Sokak – Bölüm 37

2

Geniş Bir Denklem           

Son yıllarda olmadığım kadar yoğun bir hafta geçirdim. Gelenler, gidenler… Nasıl geçti zaman, anlamadım. Ancak anlayanlar varmış. Şimdi onları dinliyorum. Kollarım, ayaklarım, bilhassa sırtımla belim…  Çok konuştular. Hâlâ konuşuyorlar.

.Gece boyunca inledin, döndün durdun. Dinlenmen lazım. Bugün kahvaltı benden. Sen sadece suyu koy. Hazır bir şeyler almaya gidiyorum.

Daha önceleri böyle miydim? Ne kadar koştursam bana mısın, demezdim. Yaşlanmak bir gerçek ve yaşlılık bir dönem. Ve bu dönemin birkaç yüzü var. Mesela -Ingmar Bergman’ın dediği gibi1– yaşlanmak, bir dağa tırmanmaya benziyor. Belki çıktıkça yorgunluğunuz artıyor, nefesiniz daralıyor. Ancak başka bir yüzü daha var ki o yüz yaşlılığı çok güzelleştiriyor. Neden? Çünkü her yaş, dağda bir basamak demek. Ve tırmandığınız bu dağın dorukları size şimdiye kadar görmediğiniz nice görüşleri, manzaraları sunuyor. 

Şimdi yapacağım şey çaydanlığa su, demliğe çay koymak ve eşimin getireceklerini beklemek. Sıradan, duru ve basit. “İşte burada dur!” diyorum kendime. Evet yaşadığım hal duru, içten ve basit. Ancak bu, sanatsız ve bayağı anlamındaki bir basitlik değil. Bu basitlik çok önemli ve ustalığı gerektiren bir idrak. 

Leonardo Da Vinci’nin çok bilinen bir sözü var: “Simplicity is the ultimate sophistication. Basitlik gelişmişliğin en üst noktasıdır.” İşte mesele, insanın bu noktadan hayata bakabilmesi. Çünkü anlaşılması zor olanlar bu noktada sade bir dille ifade edilebiliyor. Çok karışık meseleler rahat çözülebiliyor. Basitlik ve gelişmişlik denince gözümün önüne yine Leonardo Da Vinci’ye ait bir tablo geliyor: “Mona Lisa”.

Tebessüm eden kadın. Hiç süs yok. Her şeyiyle sade, abartısız. Bakan, ilk önce yüzünde temiz bir ifade görüyor. Dikkat edince alnının, aynı güneş alan yerler gibi berrak ve aydınlık olduğunu fark ediyor. Ya gözleri? Bakışları nereye daldığı kestirilemeyecek kadar derin. Duruşunda, ellerini üst üste koyuşunda öyle bir sükûnet var ki bakan ferahlıyor. Hele tebessümü. İşte esas nokta burası. Sanki o tebessümle, “Hayattan öyle sırlar topladım ve onlarla öylesine yoğruldum ki, bırakın onların içimde mayalanan hakikatini sizlere anlatayım.” der gibi. 

Dervişe sormuşlar “Arif kimdir?” Derviş de demiş ki; “Derdini sade anlatan adam dertlidir. Güzel anlatan edebiyatçı, hâliyle anlatan âşık, tebessümüyle örten ariftir!”2 İşte bu duruştaki sadelik. İşte halden yansıyan bilgelik.

“Basitlik”. Kelimeye anlam yüklerken köküne inmekten vazgeçemedim. Çünkü bu iniş çok kapı açıyor. Basit ve Bast. Aynı kökten. Bast; açma, yayılma, manevî hallerde kalbe gelen sevinç, ferahlık hali. “Basit” ise bu manevî hali oluşturan şey; yani işin faili. Bu sebeple basit olan şey, bizde ”bast” haline neden oluyor. Yani içimiz açılıyor, genişliyor ve rahatlıyoruz. 

