Sokak II / Haneler – Bölüm 1 

1

Bir Sabah Muhabbeti

Kaç türlü yüzün var senin? Anlayamadım. Ne kadar yaşasam da sende, anlamam mümkün değil. Çünkü kiminle konuşsam hakkında farklı şey söylüyor. Sana öylesine bakmak değil İstanbul, seni görmek, seninle konuşmak niyetim. Ama öyle derinlerinde ki gerçek kendin. 

Bir yandan yokuşu çıkıyor bir yandan bunları düşünüyordu. Başka yerlere benzemeyen ayrı havası vardı buraların. Az da olsa bu şehrin ruhunu hissettirebilen bir gizem. Ruhun hissedildiği yer, yokuş da olsa yormuyordu. Çünkü çevredeki sadelikleri, kendileri olarak kalmış yerleri seyrede seyrede ilerlemek alıp götürüyordu insanı. Hiç yorulmadığı gibi; bilakis ritmi düşük bir müzik gibi bu atmosferde akarak gittiğini hissediyordu. İyi ki arabayla gelmedim diye düşündü. Sabah kahvaltısı için dostlarıyla Darüzziyafe’de birlikte olacaktı. Taksiden indikten sonra geçtiği kim bilir kaçıncı sokaktı burası? Restore edilmiş, farklı renklere boyanmış tarihî ahşap binalar çok güzeldiler. Günün taze kokusu, aynı fırından yeni çıkmış ekmek gibi iştahını açtı. Daha buluşmaya zaman vardı. Onun için yavaş yavaş içine sindire sindire yürüyordu. 

Sokak denilen şey sadece bir mekân mıydı? Öyle olsaydı, içinde ruhu bazen ferahlatan bazen bunaltan halleri nasıl açıklayabilirdi? Üzerinde akan zamanla o da birlikte akıyordu işte. Can gözüyle bakıldığında mekânın bir başka nazarla seyredildiğine ve zamanın nice anlamlara açılabildiğine bir kez daha şahit oluyordu. Her semtin, her hanenin huyu aynı insanlar gibi farklıydı. Ayrıca bu ruhu anlayabilmek de ayrı bir güzellikti.

İstanbul’a Yalın abisini kırmamak için gelmişti. Kendisine anlattığı projenin anlamını kavradıktan sonra hayır diyemezdi. “Hayat bir sözdür.” demişti Müşfik dede. “Ona ne kadar anlam yüklersen seni o kadar kaldırır. Ve bunun için de sabırla ilmek ilmek işlemek gerekir.” Burnu sızladı. Ne kadar arıyordu onu. Çünkü bu proje her şeyden önce Müşfik dedenin vasiyeti sayılırdı. Sadece bir iki söz… Aynı birer damla gibi. Ama her damlanın içinde derya taşıdığını zaman göstermişti. Yalın abi hakkında söyledikleri, tek tek aklındaydı:

O kendini hiç tanımıyor. Herkesin kendi kapısının açılacağı bir zaman ve kokusunu alacağı bir mekân var. Yalın yarenim, kokuyu burada aldı. Lakin kapısı yuvasında açılacak. Tahmin bile edemeyeceği güzel şeyler yapacak o. Ve sen de yanında olacaksın.

İçi bir tuhaf oldu. Önünden geçtiği evin önünde duruverdi. Duvarına yaslanıp gözlerini kapadı. 

Ah Dedem!… Zaman geçtikçe sözlerindeki hikmeti daha iyi anlıyorum. Dediğin gibi güzel şeyler gerçekleşmeye başladı. Sadece bu şehir bu kadar zorlamasa!… Öyle birbirine benzemez  yüzü var ki… Hangisi kendisidir? Anlayamadım.

– Şimdi fırından çıktı. Buyrun efendim. Gününüz hayırlı olsun. İnşallah bir sıkıntınız yoktur. Yardım edebilirsem size, memnun olurum. 

