Sokak II / Haneler – Bölüm 4

1

Yıldızlar

Neydi şimdi bu? Kızından yıllarca kopuktu. Tam da böyle bir zamanda… Beklenmedik üst üste yaşananlar ne kadar karmaşıktı? Bütün bu olanlar tesadüf olamazdı. Sırtının ürperdiğini hissetti. Birkaç yıl önce yaşasaydı bunları bu kadar etkilenmezdi. Ama şimdi? Neydi onu bekleyen şey? Sanki aklında perde varmış da ağır ağır kalkıyor gibiydi. Olanlara derinlemesine inemese de hepsinin arasında bir irtibatın olduğuna artık inanıyordu. 

Arif çıkalı nerdeyse üç saat olmuş. Arife zaman geçsin diye işe dalmış. Kitaptaki aynı yeri tekrar tekrar okuduğunu anlayınca bıraktı. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Salona gitti. Duvarda asılı fotoğraflara baktı. Kardeşinin vefası, salonun nerdeyse bir duvarını yaşanan günlere çevirmişti. Öyle yaşamlar vardır ki sadece hayal edilebilir diye düşündü. Ve esasında hayal gibi olup da zamanla alışılan, önemsenmeyen hayatlar da vardı… Mesela kendi çocukluğu… İlk yapıldığı yıllarda bu apartmanda geçirdiği günler. Kardeşi. Aynı Arife’ydi. Onda değişen, kardeşine bu derece ihtiyacını hissettiren neydi peki? İhtiyaç duyduğu şeyin yokluğu: Sevgi, içtenlik ve sadelik. 

Kardeşiyle konuşmazsa içinin daralması geçmeyecekti. Mutfaktan sesler geliyordu. 

.Arife! Bir telefon etsen. Ne yaptı Arif acaba? 

.Abi!… Giderken “Beni aramayın.” dedi ya!  Arasak da elimize ne geçecek? Yaşanacak ne varsa o yaşanacak. Biraz sabır, canım abim… Biraz sabır! Sana sütlü kahve yapayım mı? 

.Yok, istemem. Âyende ne zaman gelir sence? Bilgin var mı? 

.Yok abi. Sadece moda fuarı için İspanya’da olduğunu biliyorum. Çekiniyorum sormaya. 

.Biliyor musun? O kızın çok değişik bir kişiliği var. Sen de fark ettin mi? Yaşına göre hayli olgun. Öyle şeyler söylüyor ki şaşırtıyor. Şimdi olsaydı kim bilir neler anlatırdı? Bu yönden şanslıyız değil mi Arife?

.Hem de çok şanslıyız. Hem başka ne bekliyordun ki? Oğlun da onun gibi değil mi? Tanışmalarına bile bir hayatı kurtarma sebep olmuş.

.Doğru. Bu olayı Âyende anlatmıştı. O kedi nerde şimdi? Kim bakıyor? Arife, hatırlar mısın?  Konya’da annemden habersiz dayımla ne kadar kedi beslemiştik. 

Dayısı geldi gözlerinin önüne. Yüzü her zaman aydınlık Münir dayısı. Aynı ismi gibi. Herhalde o yüz şimdi iyice nurlanmış olmalıydı. Hastalığını duysa hemen gelirdi. Ama haber verilmemesini kendi istemişti. Hatta oğluna, kardeşine yemin ettirmişti. En son ne zaman aramıştı dayısını? Utandı. Karısının, çocuklarının vefasızlığından farklı değildi kendi vefasızlığı. Arife’nin anlattıklarına göre iç dünyası hiç değişmemiş. Yine hep saygılı, vefalı; ama kendi bildiğini yapan, özgürlüğüne düşkün adam. Israra rağmen sadece birkaç defa gelmiş. O da bir iki günlük. Yaşı şimdi 79 olmalıydı. Aralarında 14 yaş fark vardı.

.Nasıl arıyorum onu, biliyor musun? Sevgisini, hayallerini, coşkusunu… Ama her şeyden çok insanlığını. Kendimi toparlar toparlamaz davet edelim Arife olur mu? Keşke yanımızda olsa da…

.Abi, dur! Telefon çalıyor galiba. 