Neden abartısız, sessiz, sakin olan her şey sıradan sanılır? Her gün tekrarlandığı için mi? Yaşadığımız anı görmek yerine ona sadece bakmakla kalıyorsak evet, “sıradan”. Fakat anın içindeki muhabbeti, elimizdeki nimetleri ve paylaşılan güzellikleri görüyorsak “harikulade”. 

İşte bütün bunlardan dolayı eşimi beklerken farklı hisler oluşuyor içimde. Geçmişteki onca eğlence, onca gezi, giyim, kuşam… Hiçbiri bu halimden güzel ve ferahlatıcı değil.  Çünkü şu an gönlümün eli, zamanın üzerindeki sıradanlığın; yani aleladeliğin3 perdesini yırtıyor. Ve yırtılan görüntünün altından yarım asırlık bir beraberliğin hâriku’lâde4 yüzü ortaya çıkıyor.

.Bak sana kimi getirdim? 

.Nur!… Bu ne güzel sürpriz…

.Abimle karşılaşmak da bana sürpriz oldu. Bu sabah herkes erkenden yola koyuldu. Babam ve annem artık geç kalkıyor. Ben de bu durumdan istifade ederek yürüyüşe çıktım.

.İyi ki çıkmışsın. Özlemişim seni. Yüzün solgun. Bitkin görünüyorsun. Tabii çok yoruldun. Neyse şimdi çaylı muhabbet, hepimize iyi gelecek. Sakın yardıma kalkışma! Otur karşıma. Bugün kahvaltı Ekrem Bey’den. 

.Birkaç gündür böyleyim. Anneme belli etmek istemiyorum. Neyse Melek de çok meşgul. Halimi pek fark etmedi. Önce Yalın Bey, sonra Pervin Hanım, şimdi Enis Bey. Sonuçlar güzel. Fakat gerginlikler zamanla insanı yoruyormuş Hocam. Bugün bunu bayağı hissettim. Olaylar üst üste geldi. Yaşarken anlaşılmıyor; fakat sonradan acısı çıkıyor. İçim daraldı; birden kendimi dışarda buldum. Melek Âyende ile Yelda Hanım’a gitti. 

.Melek nasıl? Onun Âyende ile birlikte olması bir şans. Âyende güvenilir biri. Aynı zamanda  Melek’in seçtiği meslekte önünü açabilir. 

.Haklısınız Hocam. Bütün bunların farkındayım. Ama son günlerde kızımı hayli ihmal ettim. Buna çok üzülüyorum.

.Böyle düşünme sakın! Melek güçlü bir kız. Senin nasıl koşturduğunu da biliyor. Hem yolunu da çizdi sayılır. 

.Evet, Âyende gerçekten kızım için bir nasip. Geçtiğimiz ay Melek’i İtalyanca dil kursuna yazdırdı. Ayrıca sık sık Yelda Hanım’a gidiyorlar. Orada pratik yapıyorlarmış. Bizimki Yelda Hanım’ı bayağı benimsedi. Âyende olmasa da gidiyor. Mutfakta yardım ederken, öteberi taşırken çat pat kurstan öğrendikleriyle pratik yapıyormuş. Daha doğrusu Yelda Hanım onu konuşmaya zorluyormuş. Kısmet de orada. Kedi herhalde oralı olacak. Melek bayılıyor onunla oynamaya. Bir de oradaki bir misafirden sıkça söz ediyor. Yelda Hanım’ın çok eski bir arkadaşı. Âyende de iyi tanıyormuş. Alman bir hanım. İtalya’da uzun yıllar kalmış. Yani Hocam, kızım her defasında heyecanla anlatıyor yaşadıklarını.

“Anne! Tanısan sen de seveceksin. Konuşkan, sevimli. Aynı senin gibi Yunus Emre aşığı bir kadın. Onu anlatmayı çok seviyor. Şimel diye de birisinden söz etti.”  

.Annemarie Schimmel. Alman bir Mevlevî. Onun hakkında hayli şey okumuştum. 

 Hay Allah abi! Lafa daldık, sizi unuttuk. Benim yüzümden. Oturun, çayı ben getireceğim. 

Kahvaltı ederken eşim Annemarie Schimmel’i anlatıyor. Hatta kütüphaneden getirdiği bir dergiden onun hakkında yazılmış bazı yerleri okuyor. Okuduğu yer kediyle ilgili.

Onun yazdığı her kitabının bir hikâyesi vardır. ‘İslâm’da Kedi’ diye bir kitabı vardır. Kediyi sever. Hz. Peygamber’den Hz. Ebu Hüreyre’den. Hatta Hz. Mevlâna’nın bir kedisi varmış. Eflaki’nin yazdığına göre, Hz. Mevlâna’dan tam kırk gün sonra kedisi de ölmüş, almışlar Mevlâna’nın baş ucuna defnetmişler. Ebu Hüreyre’den başlayarak kediyi anlatır böylesine.

Tanıdıklarının Gözüyle Annemarie Schimmel / Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi / Cilt: IV/ Sayı: 11/ s.568

.Bu dergi eski bir dosta ait. Ne zaman bize gelse bir sayısını getirirdi. Rahmetli oldu. Bizde bayağı dergi var. Epeydir elime almamıştım. Annemarie Schimmel hakkında araştırmalar yönünden hayli zengin kaynaklar. Arkadaşınıza söyleyin. İsterse okumak için verebilirim.

Eşim biraz sonra kalkıyor. Biliyorum; bizi baş başa bırakmak istiyor. Nur’a Arif’in babasını soruyorum. Nur’un anlattıkları çok şaşırtıcı şeyler. Bir anne, eş nasıl böyle olabilir? Arif’in hali gerçekten zor. Geçen akşam yalnız gelmiş; eskisi gibi derdini dökmek, teselli bulmak için. 

“Annem orada kendi gibi olanlarla iyice bencil, duyarsız biri olmuş. Zaten öyleydi de… Sadece bu durumu babam kabullenemiyordu. Her zaman tutkuyla bağlı oldu anneme ve annem de ona her istediğini yaptırdı. Can ve Esin anneme benzerler. Babam hiçbirine bir şey söylemez, çünkü dinlemezler. Şimdi daha iyi anlıyorum Mümtaz amca. Babam hiçbir zaman mücadele adamı olmadı. Olamaz da; çünkü karakteri müsait değil. Bir konuda istidadı olmayana o konuda ısrar etmek onu ruhen yaralarmış. Annemin aşırı ihtirasları da onun ruhunu yaraladı. Evvelce bunu anlayamıyordum. Fakat şimdi hayata bakışım hayli farklı. Babamı -biraz olsun- anlayabiliyorum. Halam hep anlatırdı ağabeyini. Bense inatla dinlemek istemezdim.”

Velhasıl o akşam bayağı içini döktü Arif. Doktor kalpten şüphelenmiş. Zannederim bugün hastaneye yatıracaklar. 

.Peki bu halini anlamamışlar mı yanında olanlar? Ve neden yalnız gelmiş buraya?

.Arif, halasından neyi duymuşsa onu biliyor. Babasıyla henüz karşılıklı konuşmamışlar. Sadece söylediği şuydu:

“Evet, babam, mücadeleci bir insan değildir; ama onurludur. Zannederim annemin bunca vurdumduymazlığı karşısında ondan bir şey olmayacağını nihayet anladı. Çünkü halama ‘O ortamdan bir an evvel kaçmak istedim. Hiçbir şey almadan evden çıktım.’ demiş. Buraya geleli kaç gün oldu. Babamın telefonu çalmadı. Hadi eşinde hayır yok. Hiç mi arkadaşı yoktu bu adamın? Bunlar benim aklımın alacağı şeyler değil.”