Tam da bunlar aklından geçerken aniden gelen ikram ve ilgi karşısında kalakaldı. Kendine sıcak poğaça uzatan beyefendinin sesi ve yüzü sanki sorusunun cevabı gibiydi. Belli ki bu şehrin eskilerinden. Nutku tutuldu bir an; bir şey diyemedi. Sadece gülümsedi. Gösterişsiz, içten bir ilgiden sonra selâm vererek yanından uzaklaşan adamın arkasından bakakaldı. Toplumun çoğu yerinde insanlık değerlerinin perdeleri inik de olsa gördüğü bu yüzde ne kibir vardı ne öfke ne kasavet… Göz kimden medet umuyorsa ona çevrilirmiş. Herhalde gözleri Rabbine dua dua açılan bir kul olmalıydı. Çünkü insanın içsel yolculuğunda edindiği manevî zenginlik kalbî derinlikten geliyordu. Ruha ışık tutacak olanlar da bu derinliğe sahip olanlar. Lakin ne kadar azdılar… Ah dedem! Huzur, bu dünya hayatında yitik bir cennet midir? Bulanların yüzü ne de parlıyor…  

Huzur, sükûnet ve vakar. Evet. Sokağın köşesinden döndüğünde karşısında gördüğü manzara buydu: Verdiği huzur, görünüşündeki sükûnet, duruşundaki güç ve vakar… Ve Süleymaniye Camii. İstanbul’a ilk geldiğinde ziyaret ettiği ilk yer. Önceden hakkında bilgi edinmişti. Ancak gözüyle görüp külliyesini dolaştıktan sonra hayran olduğu bu güzeli daha farklı araştırmaya başladı. En etkilendiği şey, içini saran bu huzurlu atmosferdi. Yine Müşfik dedenin bir sözü aklına düştü.

Oğlum. Zamanın saf ruhu yine saf bir şeye, bir gönle yansıdığında mekân farklı telden konuşmaya başlar. Bu konuşan dil, huzurdur. Bu teli bulmaya çalış.

Kanuni’nin, Hürrem Sultan’ın, Mimar Sinan’ın türbeleri, tıp medresesi, havuzlu avlular, bahçeler… Külliyeyi dolaşırken duygularına akseden şey de asalet ve sükûnetin, tevazu ve ciddiyetin birlikte harmanlandığı bir kişilikti. Ancak bu değerlerin ötesinde öyle bir şey daha vardı ki… Onu okuduğu bir belgeden öğrendiğinde aynı çocuk gibi ağlamıştı. 

Süleymaniye Camii ve Külliyesi tamamlanınca Kanuni emeği geçen herkesin toplanmasını ister. Cenâb-ı Hakk’a hamd ettikten sonra konuşmasına başlar:

Ey din kardeşlerim! Bu cami-i şerif Allah’ın izniyle tamamlanmıştır. Hata ile ücretini alamayan varsa, gelsin ücretini alsın! Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricam ola, onlara bildireler! Onlar da gelip bizden haklarını alalar!

Darüzziyafe’nin kapısından girince az ilerde Salih’i gördü. Unuttuğu bir şeyi arabadan almak için nefes nefese yürüyen her zamanki heyecanlı Salih. Kendilerine ayrılan yere yaklaştığında fark etti ki en son gelen kendisi. Yalın abisi, Arif, Levent, Ömer Bey, Atılgan, Zafer; herkes oradaydı. 

Onlara gecikme sebebini açıklarken söz, sözü açtı. Sokakta ikramda bulunan kişideki insanlık ve herkeste olamayan ondaki sır konusu herkesi sardı. Süleymaniye’nin ruhanî gölgesinde bir sabah muhabbeti böylelikle kahvaltıdan önce başlamış oldu. 

.Yalın abi! Neden bu kadar içten ve sade olamıyoruz? 

.Çünkü sıradan olan görünüşün altında yılların geçmesini gerektiren derinliği anlayamıyoruz. O derinlikteki edepten, tevazudan, şefkatten habersiziz. Oysa hepimiz aynı menzile doğru ilerliyoruz. Fakat birbirinden farklı yolcularız. Böyle düzenlenmiş bu yolculuk. Ancak bizler bu gerçeği unutarak yola, yoldakilere dikkatle bakmak, yanımızdakiyle konuşmak, onunla el ele vermek yerine hemen egomuzla kıyaslamaya giriyor, tartışıyor ve hataya düşüyoruz. Düşünsek… Ne yıldız kıyaslıyor kendini ayla ne de serçe aşık atıyor kartalla. Bilakis apayrı yaratılışlarıyla varlığa değer katıyorlar. Biz ise… bunca akıl, yetenek, bunca üzerinde taşıdığımız nimete rağmen… Yazık ediyoruz kendimize.

.Evet. Bunların hepsi doğru. Peki neden? Durmadan, niçin olduğunu bilmeden koşturuyoruz. Pek neyi arıyoruz abi? Neden arıyoruz? 

.Aradığımız şey bizim ihtiyacımız olan şey. Fakat niye ve neye ihtiyaç? Mesele burada. Bunu bilenler o beyefendi gibi rotasını çizmiş ilerliyor. Ama bilemeyenler yalpalıyor. Zaten maddî dünya önümüzde bir duvar. Çoğumuz bu duvarı aşamıyor, manevî âlemi algılayamıyoruz. 

.Peki bu sebeple mi çoğumuz, dünyanın çekici ve renkli olan yüzüne takılı kaldık? Önümüzden günler, olaylar, insanlar durmadan gelip geçiyor. Her yerde eleştiri, kıskançlık, merak, alay… Sanki fitne pusuya yatmış da uygun ortam bekliyor gibi.

.Çok doğru. Duvarı aşamadığımızdan dolayı da önce yürekten bakabilmeyi unutmaya başladık; sonra da ona dokunabilmeyi, onu anlayabilmeyi ve sevmeyi. Başkasını mutlu görmek isteyen, mutludur. Mutsuz görmek isteyen, mutsuz. Maalesef insanlık mutsuz ve huzursuz. Ve gerçek mutluluğu bulabilmek için de her şeye başvuruyor. 

.Ve Levent kardeşim, Yalın abimin dediği gibi insanlık -hem de alabildiğine- mutsuz ve huzursuz. Ancak böyle giderse ne yazık ki bulamayacak. Çünkü yanlış yerlerde arıyor. Karşısında biri acı çekerken oralı olmayanın mutluluk sandığı şey köpük gibidir; sönüverir. En büyük hatamız duyduğumuz hazzı mutluluk sanmak.

Konuşma böyle devam ederken sofradaki kahvaltılıklara kimsenin el süremeyişini fark eden Salih ve Atılgan sessizce servise başladılar. Böylelikle konuşmaya mola verildi.

.Babamın hepinize selâmı var. Bugün bir yere gidecekmiş. Onun için gelemedi. Davetinize teşekkürlerini iletti. 

Arif’in bu açıklamasından sonra Salih de Enis abisinin mazeretini sundu. İş icabı İzmir’e gittiğini ve katılamadığı için özür dilediğini belirtti.

.Yalın Bey! Ben aranıza Harun Bey vasıtasıyla sonradan katıldım. Çocukluğum zorluklarla geçti. Ailemi erken kaybettim. Biraz sokaklarda, biraz esnaf abilerin yanında yaşamı öğrendim. Kendime kendimden başka miras bırakan olamayacağı için çok çalıştım. Okudum. Ama nasıl okuma! Çoğu zaman aç kaldım. Güzel kıyafetim hiç olmadı. Hem lisede hem üniversitede pek arkadaş da edinemedim. Kısacası maddî hayat, beni şımartmaktan çok uzaktı. Sadece ayakta kalabilmek için mücadele ettim. Manevî hayat nedir, onu da pek bilemedim. Sadece çevremdekilerin rutin alışkanlıklarını izledim. Peki bu haldeyken dünya bana nasıl maddî duvar olabilirdi ki? Ben bir şeyleri sizlerle daha yeni yeni fark edebiliyorum.

.Bu duvar, ne güçle güçsüzlük arasında ne de varlıkla yokluk arasındadır. Ne zenginliğe bakar ne de fakirliğe. Hiç çevrende mutlu olan fakir insanlar görmedin mi? Veya bir sürü imkâna rağmen bunalımdan kurtulamayanlar?

.Çoook… Ama neden böyleler diye düşündüm desem yalan olur. Aç olan, dolu midenin ağrısıyla pek ilgilenmiyor. Açken mutlu olana da pek aklı ermiyor galiba. 

.Haklısın ben de bilmezdim bu duvarın ne anlama geldiğini. Ailemden çok genç yaşta ayrıldığım için onlardan yararlanamadım. Çocukken öğrettiklerini de unuttum. Dünyanın öyle yerlerine öyle insanlarla savruldum ki… Ben de yeni yeni öğreniyorum Atılgan. Esasında öğrenmekten öte, harfi harfine yaşıyorum. Yalnız bu öğrenimin tahtası, kağıdı canın. Tebeşiri, kalemi de zaman. Öğretmeni bazen sert; ama sertliğinde hikmetler var. Sana düşen sadece sabır ve güven. Ondan sonra her şey yavaş yavaş rayına oturuyor. 

.Hem öyle oturuyor ki abi. Bak hepimiz o rayın üzerinde seni takip ediyoruz.

Harun Bey’in bu içten sözünü herkes neşeyle onayladı. Çaylar tazelendi. O ara Ömer Bey yerinden kalkarak karşılarında bütün görkemiyle yükselen asırlık çınar ağacının yanına gitti. Yan masadaki ailenin çocukları, ağacın geniş kavuğunda oyun oynuyorlardı. Onları seyretti. Sonra ağacın etrafını dolaştı. Eliyle okşarcasına dokundu gövdesine. Bir müddet öylece kaldı. Sofradaki konuşulan konuyu, samimi itirafları düşündü. Sadece duvar mıydı huzuru engelleyen? Ya içimizdeki boşluklar? Ağacın kovuğuna benzer oyuklar? Çınarın kovuğu çocukları şefkatle sararken neden insandaki kovuklar onun felaketi oluyordu? Gökyüzüne baktı. Yaprakların arasından süzülen gün ışığı bir an gözlerini aldı.

.Ne o Ömer Bey dalıp gittiniz? Bu asırlık güzellik sizi de etkiledi galiba? 

.Etkilenmemek mümkün değil Yalın Bey. Hayatın, ilahî sanatın ve güngörmüş olmanın muhteşem bir terkibi. Hele bu kovuk? Konuşulan konuyu anımsatan bir yönü var mı sizce? Geldiğinizde bunu düşünüyordum. 

.Doğru… Var sanki. Evet, düşününce… Kovuk ve boşluklarımız. Hadi gelin bizimkilere de soralım. Bakalım ne diyecekler? 

Sofradakilere ilk önce ağaca bakmaları söylendi. Sonra az önce konuşulan konuyla ağacın arasında nasıl bir bağlantının kurulabileceği soruldu. O arada siparişle gelen tatlı servisine yardım eden Zafer Bey, birden elindeki tabağı bırakarak heyecanla:

.Müsaade ederseniz ben bir şeyler söyleyebilir miyim? Çünkü oyukla ilgili bir anım var.

İçlerinde en az konuşan Zafer Bey’di. Konusu değilse dinlemeyi tercih eden bir yapısı vardı. 

.Çok şükür Zafer! Seni böyle heyecanlı görmek ne güzel…

.Heyecanlandım; çünkü çocukluğumu hatırladım. Mahinur Hanım. Pervin Hanım’ın anneannesi. Onun yeri bizim ailede her zaman başkadır. İyiliğini görmeyen hemen hemen yok gibi. Annem Arnavutköy’e gelin geldiğinde Cemile babaannem 44, Hüseyin dedem 47 yaşlarındaymış. Mahinur Hanım’ın evinin düzeni ikisinden sorulurmuş. Annem adı gibi çok nahif, nazik biridir. Bu hali Mahinur Hanım’ın ilgisini çekmiş. Kendisini yanına çağırır, ona ya hediyeler verir ya da Mevlâna’dan hikmetli sözler söyleyerek manasını açıklarmış. Ayrıca evde yapılan sohbetlerde annemin servis yapmasını ister sonra da yakınımda otur dermiş. Sanki annemi torununun yerine koymuş gibi. İşte Annem bu sohbetlerde Ahsen Hanım’ı tanımış. Kendinden birkaç yaş büyük olan kızı Çolpan Hanım’la arkadaş olmuşlar. 

Onun geleceği günü iple çekerdim. Çünkü Çolpan teyze genelde öğleden sonra bizde olurdu. Bu da benim okuldan çıktığım saat. Getirdiği şekerlemeler, kitap, renkli kalemler… ve Mesnevi’den anlattığı hikâyeler. Hatta Mesnevi’den bazı beyitleri ezbere okurdu. 

Bir keresinde Çınar ağacı için “Duaya Açılan El” tabirini kullanmıştı. Mevlâna’nın çınarın nasıl dua için el açtığını ve havada nasıl başını salladığını söylediğini aktarmıştı (1). Bir başka sefer de Kemâl Ahmed Dede adlı bir zattan söz etmişti. Kemal Ahmed Dede, Yenikapı Mevlevihanesi’nin ilk şeyhi. Altmış yaşlarında İstanbul’a geldiğinde bugünkü Mevlevîhane’nin bulunduğu yerde bir çınar ağacının kovuğunda altı-yedi yıl kadar yaşamış ve bu süre zarfında arazi sahibi, Mevlevî dostlarından Malkoç Mehmed Efendi ile tanışmış. Daha sonra da bu zatın o araziye Yenikapı Mevlevihanesi’ni yaptırmasına vesile olmuş. Çolpan teyze bunu anlattığı gün biri daha vardı yanında. O da Şâbân-ı Velî’nin yine bir ulu çınar ağacının kovuğuna çekildiğini ve orada uzun süre kaldığını söylemişti. Varlık ve kâinat üzerine tefekkür edermiş. Yani benim anladığım, çınarın kovuğu insanın bir köşeye çekilip yalnız kalmak istediği sığınağı. Bir nevi inziva yeri. Ayrıca o gün aynı kökten gelen “zaviye”nin de ibadet için tercih edilen bir köşe anlamına geldiğini öğrenmiştim.

.İyi de Zafer Bey! Bu örnekler sığınmak, korunmak, tefekkür etmek, ibadet etmekle ilgili. İnsanın içindeki onu bunalıma sokan boşluklarla ne ilgisi var?

.Haklısın Atılgan. Ancak bu ağaç, hırsız ve uğursuzun geçtiği ıssız bir yerde olsaydı? Düşün neler olurdu? Biz bir camii külliyesindeki ağacın kovuğundan söz ediyoruz. Bir de tabii kovuğu sembolik olarak düşünüyoruz.

.Zafer haklı. Bir de şöyle düşünelim. Kovuğun oluşması için ağacın üzerinden sayısız mevsimlerin geçmesi gerek. Bu da olgunlaşma, kemâle erme olabilir. Kamil olanın sinesinde de sevgi, şefkat, hikmet çoktur. 

.Ömer Bey, bir şey söyleyebilir miyim? Zafer Bey, Mevlâna’nın çınarın dua için el açtığını söylediğini aktarmıştı. Çınar yaprakları gerçekten el gibi. Yaradan’a el açan birinin göğsü de merhametle, sevgiyle doludur. Harun Bey’e ikramda bulunan zat da sanırım böyle biri olmalı. Bizi hasta eden boşlukların Yaradan’dan uzak kalışla bir ilgisi var mı?

.Olmaz olur mu? Buna en güzel örnek, benim hayatım. İnsanın içindeki boşluk, onu oradan oraya savururken bir başka boşluğun sebebi de olabiliyor. Neler geçirdiğimi en iyi siz biliyorsunuz. O boşlukları doldurabilecek çareyi bulmak için dünyayı dolaştım. Bulamadım. Sonunda kendi ülkemde, bir yayla köyünde buldum. Ve şimdi belki sığınılacak bir kovuğum yok; ama bu ellerimle gönlüme işlenen sözleri gerçekleştirmeye çalışıyorum. 

Arif! Sen neden bir şey söylemiyorsun? Bu konuda söyleyebilecek çok şeylerin olabilir. Bundan eminim. Çünkü babam senin için “Adı gibi arif bir insandır.” der. Annem “O yaşta bu hikmet… Hayret!…” diye seni anlatır. Yani bizim evde namın büyük.

.Estağfurullah abi. Mümtaz amca ve Maide teyzem beni evlatları gibi kabul ettiler. Ondan böyle konuşurlar.

.Haklısın. Seni çok seviyorlar; ancak ikisi de iltifat konusunda ölçülüdür. Öyle konuşuyorlarsa vardır bir hikmeti diyelim ve sözü sana bırakalım. Ne dersin?

Bu davet karşısında bir müddet sustu. Zihni epeydir karışıktı. Babasının durumu, hastalığı derken hareketli geçen günlerin etkisiyle bayağı yorgundu. İçimizdeki boşluklar… Babasının iç âleminde bundan bol ne vardı ki? Bu halden kurtulmak için ne kadar çabaladığını gözleriyle görüyor, hayata tekrar tutunma gayretini birlikte yaşıyorlardı. 

.Yalın abi! Gün geçtikçe şu gerçeği daha iyi anlıyorum: Hayat önce bizi içine alıyor sonra da ona nasıl yoldaşlık edeceğimiz konusunda bizi deniyor. Bu nedenle onu tanımak istiyorsam bana anlatacağını dinlemeden önce gözlerine bakmalıyım. Hayatın gözleri nedir derseniz? Zaman derim. Hayat asla yalan söylemiyor. Çünkü yürekten bakıyor. Onun yüreği ise hak, hakikat. Çok sıkıntılı bir dönemimde beni yalnız bırakmayan Mümtaz amcam bir keresinde şöyle demişti: 

Oğlum. Olaylar hakkında kafan hiç karışmasın. Yaradan’ın bilgisi ve izni olmadıkça tek bir yaprak dahi düşmez (2). O ise her şeyi kudretiyle, rahmetiyle, hikmetiyle verir. Gücün, merhametin ve hakikatin olduğu yerde korkma. Bak vücuduna! Hiç dengesiz, rastgele konulmuş bir şey görüyor musun? Vücudunda olduğu gibi kâinatta da her şey bir denge içinde. Anlamı olanda denge vardır. Duyguları, düşünceleri dengeli olan huzurludur. Sevgiyi bilir, vermekten hoşlanır ve sadedir.

Harun Bey’e ikram eden bey de büyük bir ihtimalle böyle biri. Ve de karşımızdaki şu çınar ağacı. Asırlık gövdesine bakın. Asırlık gövdesi deyince aklıma Bursa geldi. Nedense bu şehri çok severim. Gittiğimde köylerini dolaşırım. Beni dinlendiren kendine has bir ruhu var. Zannederim asırlık ağaçların en çok olduğu yer Bursa. Hele bir köy var… Adı İnkaya. Eşimle de gittim. O köydeki 600 yıllık çınardan gözünüzü alamazsınız. Çok geniş bir alanı kaplayan dağınık dallara, büyük yapraklara sahip. Hem kirli havayı emer hem de oksijen üretir. Sanki himaye eden, zarardan koruyan, nefesiyle şifa veren bir bilge gibidir. Ömrü çok uzun, kökleri sağlam, gövdesi çok geniş. Bu nedenle sonsuzluğun ve gücün sembolü diye bilinir. Ve göğsü denilecek gövdesindeki kovuk bir boşluk değil, adeta bir sığınaktır. Kısacası çınar varlığıyla yaradılışa katkı sağlayan bir ağaç.

.Evet, çınar gibi her varlık da ne için yaratılmışsa kendini ona adıyor. Bugün psikologlar içimizdeki boşluğa sebep olarak amaçsız yaşamayı gösteriyorlar. Hedef yok, hayal, sevgi yok; kısacası hayatın anlamı yok. Başkasına, çevremizde olana ve bitene; bilhassa kendimize karşı  bir duyarsızlık. 

.Yani bizi insan eden her şeyle kontağı kesmek. Elektrik kesilirse ne olur? Bu, karanlıkta kalmak gibi bir şey değil mi Ömer Bey?

.Ne sandın ki Atılgan? Tabii bu elektrik insanın iç âleminde kesiliyor. Boşluklar hep bu âlemde oluşuyor. Bak etrafına. Her şeyde hareket var. Her şey allı pullu, ışıl ışıl… Nefislerde hazlar nara atıyor. Anlık hazlarla sonsuzluk hissi veren mutluluk nasıl elde edilebilir ki? Bodur, dikenli bir ağacın dallarından göklere ulaşmak sizce komik değil mi?

.Komik demeyelim de… Trajikomik desek daha iyi olur. 

.Evet… Aynı “Güleriz ağlanacak halimize.” hesabı.

.Doğru, haklısın. Harun!… Ne zamandır diyeceğim. Hep bir şey araya giriyor; unutuyorum. Senin çok özel bir meziyetin vardı. Konuşulan konuya göre dile getirdiğin şiirlerin… Önceleri yadırgamıştım. Seni tanıdıkça, söylediklerinin anlamını çözmeye başladıkça sonradan arar oldum. Dikkat ettim de artık ağzından bir satır dahi çıkmıyor. Neden böyle? Ne oldu?  

.Bir şey olmadı abi! Bir söz vardır: “Söyleyene değil söyletene bak.” derler. Belki de meşguliyetten böyledir. Ya şirketten şirkete koşturuyoruz ya da masa başında saatlerce bir proje üzerinde çalışıyoruz. Bunların arasında da ilham gelmiyor.

.Desene ilhamına bilmeden biz sekte vurduk… Ama bak… Bu atmosfer çok müsait. Biraz düşün; belki gelir. Hem birer kahveye ne dersiniz?

Yalın Bey bunu der demez Salih hemen sipariş için fırladı. Öğle güneşi tam tepedeydi. Yakmayan tatlı bir sıcaklık her yerde. Gözleri kapayıp bu tatlı sıcaklığı iliklere kadar sindirme vaktiydi. Herkes sanki aynı şeyi düşünmüş gibi masayı bir durgunluk sarmıştı. Sadece çınarın altında oynayan çocukların sesleri duyuluyordu. Az sonra kahveler geldi. Kahve demek muhabbet, sohbet demekti. Ancak bu sefer konuşan, kalplerdi. Onların da sesini ancak sağır olmayan kalpler duyabiliyordu. 

Ne zamandır şiir yazmadığını düşündü. Dıştan bakıldığında bir anı bile boşa geçmiyor gibiydi. Eline aldığı her iş hep hayır adınaydı. Ve işin en güzeli, onunla birlikte olanlar da aynı kafadaydılar. Bu dostların arasında uzun zamandır hissetmediği bir huzuru yaşıyordu. Lakin bu arada kalbinin bir köşesini ihmal etmiş olmalıydı ki oradan gelen sesi küstürmüştü. İlerideki asırlık çınarın dallarına baktı; sonra kapattı gözlerini. Yayla köyünde gökyüzünü seyrettiği gece yürüyüşlerini hatırladı. Gece, yıldızlar ve ilham… Hemen cebinde taşıdığı küçük defterini ve kalemini çıkardı. Hep gökyüzünden yıldızlar kaymazdı ya… Kalbinden duygularına bir yıldızın kaydığını hissetti:

İlham,
Göklerden esen rüzgâr.
Kalbim,
Derinden beslenen nehir.
Estikçe dalgalanır yatağında
Kelimelerim.

Kalemin ucunda gökkuşağı;
Döner çevresinde yaşam.
Rengini, tadını, kokusunu
Alır, demlendikçe sevdam.

Şiir
Göklerin mi taşır sırrını?
Kalbimin mi? Bilmem.
Doğdukça benden, yazar.
Yazdıkça ondan doğarım.
Anlamın esrarında
Ülkem.

Kimin
Dağarcığında bir söz kalmış
Sevgiye, saflığa dair.
Gökler de kalp de ilahî
Bir yoldur; yolcusu
Şair.

***

1. “Çınar, dua için nasıl el açar, ağaç havada nasıl baş sallar? Çiçek bahar mevsiminde (renklerle, kokularla dolu olan) eteğini nasıl serper?” Mevlâna / Mesnevi / Cilt. 2 / 1658
2. Enam / 59
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Hergün siteye girdim yazı varmi diye, ṣükür bugün yayinlanmış. Değişik ama güzel bir tat olmuş. Sokakta gecen insanlar ne güzel insanlar, hala böyle saf, temiz,sevecen, saygılı, bilgili ve olgun insanlar var diye seviniyorum.
    Tevafuk oldu bende bir kaç günden beri ego yu düşünüyordum ve yazı iyi geldi. Teşekkür ederim.

Leave A Reply