Bir Kuraklığın İlk Yağmuru

1

Kaybolmadan birkaç ay önce en büyük endişelerinden birini en dokunaklı bir şekilde General Chambe’ye yazdı:

Tek bir sorun var, tek bir: Ruhun yaşamının, zihnin yaşamından daha yüksek olduğunu yeniden keşfetmek.” (…) Artık buzdolapları, siyaset, bilançolar ve bulmacalarla yaşayamayız, anlıyorsunuz! Savaşta ölürsem umurumda değil. (…) Ama sağ olarak geri dönersem benim için tek bir sorun ortaya çıkacak. İnsanlara ne söyleyebiliriz!

Yanıt şöyledir:

Tanrıya yaklaşmak!
.

Bin dokuz yüz: Nietzsche’nin (1844-1900) öldüğü ve Saint-Exupéry’nin (1900-1944) doğduğu yıldı. Exupéry’nin yaşadığı bu dönem, modern tarih boyunca benzeri görülmemiş bir karışıklık ve çalkantı dönemiydi. Birinci Dünya Savaşı, 1929’daki Büyük Buhran, Fransa-Almanya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı, 2000 yıldır dünyaya hakim olan Hristiyan dünya görüşünü sarsmıştı. Nietzsche, “Tanrı öldü” aracılığıyla Batı Medeniyetindeki modernitenin krizini ortaya çıkarmış ve Nihilizmin gelişini öngörerek sanayi devriminden sonra geleneksel Batı Hristiyan kültür felsefesinin sonunu ilan etmişti. İnsanlar savaşlara ve adaletsizliklere izin veren (!) Tanrı’dan şüphe duymaya başlamışlardı. Bu durum Batı dünyasındaki entelektüellerin zihinsel paniklemelerine yol açmış ve yeni dini reform arayışına sevketmişti. Komünizmde ruhu öldüren materyalist bir konformizm gören Exupéry, her zamankinden daha yüksek bir yaşam standardını hayatın amacı olarak dayatan ve manevi şeyleri yok eden tüm sistemlerden tiksinti duydu.

“Çağımdan tüm gücümle nefret ediyorum. İnsan ruhu susuzluktan ölüyor […] [Fransa] kurtulduğunda, zamanımızın temel sorunu ortaya çıkacaktır. Bu da insanın anlamıdır ve buna hiçbir cevap önerilmemektedir. Dünyanın en karanlık zamanlarına doğru yürüdüğüm izlenimine kapılıyorum.” Exupéry’nin endişesinin temel nedeni sadece savaşlar, Fransa’nın işgal edilmesi ve Alman sorunu değildi. Onun kaygısı çok daha uzaklardan geliyordu. Fransa’nın kurtuluşu ve savaşların bitmesi düşüncesi dahi onu tatmin etmiyordu. 

1940’ların dünyasında bugün olduğundan daha az iğrençlik yoktu, ancak Exupéry dünyaya bunların hiçbirinden bahsetmedi. İkinci Dünya Savaşı gibi dehşetli bir savaşın ortasında aşk, dostluk ve insani değerlerle dolu “Küçük Prens”i yazdı. Bugün 400 resmi çeviri ve 26 farklı alfabe ile basılan “Küçük Prens” geniş ve çeşitli kitlelerin ilgisini çekti. Tıpkı Avrupa, Afrika, Amerika ve Asya’yı dolaşan yazarı gibi, “Küçük Prens” de kültürel engelleri aştı ve dünyanın her köşesinde savaşlarla tahrip edilmiş vicdanlara ulaştı. Teologlar, sıradan vatandaşlar, politikacılar, entelektüeller bunun manevi bir roman olduğuna inandılar. “Küçük Prens” böyle bir arınma sağlamasaydı, o dönemde Avrupa’daki katedraller ve kiliseler isyanlarla yerle bir olabilir ve terörün ilk hedefini rahipler oluşturabilirlerdi. 

Bugün dahi Kuzey Irak’ta çatışmalardan etkilenen ilköğretim öğrencilerine yönelik psiko-sosyal destek için “Küçük Prens” kullanılmaktadır. Çocukların hayatlarına damga vuran savaş, aile travması, yerinden edilme gibi sorunlara “Küçük Prens” ile yardımcı olunmaktadır. Exupéry’nin “Küçük Prens”inden daha çok acı çekenleri teselli edebilecek bir irade yok sanırım bu dünyada.

İçsel benliğimi şekillendirmek için aldığım en büyük iki ilham kaynağı Antoine de Saint-Exupéry ve İsa Mesih’tir.

Stan Rougier

Bugün Fransa’da gençler tarafından en çok dinlenen Rahip Stan Rougier 17 yaşında iken okuduğu Küçük Prens ile Tanrı’yı bulduğunu söyler (“Küçük Prens” de Tanrı kelimesi hiç geçmemesine rağmen). Peder Rougier’e en çok dokunan ve rahiplik yoluna girmesini sağlayan eser ise “Kale” olmuştur. “Şehrimin başına şairler ve rahipler koyacağım. Ve insanların kalplerini çiçeklendirecekler.” (“Kale”). Exupéry’yi manevi Üstad olarak kabul eden Peder Rougier, bugün  genç suçluların ruhani rehberi, Afrika’da bakıcı, Evyr-Corbeil piskoposluğu rahibi, radio ve televizyon vaizi, köşe yazarı ve yazmış olduğu kırk kitabın da müellifidir. Telif ettiği kitaplardan birisi de “İnsanlara Ne Söyleyebiliriz?” 