Arayan Arif’ti. Orlando telefon etmiş. Tam kalkış sırasında uçakta aniden bir teknik arıza çıkmış. Rötar olabilirmiş. Kendilerini beklememesini istemiş. Adres verilirse evi bulabileceğini söylemiş. Arif de ne olursa olsun bekleyeceğinde ısrar etmiş. 

.Kendilerini mi dedin? Arife! Dikkat ettin mi? Kendisini değil, kendilerini diyor. Demek ki yalnız değil. Çok şükür. 

.Çok şükür Abi! İyi de… Hani sen kızını görmek istemiyordun? Ne oldu da şimdi? 

.Ne olduğunu, ne olacağını artık bilemiyorum Arife? Karmakarışığım. Düşünmek de yeterli değil. Bazen başım çatlayacak gibi oluyor düşünmekten, kendimi sorgulamaktan. Kalpteki karışıklık zihinden çok farklı. İç dünyamız, aynı olaylar gibi ne kadar sorularla doluymuş? 

.Öyle abi. Yalnız kendini bu kadar sorgulaman senin için tehlikeli. Stresten uzak kalman lazım. Sükûnet senin ilacın. Her şeyi zamana bırak. Bak o da akıyor aynı nehir gibi. Ve biz de onunla akıyoruz. 

.Akıyor da hızına yetişemiyoruz ki? Değişkenliğine akıl erdiremiyoruz. Ne zaman hırçınlaşır, ne olduğunda sakinleşir; bilemiyoruz. 

.Haklısın. Bu da insanı korkutuyor. Ama nehirde bu korku yok. Neden? Çünkü nereye akacağını biliyor da ondan. Ve suları denizin kokusuna göre yol alıyor. 

.Arife dikkat et, Münir dayım gibi konuşmaya başladık. Dayım da böyle benzetmeli konuşurdu. Nehir, deniz, koku falan… Peki sen o kokuyu alıyor musun?

.Benim yolculuğum denize değil ki onun kokusunu takip edeyim. Benim yolculuğum Rabbime. Ve aldığım koku da O’nun rahmetinin kokusu. Yol alırken kime, neyin kokusuna doğru aktığımızı bilirsek hiçbir karışıklık bizi zorlamaz. Şimdi biz o rahmete sığınacağız abi. Ah… Münir dayım. Hemen hemen her olayda bize o olayla ilgili ya hikmetli bir söz söyler veya hikâye anlatırdı. En çok da Mesnevi’den. 

.Biliyor musun Arife? Dayım çok zeki bir adamdı. Kitaplardan örneklerle konuyu anlatarak bizim düşünme yeteneğimizi fark ettirmeden geliştirmiş. Baksana… Nehir, deniz, koku falan diyoruz ya… Düşün, zamanı kaç yönden algılıyoruz. Hem nehirde hareket hem denizde sonsuzluk hem açlığı hissettiren koku. Ve tek kelimelik benzetmelerle konu önümüzde sanki resimlerle çiziliyor.

.Ve de hiç unutmuyoruz abi. Onun için dayımın söylediklerinin hemen hemen çoğunu unutmadım. Onun verdiği Mesneviler’den okuyup düşündükçe daha önce anlayamadığım anlamları zamanla çözmeye başladım. Onları hep tekrarladım hep hatırlamaya çalıştım. Bir keresinde  -kimle ilgiliydi unuttum- yaşanan bir iç sıkıntısından konuşuluyordu. Dayım nefisle ilgili olayların ruhu bedene nasıl hapsettiğini anlatmıştı. Ve kütüphaneden aldığı Mesnevi’den bir bölüm okuduğunu hatırlıyorum. Balçık ve balçığın içindeki su. Sonra balçığın nefis, içindeki suyun da nefiste hapsolan ruh olduğunu söylemişti.

Bekle abi! Dayım ilk geldiğinde Mesnevi’nin bütün ciltlerini getirmişti. Ben de o vakitten beri onlardan okuyor, küçük kağıtlara not alıyorum. Hatta Arif’le Nazlı’yla paylaşıyorum. İçlerinde bu örnek de vardı.

Heyecanla kitap almaya giden kardeşinin arkasından baktı. Bu masum heyecanlardan, bu insanî, duru davranışlardan yıllarca nasıl uzak kalabildiğine esef etti. Ne anlamlı benzetmeydi: Balçığın içindeki su. Arsız, bitmeyen ve insanı tüketen nefsî arzuların içindeki ruh. 

Balçığın içindeki su, denize gitmeyi, aslına kavuşmağı ister ama balçık suyun ayağını sımsıkı tutmuştur. Onu kendine çeker, bırakmaz. Eğer su, yani ruh, ayağını balçığın elinden, yani bedeninden kurtarırsa balçık kurur, su da hür ve bağımsız bir hale gelir. Gerçek bir insan olmak için mal, mevki, yemek, içmek gibi şeylere gerektiğinden fazla düşme ki, onların kölesi olmayasın. Servete, mala, mevkie âşık olan gönül, bu balçığa, bu kapkara suya yenilmiş, alt olmuştur.

Mevlâna / Mesnevi / Cilt 2 / 2254-2260

Kardeşinin okuduklarını dinlerken derinden bir iç geçirdi. İyi ki hastalanmış ve içini yakan bazı olaylar yaşanmıştı. Yoksa balçıktan kurtulacağı yoktu. Güldü kendine. Ne kurtulması? Hâlâ bocalıyordu içinde. Yine de kardeşinin ve oğlunun yanında olmak rahatlatıyordu. Kim bilir, belki de bir gün onların yardımıyla balçıktan kurtulabilirdi?

.Ne güzel şeyler söyledin Arife! Her zamanki gibi rahatlattın beni. Hadi sütlü kahve yap da içelim. Nazlı nerede? Onu da çağır.

Haneler… Farklı farklı düşünceler ve farklı duygular… Hayat yolculuğunun birbirine benzemez durakları. Duraklar birbirine benzemez; ama içlerinde değişmeyen şey, hep zihinlerdeki telaş, hep kalplerdeki sancıdır. 

Arif’in şu anda içinde bulunduğu havalimanı da bir haneydi. Onun dev görüntüsü içinde oradan oraya giden insanlar aynı karınca gibiydiler. Kimi geliyor, kimi gidiyor, kimi bekliyor. Şu anda kendisi de bekleyenler arasındaydı. Ne tuhaf, diye düşündü. Kimse bir başkasının iç dünyasını bilemiyor. Ondaki ruh halinin anlamını çözemiyor. Kimse başkasının ardından savuran rüzgârın, yüzüne vuran gün ışığının kelimelerini heceleyemiyor. Ancak bu ortamda bütün gürültüye ve karmaşaya rağmen herkes ortak bir gerçeği yaşıyordu: Yolculuk. 

Burası bir havalimanıydı. Yolculuğun bir durağı. İnsanlar buradan bir başka yere gidiyor ve geliyordu. Ve insanoğlu bu gidiş-gelişte bir tek kendi kelimelerini heceleyebiliyordu. Geleli nerdeyse iki saat olacaktı. Bir köşede uçağı beklerken düşünmekten başka bir şey yapmamıştı. Geldiğinde havalimanına yakın olan bir alışveriş merkezine gitmiş, bir şey almadan sadece vitrinlere bakmıştı. “Buna vakti öldürmek denir.” dedi kendi kendine. Sonra bir kafede oturup bir şeyler yemiş ve iPhone’a yüklediği sevdiği müziklerden dinlemişti. Oturduğu yerden insanları gözlemlemek ona göre değildi. Çünkü onların mahremine girmek gibiydi. En iyisi bekleme salonuna gitmek diyerek buraya gelmişti. Orlando telefonda kendilerini beklememesini söylediğine göre demek Esin de yanındaydı. Abla demek içinden gelmiyordu. Aralarında yıllarca hiçbir iletişim olmamıştı ki. Ne telefon ne fotoğraf… Aynı anneden, babadan… Acıydı.

Nihayet beklenen uçağın indiği haberi geldi. Orlando’yu tanımakta zorluk çekmeyecekti. Çünkü o, fotoğrafını göndermiş ve kendisinin de fotoğrafını istemişti. Ancak göndermeseydi de tanımadığı yolcusunu karşılamak isteyenlere kolaylık adına havalimanında yeni başlayan bir sistemden yararlanacaktı.

Telefondaki fotoğrafa bir kez daha baktı. Yumuşak bir çehre. Kırçıllı bir sakal. Saçı yoktu. Kalender bir tip. “Tahminimden çok uzak.” diye düşündü. Tahmin ettiği neydi ki? Esin’in eşi olduğuna göre… 

.Arif Bey! Arif Bey!… 

Uzaktan el sallayarak gelen adam. Evet, oydu. Esin’i aradı gözleri. Bulamadı. 

