Tuhaf Günler

1

Reklamların gücü adına Oppenheimer’ı gölgede bırakan ve Sound of Freedom’ı sansürleyen Barbie filmi vizyona girdikten sonra dünya çapında çeşitli tartışmalara ve endişelere yol açtı. Greta Gerwig’in yönettiği Barbie, Christopher Nolan’ın sanatsal eseri ile aynı günde vizyona girmişti. Nükleer silahların dehşetini anımsatan Oppenheimer ile plastik duygulu Barbie karşı karşıya gelmiş ve Barbenheimer terimini oluşturmuştu.

Stanley Kubrick’in klasiği 2001: A Space Odyssey‘in önsözünün ironik bir yorumu olan filmin ilk teaser fragmanı dikkatli ve hassas insanları kaygılandırmak için yeterliydi. Teaser sadece bir ipucuydu. 2001’deki Uvertür’de şempanzelerin kemikleri ve kafataslarını kırması gibi, karavandaki küçük kızlar dünyaya yeni bir devrim getirebilecek bu plastik bebeğe yer açmak için çocuksu yüz hatlarıyla oyuncak bebeklerini parçalarlar. Kubrick’in tıpkı İnsanlığın Şafağı’nda olduğu gibi, şempanzeler alet kullanmaya başlayınca kızlar da eski oyuncak bebeklerini atıp yetişkin kadınların model alındığı Barbie bebeklerini kullanmaya başladılar. Bu “Kadın Şafağı”nın zekice bir ilanı ve devrimiydi. 

Barbie’den önce, kız çocukların oynadığı tüm bebekler çocuksu oyuncak bebeklerdi. Bu yüzden kızlar, çocuklara bakan annelerin davranışlarını erken yaştan itibaren özümserler ve bu bebeklerle kendilerini anne olarak hayal ederlerdi. Ta ki Barbie bebekleri ortaya çıkana ve çocuklar oyuncaklarını parçalayana kadar. Kızların sadece oyuncak bebeklerle değil, aynı zamanda yetişkin gibi görünen bebeklerle de oynamaya hazır olduğunu gösteren ilk yetişkin imajlı oyuncak Lilli idi. Bunu gören Ruth Handler kızı Barbara’nın adını taşıyan ilk Barbie’yi tasarladı. Çizgili bir plaj kıyafeti içindeki ilk Barbie ile, çocukların eski oyuncak bebeklerine karşı tutumlarını bütünüyle değiştirdi ve onları yetişkin yaptı. 

Çocuklar doğal olarak oyuncaklarını tüm hayatları boyunca severler. Oyuncaklar çok tozlu, yırtılmış, kırılmış ve satılamaz bir görünüme sahip olsa bile. Odasını temizlerken hatta taşınırken atılsalar bile hala hatırlanırlar. Sıcacık duygularla ve sevgiyle. Çocukların oyuncaklar ile olan ilişkileri sadece oyalanmak değil, onlar ile tekamül edebilmektir. Saint-Exupéry’nin bildiği ve söylediği gibi “hepimiz çocukluktan geliyoruz.” Oynanan oyuncaklar, okunan masallar, izlenen çizgi filmler çocukların hassas ve kırılgan ruhlarını etkileyerek geleceklerini oluşturur. Oynadıkları oyunlarla rol modellerini belirleyen çocuklar, kendilerini tanır ve ona göre hedeflerine yürürler.  

“Sadece çocuklar ne aradığını bilir,” dedi Küçük Prens. “Bezden bir bebeğe tüm zamanlarını verirler. Varsa yoksa o bebektir; ellerinden alınsa ağlarlar.”

Çocuk yüreği ile gerçekliğe giden yol çok uzak değil. Bir oyuncak bebek için ağlamak ya da gülmek bir yaşam egzersizi; bir evcilleşme ve evcilleştirme antrenmanıdır. 

Diğer bir rahatsız edici olay ise hamile Barbie’nin iğrenç bir ışık altında tutulup sürekli dalga geçilmesidir. Film, annelik ve ebeveynlik gibi önemli rolleri Barbie diyarından tecrit etmekte ve tek hamile oyuncak bebek olan Midge ekranda her göründüğünde alay konusu yapılmaktadır. Bu plastik bencil dünyada, erkeklere, hamile Barbie’lere kesinlikle ihtiyaç yoktur. Barbie’nin annesi Ruth Handler, Barbie’yi tasarlayarak Hollywood ile annelik tabutuna bir çivi daha çakmış oldu.

Barbie, cinsiyet ayrımını ve her iki cinsiyetin temsilcileri arasında pek çok yanlış anlama olduğunu açıkça göstermekten çekinmez. Ve Barbie diyarında tüm bu sorunları çözecek aşk (gül) ve dostluk (tilki) yoktur. Küçük Prens’te cinsiyetler arasındaki ilişkinin iletişimi ve tasviri, açık ve genel bir şekilde sunulmaz. İnsan duygularından, yaşamından ve diğer konulardan bahsederken ne olursa olsun basit ama anlamlı karakterler, sözler ve diyaloglar ile sunulur. Bu nedenle Küçük Prens, bir gülü terk etmekle başlar ve güle dönmekle biter. Yani Küçük Prens, küçük prenses ile tanışma değil, yürüdükleri ebedi yolda güle yol arkadaşı olmaktır.

Filmde sevdiğim tek sekans, gerçeklik duygusu olmayan Barbie’nin gerçek dünyaya gitmeyi seçtiğinde düz sandaletler giymesiydi. Benzer bir an, Akira Kurosawa’nın ilk filmi Sanshiro Sugata’da vardı. Eski hayatından ayrılıp yeni bir hayat için yola çıkan kahramanı, eski ayakkabılarını yol kenarına bırakır.

Film hemen hemen her anlamda bir başyapıt(!). Örneğin, yapımcıları servetlerine servet katacak ve moda gündemini daha da ileriye taşıyacaklar. Genç izleyicileri arasında maalesef kadınlık ve gelecekteki annelik ilkesini saptıracak!(!) Filmin son cümlesine göre ise hem Barbie dünyasında hem de gerçek insanlar dünyasında trans-kimlik ve bir cinsiyetten diğerine geçiş hakkında olacak. 

Bugün benzeri olmayan günler yaşıyoruz. Yarın daha garip bir dünyaya uyanacağız!

Asıl önemli olan nasıl uyandırılacağımız:

Horozla mı,

Baykuşun ötüşüyle mi?!

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Sayın Berâ,
    Çocuğun elinden oyuncağını değil, ruhunu besleyen saflığını aldılar. Kucağında uyuttuğu, ayağında salladığı bebeği yerine, durmadan kıyafet değiştiren, modaya bağımlı bir manken verdiler eline. Mamasını yedirdiği bebeği daha kendisi büyümeden ne çabuk büyüyüp güzel bir kadın olmuştu. Anlayamadı bir türlü. Anladığı sadece bu güzel kadına durmadan yeni elbiseler alması gerektiğiydi. Ve reklamlara gömdüler duygularını. Fıtratında gelişen dişilik istidadını hormonlu gıdalar gibi şişirdiler.

    Bir toplumda nefisler semizleşip gönüller zafiyet geçirdikçe olan çocuklara oluyor. Onların körpe hislerine darbe üzerine darbeler iniyor. Sapkınlıklar, oyuncak ve oyun kanallarıyla ruhlarına zerk ediliyor. Bu durum ayrı bir atom bombası felaketi. Sadece bir milleti değil, gelecek dünyayı yerle bir edecek.

    “Bugün benzeri olmayan günler yaşıyoruz. Yarın daha garip bir dünyaya uyanacağız! Asıl önemli olan nasıl uyandırılacağımız: Horozla mı, Baykuşun ötüşüyle mi?!“ diyorsunuz.

    Birileri “annelik tabutuna daha başka çiviler çakmadan” uyanmalı ve uyandırmalı.
    Tehlikeyi fark etmeli, düşünmeli, kalpte çilesini çekip duyurmalı, yazmalı, konuşmalı. Belki bunca kirli projelere karşı hiç hükmünde olabilir yapılanlar. Ancak gayretler, niyetler, ciğer yakan üzüntüler, içine düşülen çaresizlikler öyle bir kapıyı çalar ki… O kapının Sahibi umulmadık şeyler yaptırır. Beklenmedik kapılar açar.

    İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıracak sağlıklı akıl ve kalp yalnızca erdemli insanların dünyasında kök salıp gelişir. Öyle bir dünyanın sabahları da ancak horoz sesleriyle uyanır.

    Horozun öttüğünü işittiğiniz vakit, Allah’tan lütfunu ihsan etmesini isteyiniz; çünkü o bir melek görmüştür. Eşeğin anırmasını işittiğiniz vakit de şeytandan Allah’a sığınınız; çünkü o bir şeytan görmüştür. Hadis
    Kaleminize sağlık.
    Elif Kaya

Leave A Reply