.Bunda da bir hikmet vardır Nur. Kimseyi dışarıdan tanıyamayız ve onun hakkında hüküm veremeyiz. Hatta baba çocuğu hakkında, çocuk babası hakkında çok şey bilemeyebilir. Ama gün gelir; bir şey olur. O şey, bilinmeyenleri ortaya çıkartıverir. Mesela insanda iyilik damarının olması gibi. Varsa o şey, içinde besleniyorsa karşılığını muhakkak bulur. Arif gerçekten temiz bir çocuk. Arife Hanım da öyle. Onca yanlış tutumuna ve yaşam tarzına rağmen babada da böyle bir damar varsa, kader onları bir hastalık sebebiyle seneler sonra birbirleriyle kaynaştırabilir.

Bir önceki seneyi düşün. O günlerden bu günlere neler neler oldu? Kimler, kimleri tanıdı? Ne anlaşılmazlıkların dili çözüldü? Yalın, Hamza, Pervin… Bunlar sadece üç örnek. Daha neler neler yaşanacak kim bilir? 

.Doğru Hocam. Gündemde şimdi de Enis Bey var.

.Kına olayından sonra neler oldu? Enis Bey nasıl? Onun durumunu gerçekten merak ediyorum. 

.Annemin uyardığı gibi hiçbirimiz Enis Bey’e ne soru sorduk ne de soru sorar gibi yüzüne baktık. Ona en yakın olan Salih bile yanında sadece havadan sudan konuştuğunu söyledi. Annem gerçekten Enis Bey’i iyi tanımış. Çünkü hakkında verdiği karar ilginç:

“Şimdi o kendi içine dönecek, araştıracak köşelerini ve “Çok ilgisi var. Çok ilgisi var.” dediği şeyi enine boyuna düşünecek. İçine sindirecek. Ondan sonra yanımıza gelecek. Belki davranışından dolayı pişman olacak, yüzümüze bakmaya utanacak; ama hissettiklerini bizimle paylaşacak.”

İki gündür Enis Bey Kerimlerin yanında. Halledilmesi gereken şeyler varmış. Nedir, bilmiyorum. Belki gelmiştir. Çoğu zaman geldiğini kimseye duyurmuyor. Geçen akşam Maide annem Salih’i, Menekşe’yi çağırmamı söyledi. Çalışma odasında topladı bizi.

“Salih! Şimdi sen abinle ilgili ne biliyorsan dök bakalım. Zihnini yokla, yaşadığınız en basit şeyleri bile yokla. Ne varsa ortaya koy!”

Salih öylece kalakaldı. Annem böyledir. Çok yumuşaktır; ama bir şeye karar verdi mi çok katıdır. Ne söylesin çocuk? Neyi hatırlasın? Bir müddet sessiz oturduk, bekledik. Neden sonra  sanırım bir şeyler hatırladı ve anlatmaya başladı:

“Abim bir gün bize geldiğinde anneme küçük bir kolonya şişesi vermişti. ‘Ayşe anne. Bu bizim İzmir’in meşhur kolonyası nergis. Annem hep bundan sürerdi ve hep nergis kokardı. Bir de hayal meyal hatırlıyorum; evimizin bahçesi de bu kokudan kokardı. Herhalde bahçede nergisler vardı.’ demişti.”

“Bak bu çok önemli Salih. Başka? Kurcala bakalım…”

“Evet. Bir de bize tatlı getirirdi. İzmir’den getirttiğini söylerdi. Tatlının adını bilmiyorum. Yalnız içinde lor peynirinin olduğunu biliyorum. Başta hiç sevememiştim. Sonra alıştım. Başka da bir şey gelmiyor aklıma.” 

Yine bir müddet sessizliğe büründük. Ne olduysa Salih birden memleketinin şivesiyle konuşmaya başladı. “Babana anana rahmet. Vallah ėle hėç… Ben ne bilim çoḫ görmüşüm. Başımızdan ne işler geşdi?”

“Tamam Salih, tamam… Heyecanlanma! Menekşe, hadi bize içecek bir şeyler getir kızım.” 