Exupéry Allah’ı arayışın dilini yenileyerek Allah’a giden yolun kapısını açar. “Küçük Prens” ile, daha doğrusu fıtrat diliyle, kutsal kitaplarda gömülü olan tohumları uyandırmayı başarır. Bugün dünyada Kur’an ve İncil’den sonra en çok okunan “Küçük Prens” Müslümanlarda, Yahudilerde ve Hristiyanlarda fıtrata dönüşü hatırlatan nadir mistik eserlerden birisi haline gelir. Ardından insanı yücelten ve çürümeye iten eylemleri keşfetmesini ve insanın özünü korumasını sağlayacak “Kale”yi inşa eder. Sayfa sayfa iyilik, doğrululuk ve güzellikle. Küçük Prens, “Kale”de babasının kurduğu imparatorluğu arasında dolaşan, onların trajedilerini düşünen ve dertlerine olası çözümleri tartan bir çöl prensidir. Allah demeden içimizdeki Allah arzusunu doğuran ve kalplerde Allah kelamına muhatap olabilme koşullarını sağlayabilecek mecazi anlatımlar dener. Rab için bir mecaz olan Baba; Peygamber için mecaz olan bir Nöbetçi; yaşam için bir metafor olarak çölde yolculuk; insan için bir metafor olan Kale gibi…

Savaştan sağ çıksaydı, ne olacaktı? 

Açıkçası insanlığın artık entelektüel spektrumda yükselmediğini ve aslında düştüğünü düşündü. Parlak bir yazar olmasına rağmen kendisine yazar demek yerine “Ben bir pilotum” derdi.

Edebiyat dünyasıyla yakın bir ilişki içindeydi ve o zamanın bir çok ünlü yazarı ile çağdaştı. Louis Aragon (1897), André Breton (1896), Paul Éluard (1895) vb. gibi. Bir zamanlar surrealist şiiri sevmesine rağmen onlarla çok az teması vardi. İspanya’da Ernest Hemingway ve John Dos Passos ile tanıştı ama hiç bir zaman onlarla yakın bir ilişki kurmadı. Dönemin popüler olan Paris’teki Montparnasse ve Saint Germain kafelerinde asla edebi fikirlerinden bahsetmezdi. 

Onun için yaşayan hakikat dışında herhangi bir şeyin peşinde koşmak bir zaman kaybıydı ve basmakalıp, yüzeysel veya şakacı düşünceleri süsleyen şiirsel sözcükleri küçümsediğini ifade etmekten çekinmezdi. Eylemi düşünceden ayırmayı tüm içtenliğiyle reddeden, davranışı inancın ölçüsü olarak ve inancı da tüm doğru davranışların gerekli kaynağı olarak gören bir insandı. Kendisi de sürekli olarak yaptığı her şeye inanmaya ve yalnızca inanabileceği şeyi yapmaya çabaladı.

Son zamanlarda kendini kötü hissediyordu. Tüm vücudu ona acı veriyor, bir tabuta girer gibi kokpite tırmanıyordu. Yoldaşlarından gizlediği gerçek halini, eşi Consuelo’ya yazdığı mektupta insanın hayal gücünü hayrete düşürerek ortaya çıkardı: “Pek çok kaza yaşadım. Şimdi paraşütle bile atlayamıyorum. Üç gündür ciğerlerim bana eziyet ediyor, her iki günde bir kendimi hasta hissediyorum. Ve gece gündüz kulaklarımda gürültü var.”

Exupéry hiçbir zaman dışarıda oturabileceği ve fırtınayı bekleyebileceği daha rahat ve sakin bir yer aramadı. Tam tersine, her yerde olayların tam merkez üssünde ve en zor olduğu yerdeydi. Ve savaş başladığında Exupéry’nin dışarıda kalamayacağından kimsenin şüphesi yoktu. O bir maceracı ya da cesur olduğu için değil. Küçük kızın acılarından, gözyaşlarından uzak kalamayacağı için…

Tanrım! Savaşçılarımı asaletle doldurmak, insanların kendilerini harcadıkları ve onlar için hayatlarının anlamı olan tapınağı güzelliklerle doldurmak istiyorum. Ama bu gece aşkımın çölünde yürürken küçük bir kız gördüm. Ağladı. Onu kendime doğru çevirip gözlerine baktım. Onun acısı gözlerimi kamaştırdı. Rabbim, eğer onu ihmal edersem, dünyanın zerrelerinden birini ihmal etmiş olurum ve yaratılışım tamamlanmaz. Büyük hedeflerden vazgeçmiyorum ama bebeğin ağlamasını da istemiyorum.

Öyle bir ruhsal aşkınlığa, öyle bir yüksekliğe ulaşmıştı ki artık insanların dünyasına inemezdi. Onun için yalnızca iki çözüm vardı: 

Ya savaşta öldürülmek ya da…

Devam etmeyecek!

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Sayın Berâ İlhan,

    “Exupéry’nin “Küçük Prens”inden daha çok acı çekenleri teselli edebilecek bir irade yok sanırım bu dünyada.”
    “Exupéry Allah’ı arayışın dilini yenileyerek Allah’a giden yolun kapısını açar.”
    “Eylemi düşünceden ayırmayı tüm içtenliğiyle reddeden, davranışı inancın ölçüsü olarak ve inancı da tüm doğru davranışların gerekli kaynağı olarak gören bir insandı.
    Kendisi de sürekli olarak yaptığı her şeye inanmaya ve yalnızca inanabileceği şeyi yapmaya çabaladı.”

    Bunlar ne güzel ifadeler… Exupéry’i anlayan duygularınıza ve onları gönülden dile getiren kaleminize sağlıklar diliyorum.
    Elif Kaya

Leave A Reply