedenlerini açıklayacaklar ve düşmanın başarısını bilgelik, hesap ve bilimle açıklayacaklar. Ama su, insanların kurduğu bentleri ve kentleri yıktığında katiyen bilgelikten, hesaptan ve bilimden söz etmiyorum. Ama ben geleceği mermerini işleyen bir heykelci gibi biçimlendireceğim.

Ama ben diyorum ki o katiyen hesaplamıyordu, taşı işliyordu. Yüzün gülümsemesi kesinlikle terin, kıvılcımların, çekiç darbelerinin ve mermerin karışımı değildir. Gülümseme kesinlikle taştan gelmez, yaratıcıdan gelir. İnsanı özgürleştir, yaratacaktır.”

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.73-74

Saint-Exupéry savaş yıllarının yıkımından kurtulabilmek için yepyeni bir dünya düzeni oluşturmak istiyor. Bu düzeni kuracak ideal toplum ve bu toplumu meydana getirecek mükemmel insan modeli, onun gayesi olmuş. Ve yazdığı eserler kendisini seçtiği hedefine götüren yolun çizgileri. Masumiyet, duruluk, sevgi, önyargısızlık, sorumluluk, dostluk, fedakârlık temalarını işleyerek her daim gayesinin peşinde azimli, vefalı bir yolcu olarak yürüyor. Ancak bu temaların işlenebilmesi için özgür ortamların oluşturulması lazım. Çünkü özgürlük, yolcunun olmazsa olmazı. Ne zaman ki kısıtlanıyor. Ayak yürümez, el çalışmaz, akıl işlemez hale geliyor.

İnancım odur ki, Özel’e duyulan saygı ölümden başka bir şey getirmez; çünkü düzeni özdeşlik üstüne oturur. Varlık’ın birliğini, o Varlık’ın çeşitli parçalarının özdeşliğiyle1 karıştırır. Ve taşları bir hizaya getirmek için, katedrali yıkıp yerle bir eder. Öyleyse ben, bir âdeti öbür âdetlere, bir ulusu başa uluslara, bir ırkı öbür ırklara, bir düşünceyi öbür düşüncelere benzetmeye çalışanlarla çarpışacağım.

İnancım odur ki, ancak İnsan’a verilen öncelik asıl Eşitlik ve Özgürlük’ü getirir. Ben, İnsan’ın bireylerdeki haklarının eşitliliğine inanıyorum. Özgürlük ise, İnsan’ı bir yana bırakıp, bireyi göklere çıkarmak değildir. Ben, İnsan özgürlüğünü bireyinya da birey yığınlarının- keyfine bağlamaya çalışanlarla çarpışacağım.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.171

Bizler Yaradan’ın içimize koyduğu bir cevherle dünyaya geliyoruz ve bu dünyada hikmet olarak bu cevheri kaybediyoruz. Ve yolculuğumuz bu cevheri bulup bulamayacağımla ilgili olarak başlıyor. Ya merkezi yakalayarak cevheri bulacağız. Ya bulamayacağız. Yani dünyada muhakkak bir düşüş yaşayacağız. Düşüşü yaşamak, insanda olduğu gibi toplumun da kaderi. Önemli olan; düşmek değil, düşülen yerden ne kadar sıçrayabileceğin ve gayret gösterebileceğin. Yani iradenin rengi, kalitesi, gücü.

Düşmemiş medeniyet var mı? Olsaydı ne değeri olurdu? Önemli olan bir medeniyetin düşmeyişi değil, düşüşü dirilmesiz ölüme dönüşmeden doğrulmasını bilmesidir. Böyle olursa düşüş, doğruluşun ve dirilişin bir bağışıklığı gibi o uygarlığın ömür boyu yeni düşüşlere karşı direnişini sağlayacaktır.

Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal2 anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir. Görünmeyen dünyadan yankılarla sonsuzluğu dünyadayken yaşayacaktır insan. Hayat, ölümle terbiye edilmiş, ölüm buzhanesinde dinlendirilmiş ve tabaklanmış olacaktır.