.Matteo! Oğlum bu taraftan…

Bir anda ne yapacağını şaşırdı. Orlando ve yanında 7, 8 yaşlarında bir çocuk. İyice yaklaştıklarında nefesi bir anda kesilecek gibi oldu. Karşısında Şeref Bey’in adeta bir kopyası. Bu çocuk ve Esin yok. Hiç tahmin edemeyeceği bir endişeyle “Esin’e ne oldu? deyiverdi.

.Merak etmeyin. Esin gelemedi. Yolda size anlatacağım. Bu oğlum Matteo. Diğer ismi Mete. Mete, bu bey de senin dayın. 

Babasının alnı, kaşları, göz biçimi… Başının biçimi, saçın dalgasına varana kadar aynı; ama saçın rengi sarıya yakın ve gözler yeşil. Gördüğü en güzel çocuk yüzü diyebilirdi. Demek bu güzel yüz onun öz yeğeniydi. Heyecandan ne yapacağını bilemedi. Sadece elini uzatabildi:

.Hoş geldin Mete.

Mete’den ses çıkmadı. Sadece kendisine bakıyordu. Sonra o da elini uzattı. O an telaştan Orlando’ya bir şey demediğini fark etti.

.Özür dilerim. Şaşkınlığımı affedin. Şu an yaşadığım, hiç beklemediğim bir şey de… 

Arabaya bindiler. Uzun süre kimseden ses çıkmadı. Neden sonra:

.Arif Bey! Buraya gelmemi ve sizinle tanışmamı Esin istedi. Uzun zamandır rahatsız. Tedavi görmesi gerekiyor. Bu arada Mete’nin sizleri tanımasının iyi olacağını düşündük. 

Sözler ağzından zor çıkıyordu. Sanki konuşmasının ardında daha farklı şeyler vardı. Daha fazla açıklama yapması belli ki zorlayacaktı. Arabanın arka koltuğunda oturan oğluna baktı. 

.İyi düşünmüşsünüz. Hem bir aile isek tanışmamak olmazdı. İstenilmeyen bazı şeyler yaşandığında bundan çocuklar asla etkilenmemeli. Eve gidince sizinle ayrıca uzun uzun konuşmak isterim. Ayrıca çok şaşırdım. Türkçeniz güzel. Daha önce de geldiniz mi Türkiye’ye?

.Evet. Hatta bir dönem her sene geldim. 

.Tanıdıklarınız mı var; yoksa iş icabı mı? 

.Hayır, ikisi de değil. Bir merak, bir arayış diyelim.

Bir ara Orlando oğlunun yanına geçmek için müsaade istedi. Yol boyunca babasına iyice sokulmuş Mete’nin konuşmaması garibine gitti. İnşallah bir sorun yoktu. Acaba nasıl karşılanacaktılar? Ne söyleyecekti babasına, halasına? 

Onlar arka koltukta otururken Arif de bilmediği bir geleceğe neleri taşıdığının sorularıyla boğuşuyordu. Bir ara bir marketin önünde su almak bahanesiyle durdu. Bir şey isteyip istemediklerini sordu. Maksadı evi aramak ve onları şoka sokmamaktı.

.Hala!. Biz geliyoruz. Esin biraz rahatsızmış. O gelemedi. Ama oğlunu göndermiş. Herhalde Can’dan babamın durumunu öğrendi. Belki de pişman oldu. Çocuğun adı Mete. Görünce şaşıracaksın. Bil bakalım, kime benziyor? Babama yavaş yavaş bunları anlat. Adam bir anda dede olacak. Heyecanlanmasın; ne olur halam.

Daha arabadan iner inmez bahçe kapısında babasını gördü. Kim bilir kaç dakikadır orada bekliyordu. Öylece hareketsiz duruyordu. Hiçbir heyecan emaresi yoktu yüzünde. Sonra halasıyla Nazlı ablası da geldiler. 

Şeref Bey ve karşısında duran, yıllardır görmediği kızı değil, varlığından haberi olmadığı torunu. Kapıdaki yetersiz ışıktan yüzünü net göremiyordu. Telaşından gözlüğünü de almamıştı. Ama Arife’nin kulağına “Abi bu senin kopyan.” diye fısıldamasıyla bir anda soluğu kesilir gibi oldu. Hiçbir şey diyemedi. Yanına gidip sarılamadı da. 

.Abi. Misafirlerimizi dışarda tutmayalım. Sen de beklerken yoruldun. Hem buranın ışığında delikanlıyı tam göremiyorum. Onu aydınlıkta bir görelim bakalım. Onunla bir konuşalım. 

İçeri girdiler. Arif, havalimanındaki tanışma konusuna girerek ortamı hazırlamaya çalıştı. Hatta babasının kendine gelebilmesi için havaalanındaki bekleme faslını uzattıkça uzattı. Şeref Bey ise bunların hiçbirinin farkında değil, sadece torununa bakıyordu.

Hayatın beklenmedik bir cilvesiyle bir anda babalıktan dedeliğe terfi etme… Didim’de yaşıtları torunlarından konuşurken kendisi onları sessizce dinlerdi. Torun ve onun sevgisi bir ihtiyaç mıydı? Bilmiyordu. Bunları Günsel’le de konuşamazdı. Genç görünmeden başka bir şey düşünmeyen birinden ne beklenilirdi ki? Demek Mete’ydi adı. Matteo Mete. Kızının yurdundan tam kopmamış olmasına sevindi. Heyecanı biraz durulup da kendine geldiğinde gözlüğünü istedi kardeşinden. 

.Mete. Yanıma gelebilir misin?

Arif’in ise gözü hep dedeyle torunun üstündeydi. Çünkü Mete’nin konuşmaması onu hayli tedirgin etmişti. Bu durumu Orlando’ya soramamış; o da -belki de telaştan- bir şey dememişti. Neyse durum az sonra anlaşılacaktı. “Rabbim! Ne olur bir sıkıntısı olmasın.”

.İnanır mısınız Arif Bey? Mete Türkiye’ye geleceğimizi duyduğundan beri birkaç söz dışında konuşmadı. Zaten annesinin isteğini de dün öğrendi. Neden bu kadar etkilendi, anlamadım.

Çok hassastır; ama kendini ifade ederken hep dik bir duruşu vardır. Anneme benzetirim. Esin de sizin böyle olduğunuzu söyledi.

.Allah Allah… Şaşırdım. Esin kardeşiyle, kimseyle hiç ilgilenmezdi ki…

.Haklısınız Arife Hanım. Lakin bir şey söylemem gerekiyor. Evet Esin anlaşılması çok zor bir insan. Ancak sandığınız gibi sizden kopuk biri değil. Sadece Türkiye’de yaşamayı tercih etmedi. Can onu aramasa da o arar. Şeref Bey’in rahatsızlığını da böylelikle öğrenmiş. Ben ancak bir, iki gün kalabileceğim. Çünkü Esin’i yalnız bırakmamam gerekiyor. Yarın sizlerle uzun uzadıya konuşuruz.

Tam o sırada çok kısık, yumuşak bir ses duyuldu:

.Sizi tanıyorum. Annemin dolabındaki kutudaydı fotoğrafınız. Annem gördüğümü bilmiyor. Sonra bir gün dedene ne çok benziyorsun dediğinde anladım ki o fotoğraftaki dedemmiş.

Bir anda tuhaf bir şey oldu. Sanki mekânın ruhu derinden bir soluk almış gibi ortamı bir sıcaklık sardı. En çok da Arif’i. Şeref Bey ise bir şey diyemedi. Sadece bu küçük adamın ellerini aldı avuçlarına. Ürkek bir kumru gibi kendine bakan gözlere baktı… baktı… Neden sonra:

.Benim tek torunum, ilk gözbebeğim sensin. Biliyor musun?

O gece Şeref Bey yeniden doğduğunu hissetti. Ne hastalığı ne iyileştikten sonraki güzel günler onu bu kadar etkilemişti. Herkes yattıktan sonra balkona çıktı. Gökyüzü lacivert bir cam gibi parlıyordu. Üzerinde nakış nakış gümüşten yıldızlar… Ameliyattan sonra hayatında yepyeni bir döneme başladığını hissetmişti. Ancak şimdi hissetmeden öte görüyordu.

Parlak taşlara aldanma; ayaklarına batar.
Yaldızlı sözleri yıldız sanma. Seni karanlıkta bırakır.

Münir dayısı zaman zaman içinden ne geliyorsa onu söze dökerdi. Bu söz de onlardan biriydi. Herhalde kendisinin çabuk kanıveren biri olduğunu anladığı için bu sözü çok kez tekrarlamıştı. Onun haklı olduğunu yıllar sonra anladı. Hem de ne anlama!… 

“Unut artık bunları!” diyerek kızdı kendine. “Yaldızı yıldız gören sensen hatayı başkasında aramayı bırak artık!” Az önce bir çift gözde öyle yıldızlar görmüştü ki… O bakışla içinde sanki eksik olan bir şey tamamlanmıştı. Neydi bu? Sadece bir torunun varlığı olamazdı. Sadece torun sevgisi olamazdı. Ne olursa olsun… Umurunda değildi artık. Bu halin sırrını keşfedemese de güzelliğini yaşıyordu ya. Hayat isterse bir gün elbet anlatırdı ona. Ruhunu yıllardır ilk defa bu kadar özgür hissetti. Bir yere sıkışmışlıktan kurtulmuş gibiydi. O an bir söz düştü aklına. Nereden olduğunu tam hatırlayamadı. Sabahattin Ali’nin bir kitabından olabilirdi. Çünkü onun eserlerini döne döne okuyordu. 

“Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman, meydana çıkıyordu. Ve insan ancak o zaman sahiden yaşamaya başlıyordu.” (*) Tam olmasa da buna benzer bir sözdü.

Onun da bir torunu vardı artık. O küçük ellerini nasıl almıştı avuçlarının arasına. Hep yanında kalsaydı, hiç gitmeseydi. Sabah onunla yapacağı kahvaltıyı hayal etti. Ne hayali? Gerçekti, gerçek!… Gerçeek!… Sesi, elinde olmadan yüksek çıkmıştı. Etrafı dinledi. Neyse çıt yoktu. 

Orlando. Damadı. İyi birine benziyordu. Kişilikli, olgun. Anlattığına göre sık sık geldiği Türkiye’yi seviyormuş. Kızıyla nasıl tanışmış? Onunla nasıl bir hayat geçirmiş? Kızının -önemli değil dense de- rahatsızlığı neydi? Bunların cevabını inşallah yakında alacaktı. Üşüdüğünü hissetti. İçeri girdi. Yatağa yatmadı. Perdeleri çekti. Pencerenin yanındaki kanepeye sırtüstü uzandı. Gözleri gökyüzünde, gönlü torununun gözlerindeydi. O halde uyuyakaldı.

Haneler… Her gölge, kendi aslını taşıdığı gibi her hane de kendi ruhunu taşıyor. Her doruk, güneşi kendi gözlerinde nasıl yakıyor, kendi bağrında nasıl söndürüyorsa her hane de sevincini, direncini kendindeki canlardan doğduruyor. Hüznünü, derdini kendi içinde sessizce paylaşarak dindiriyor. 

Her şeyin kendine ait bir sırrı olmasa gönül çekim gücünü nereden bulacak?

Sır dediğin,
Bir temas geceyle can arasında.
Ten bilmez,
Hissedemez başka vicdan.
Anlarsın ruhuna değdiğinde
Yıldızlar.

Sır dediğin,
Bir bağ Allah’la kulu arasında.
El değmez, göremez göz.
Tül tül aralanır
Yaklaştıkça ve açıldıkça
Kapılar.

***


(*) “Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya başlıyorduk.” Sabahattin Ali / Kürk Mantolu Madonna / s.87
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Elif hanim hikayenin içine aldınız beni, kendim yaşar gibi oldum. Nasil birşey bu!
    Bu bölümü gözümden dökülen damlarar ile okudum. Hem sevinç hem hüzün..
    Hele bu sözleriniz beni çok etkiledi “Haneler… Farklı farklı düşünceler ve farklı duygular… Hayat yolculuğunun birbirine benzemez durakları. Duraklar birbirine benzemez; ama içlerinde değişmeyen şey, hep zihinlerdeki telaş, hep kalplerdeki sancıdır. ”

    Elbiseyi görürsek ruhu göremeyiz.. Ruhu gördügümüzde elbiseyi görmeyiz..

Leave A Reply