Havadaki elektriğin geçmesi için bu sefer epeyi bekledik. Sıcak sütlü kahve hepimize iyi geldi. Neden sonra Maide annem konuştu:

“Bu da yeter Salih. Sağ olasın oğlum. Şimdi gelelim ne yapacaklarımıza. Sen Menekşe kızım. Araştır ve içinde lor peyniri olan tatlı nedir, öğren. Onun yanında İzmir’e has tuzlu bir şeyler de bul. Yarın da o maharetli ellerinle yap. Salih sen de çiçekçiden birkaç demet nergis al. Şimdi mevsimidir. Saksıda dikilmişi varsa üç, dört tane de ondan al. Ama sakın ortalığa koyma! Benim odama bırak. Bir de eczanelere, esans satılan yerlere bak. 3 şişe nergis kolonyası al.” 

Bir anda Salih yerinden fırladı:

“Hay Allah! Ben bunu nasıl düşünemedim, nasıl unuttum? Menekşem! Benim beynim mi yoruldu? Mümkün değil! Nur abla! Siz “Konma bülbül, konma nergis dalına” türküsünü bilir misiniz? Bizim oraların; Eleşkirt’in türküsü. Anam, ben küçükken evde çok söylerdi. Ama zaman geçti, sesim çatallaştı diye bıraktı söylemeyi. Enis abim o gün “Annem hep bundan sürerdi ve hep nergis kokardı,” deyince çok duygulandı. Kolonyadan avucuna biraz dökerek yemenisine sürdü. Sonra da abime bakarak türküyü söylemeye başladı:

Konma bülbül konma nergis dalına
Öldürürler seni aman aman
Bir yar yoluna bir yar yoluna
Ben yaralıyam
Ben de kurban olam yarin boynuna
Demeyin demeyin aman aman
Yarin vuruldu köye duyuldu kanı duruldu
.

Devamını getiremedi. Çünkü abim yanına diz çöküp ellerine sarılmıştı.” 

Bir baktım; hepimizin gözleri dolmuş. İnsanın iç dünyasını çözmek neden bu kadar zor Hocam!

.Adı üzerinde Nur. İç dünya diyorsun. Kendimizinkini bile anlayamazken nasıl başkasınınkini çözebiliriz? 

.Peki Enis Bey “Çok ilgisi var.” sözünü tekrarladıktan sonra neden salondan çıktı? 

.Belli ki kendindeki çöküntüyü kimsenin görmesini istemedi. Ne zaman ki görmesini isteyebileceği birini bulur, o zaman ona açılabilir. 

.Bu kişi de sanırım Maide annemden başkası değil. Yarın evde faaliyet var. Kim bilir annem neler düşünüyordur? Menekşe tarifleri öğrenmiştir. Erkenden başlar hazırlığa. Ha… Bir de annem “Hemen fırına koyma, buzdolabına kaldır! Enis Bey geldiğinde pişirilsin. Evin içinde kokusunu taze taze almalı.” diye tembihledi. Bu telaş başkalarına abartılı gelebilir. Lakin bir insanın hayata dönebilmesi için yapılıyorsa hayırdır, güzeldir. Değil mi Hocam? 

.Hayır olmaz mı? Sonunun güzel olacağına yürekten inanıyorum. Zaten işin içinde hayır olmasa bazı olmadık şeyler çok basit şeylerle çözülemezdi. Bu olay bizim yanımızda oldu. Enis Bey ilk defa yanımızda açıldı. Sonra acısına dayanamayıp aniden çıktı. Arkasından hepimiz kendimizce düşündük. İşi büyüterek film senaryoları gibi önemli sebepler de aradık. Ama olmadı. Fakat her şeyi gören ve bilen; Enis Bey’e rahmet elini saf bir çocuğun bakışıyla uzattı. Olayın ucunu yakalattı. İnşallah sizlerle de çözdürecek.

.İnşallah Hocam. Farkında mısınız? Ne kadar çok çözülen, çözülmeyi bekleyen şey var etrafımızda. Pervin Hanım da zannediyorum çözülüyor. Hay Allah! Az kalsın unutuyordum. Pervin Hanım bir ara karşıya geçti. Dün geldi. Size gelmeyi düşünüyor. Herhalde bugün, yarın arar. Nasıl unuttum? Kusura bakmayın. 

.Bu kadar yoğun trafikte unutman çok normal. Kendine yüklenme! 

Canım Nur -eksik olmasın- kahvaltı sofrasını bana bırakmıyor. Her şeyi toparlıyor. Kardeşim gibi seviyorum onu. Gittikten sonra elim hiçbir şeye varmıyor. Belli etmek istemedim; ama sırtımın ağrısı dayanılır gibi değil. Ağrı kesici alarak yatmak istiyorum. Kendime gelemezsem ne iş yapabilirim ne de biri gelecek olsa onu ağırlayabilirim. 

Tam tamına deliksiz iki saat uyumuşum. Aldığım ilaç iyi geldi. Dışarıda hava iyice kararmış. Yağmur yağacak gibi. 

.Sen akşam yemeğine girişme. Zaten çocuklar olmayacak. Dünden kalanlarla idare ederiz. Hem sabah kahvaltılık için çıktığımda akşam için bir şeyler almıştım. 

Nasipte ne varsa o yaşanır. Eşimin dediği gibi yapıyoruz. Biraz sonra herkes köşesine çekilip kitapların dünyasına açılacak. Her kitap ayrı bir kişilik, her sayfa ayrı özellik. Hele içlerinden bir satıra, bir söze takılıp onun peşinden yürümek yok mu?

Bir ya da birkaç nedene bağlanamayacak kadar geniş bir denklemdir insan.
Bunun için önce insanı tanımalı.
Anlamak, çıkış yolunu bulmada başlangıçtır.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.458

Gerçekten insan çok geniş bir denklem. Onun iç âlemini anlatmaya kelimelerimiz yetmiyor. Ve çoğu zaman, onun yaşadığı durumu çizmede ne kadar aciz, denklemini çözmede ne kadar yetersiz kalıyoruz. Nurla konuştuklarımızı düşünüyorum. Hüzün, ferahlama ve kına. 

Önce “Hüzün”. İstenmeyen bir durumun başa gelmesinden, maddî veya manevî bir kayıptan, eksiklikten duyulan üzüntü. Demek ki hüznün kaynağı bunlar. Ancak bunların herkesteki etkisi aynı değil. Çünkü istenmeyen durumdan duruma ve kayıptan kayba çok fark var. Bu sebeple derdi anlayabilmek ve dertliyi teselli edebilmek zor. Kısacası bu iş yürek istiyor.

Enis Bey’in hüznü onun yaşadığı trajedide yazılı. Başa gelmesinden korkulan istenmeyen durum, gözlerinin önünde babasının annesini öldürmesi. Geçmişte elinden alınan kayıplar ise yine anne ve babası. Ve bunlar ne zaman başına geliyor? Küçük bir çocukken. O zaman böyle bir uçurumun kıyısında kalan küçük Enis’in korkusu, hüznü nasıl yorumlayabilir ki? 

Yıllar insanı büyütüyor. Boy uzuyor, ses kalınlaşıyor, yüz hatları keskinleşiyor. Çoğumuz sadece bunları görüyoruz. “Kocaman, iri yarı bir adam,” diyoruz. Ama o adamın içindeki çocuğu fark edemiyoruz. Haliyle sürekli kanayan yarasını da göremiyoruz. O da göremediğimizi anladığı için hayatı boyunca bizlerden kaçıyor. Çok şükür; bu kaçak iri adam, yıllar sonra onu fark edenlerle karşılaştı. Önce Salih’in annesinin, şimdi de Maide ve Gevher Hanımların karşısında başkalaşıyor. Bu üç kadın adeta onun kanayan yarasının merhemi gibiler. İşin güzel tarafı Enis Bey bu içtenliği ruhuyla görebiliyor. Gördükleri annesini hatırlatınca belki hüzünleniyor. Ancak sevgiye, şefkate aç ruhu ihtiyacını bu sofralarda bulduğu için hem onlarda doyuyor hem onlarla ferahlıyor.

.Salih! Biliyor musun? Gevher teyzenin yanında rahmetli annenin yanında hissettiklerime benzer şeyler hissediyorum. Aralarında sanki ortak bir şey varmış gibi. Ama nedir, bilmiyorum. Ama hissediyorum; bir şey var. Önce hüzünlendiren sonra rahatlatan bir şey. Gözümle görmesem de ruhum bu şeyi görüyor.”

Evet. Bunlar olabilir. Ancak Salih’in dediği gibi “Kınayla hüznün ve ferahlamanın ne ilgisi var?” Bu soru Enis Bey’e sorulamaz. Acılı bunca yılın birikimi asla deşilemez. Anlatırsa ancak kendisi istediği için anlatacaktır. Ama yine de düşünmeden edemiyorum. 

“Kına, hüzün ve ferahlık”. Bunlardan hangisi diğerinin sebebi olabilir? Ferahlamanın sebebi hüzün de peki hüznün sebebi ne? İki kadının ellerindeki kınalar. Ve sonra Gelincik’in yaralı dizindeki tentürdiyot. Ve Gevher Hanım’ın avucundaki kınayla kurulan ilişki. 

“Misa ninem hep yere mi düşüyor anne? Ona da bu ilaçtan mı sürüyorsun?”  

Patlayan silah, kanlar içinde anne. Ve dehşet içindeki bir çocuğun gözlerinde büyüyen kınaya benzeyen kan lekeleri. 

Bu, Salih’in sorusuna cevap olabilir mi? 

***


1. “Yaşlanmak, bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır. Ama görüş açınız genişler.” Ingmar Bergman.
2. Şems-i Tebrizi
3. Harika + âde =  Hâriku’l âde.
    Yırtan + alışılmış şey = Âdet yırtan, olağan dışı.
4. Ale + el âdet = Ala’l- âdat.
    Üzeri + alışkanlık = Alışılmış surette, adet üzere.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Seneler önce bu siteyi keşfetmişdim bir Yüzūklerin Efendisi hayrani olarak. Bir kaç ay takip ettim sonra biraktım ve unuttum. 2 ay önce tesadüfen tekrar denk geldim ve eski makalaleri okumaya başladım. Hele sizin Sokak bölümū beni o kadar etkiledi anlatamam. Ne zaman bir boşluk içinde olsam, bu aralara cok, sizin sokak bölümünde rast gele bir sayfa acıyorum ve okuyorum. Derdime derman oluyor desem abartmış olmam. O an yorum yazmak istiyorum ama utandığım için, çekindiğim için yazmiyorum..
    Size teşekkür etmek istiyorum huzur veren yazılarınız var. Lütfen birakmayın devam edin.

    • Sevgili Neşe Hanım,
      İçten duygularınızı benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
      Bildiğiniz gibi tren raylarının kesiştiği her yerde bir makas düzeni bulunur. Makaslar hareket edebilen raylardır ve tren bu düzen sayesinde hareket eden bir raydan diğerine geçebilir. İçtenlik, yan yana giden rayların kesiştiği yere çok benziyor. Çünkü biz insanlar da yan yana yürüyoruz; ama birbirimizden habersiziz. İç içe yaşıyor görünsek de kesişme noktalarımız hayli az.
      Duyguların bu kadar birbirinden kopuk olduğu bir düzende yüreğinizden gelen bu içtenlik bir meziyettir. Ve böyle bir meziyete sahip olan biri, asla utanmamalı ve yazmaktan çekinmemeli. Yazarsanız beni sevindirirsiniz. Muhabbetle…
      Elif Kaya

Leave A Reply