Ölümün ve mezarın anlamı da bu değil mi acaba? Bir düşüşten sonra bir yüceliş gelmesi için hayata ve insana yüklenmiş bir çile saati. Ah, bir sarkaç gibi bir ölüme, bir hayata gidip gelen ruh’larla, sadece biyolojik yaşantının içinde vakit dolduran ruhlar arasında ne büyük uçurum vardır!

Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.11-12

Aralarında uçurum olmaz mı? Ölümün ve hayatın aslında tek olduğunu bilenler nerde? Ölümü yokluk bilip hayatlarını yok edenler nerde? 

Ölümlü yaşamı hayata çeviren ilk adım, insanoğlunun bir “düşüş” yaşaması. Küçük Prens’teki pilot da bunu yaşıyor; ama kalkmaya niyetlendiği için yaşamdan hayata geçişini gerçekleştirebiliyor. Hem de küçük bir çocuğun yardımıyla. Büyüklerin önemsiz gördüğü küçük şeylerle huzuru yakalamış olan Küçük Prens’le. Ondan sadeliklerin, saf duyguların nelere sebep olabileceğini öğreniyor. 

Küçük şeylerin, adam sende diyerek önünden geçtiklerimizin önemi Exupéry’nin sürekli üzerinde durduğu bir hakikat. Anı yaşamak, duru bakışlarda şimdiyi çözmek, yazara göre geleceğe sağlam adım atanların gücündeki sır: Geleceği hazırlamak şimdiyi yaratmaktan başka bir şey değildir.”

Nereye yönelmem gerektiğini söyleyecek misin şimdi bana? Amaçlarının hiçbir anlamı olmadığına göre… ve ben sana sıradan, basit kelimelerin altında gizlenen ve bana yaşam boyu bilgeliğin yavaş yavaş öğrettiği büyük sırrı söyleyeceğim: Geleceği hazırlamak şimdiyi yaratmaktan başka bir şey değildir. Kendi icatlarının ürünleri olan uzak görüntülerin peşinde olanlar, hayaller ve rüyalar içinde kaybolup giderler. 

Gerçekten tek gerçek, tutarsız görünümleri ve çelişkili dili altındaki şimdiyi sökmektir. Ama senin gelecekle ilgili boş rüyalarından başka bir şey olmayan anlamsız ve yararsız lafların peşinden gidersen sütununu icat edebileceğini ve özgür kalemiyle yeni tapınaklar inşa edebileceğini sanan birine benzersin. İnsan düşmanına nasıl rastlayacaktı ve hiçbir düşmana rastlamazsa onu kim yaratacaktı? Sütununu kime karşı biçimlendirecekti? Sütun kendini kuşaklar aracılığıyla yaşama karşı yıpratarak yaratır. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.174-175

Zorluklar, gayelerine baş koyanlar için yolda ayaklarına takılan çakıl taşları; ölüm ise define sandığıdır. Onlar hangi çağda, hangi koşulda yaşarlarsa yaşasınlar; sorunlar, baskılar karşısında sanki ağız birliği etmiş, sanki ele ele vermiş gibi aynı bayrağı tutar, aynı şeyi söylerler. Bu “Yaradan’dan başkasına kul olmayacağım” iradesinin, direncinin sesi; çıkarlarla bozulmamış insan onurundaki dik duruşun, özgürlüğün, dirilen şuurun bayrağıdır. 

Ardına dağları al,
Önüne ufukları.
Okyanus kokan umutlar
Çıksın dalyanlarından.

Sert rüzgarlar da esse
Varsa sığınacak mağaran
Ne gam… Her seher
Daha da yükselir zirveler
Güneşi en güzel doğuran.

1. Özdeşlik: Kendi kendisiyle aynı olma, değişen durumlarda kendi kendisi kalma, aynı kalma.
2. Transandantal: Deneyüstü, tecrübeden üstün olan, fizikötesi, tabiatüstü. Fransızca: Transcendantal.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply