Sokak –  Bölüm 34

0

Dönüşüm

.Biraz daha salata ister misin?

Ekrem Bey! Ekrem… Beni duyuyor musun? Dalıp gittin; bir şey mi oldu?

.Bizim Cahit’i hatırladın mı? Bugün Kadıköy’de dolaşırken onu gördüm. Kafam ona takıldı da…

.Hatırlamaz mıyım? Senin en has arkadaşın. Sonra yurt dışında bir yere yerleştiler aklımda kaldığına göre. Neye takıldın? Kötü bir şey mi var?

.Hayır, kötü bir şey yok. Ama büyük bir hayal kırıklığı var. Aklında doğru kalmış. Cahit’i çalıştığı şirket Arjantin’e göndermişti. Sonra da orada kendi işini kurdu. O dönem sık sık konuşurduk. Bayağı zorluk çekti. Sonra işleri açıldı. Zamanla da bizim telefon görüşmeleri seyrekleşti. Buraya iş için gelmiş. Antika bir parça arıyormuş.

.Peki, iyi de… Bunda can sıkacak, hayal kırıklığına uğratacak bir şey yok ki…

.Evet, yok. Ama halini, konuşmasını bir görseydin o zaman anlardın. Şaşırmamak mümkün değil. Çok değişmiş. Durmadan anlatıyor. İki sözünden biri nasıl kazanmış, nasıl yaşıyor? Neyi var, neyi yok? Ayak üstü öğreniverdim hepsini. Benim can arkadaşım, beraber hayırlar yaptığımız Cahit, karşımdaki bu görgüsüz müydü? Uzun süre baktım yüzüne. Farkına bile varmadı. Yahu insan “Sen ne yapıyorsun, nasılsın?” diye bir kere sorar. 

.Demek o da bir güç zehirlenmesi yaşıyor. Yazık, üzüldüm. Peki ailesinden bahsetti mi? 

.Bahsetmez mi? Çocukların okuduğu okullar, seyahatler… Anlayacağın hepsi bu zehirlenmeden nasibini almış.

.Desene beşeriyetin haz podyumuna bir aile daha çıkmış. Bunlar yaşanacak elbet. Fakat Cahit’e gerçekten üzüldüm. Eşi de ne kadar içten bir hanımdı. Yazık!…

Eşimin suskunluğu bana da geçti. Sofradakileri taşırken, etrafı toplarken aklım hep bu olumsuz değişimdeydi. Mutat “Kahve içer misin?” teklifini bile yapmadığımı neden sonra “Kahvemize ne oldu?” deyince fark ettim.

Bizim evde hava almak, içerisini havalandırmak için kar yağarken bile camı açma alışkanlığı var. Ne yazık ki birkaç gündür bundan mahrumuz. Çünkü üç bina ötemizde kentsel dönüşüm başladı. Camı açmak mümkün değil. Birkaç dakikada her yeri toz kaplıyor. Ya hava almak için onca toza bulanacağız ya da temizlik adına cam önünde boğulacağız. İkisi de bize göre değil. Lakin yapılacak bir şey yok. Bir müddet elde bez; sürekli toz almak durumundayız. Bir şeye canım sıkıldığında herhangi bir konuda tefekkür yolculuğuna çıkmak her zaman beni rahatlatıyor. Şu anda takıldığım konu da “toz”.

Gölcük depremi ve 1999’da yaşanılan acılar. Arkasından depremin izlerini silmek adına bir daha böyle acılar yaşanmasın diye geliştirilen projeler. Doğal afetlere dayanıklı yeni binaların oluşturulması; yani kentsel dönüşüm. Yıpranmışı yıkıp yerine sağlamını inşa etmek… Her yerde olduğu gibi İstanbul’da da başlayan yeni bir dönem. Neredeyse her sokakta kocaman sıra sıra kamyonlar, yıkılan binalar… Ve her yer toz, toprak içinde. 

Toz, bir madde. Bezle silindiğinde yok olur. Temizlik yapan herkese göre de böyledir. Sil ve yok olsun. Ancak işin hakikati böyle mi? Hayır. Toz bana göre yok oluyor. Benim görme ufkumun çizgisinde kayboluyor. Yoksa bir laborantın laboratuvarda mikroskobun camında incelediği toz, apayrı bir âlem. Teknoloji ilerledikçe, insanoğlu maddeye yaklaştıkça onu daha farklı değerlendiriyor. Bir yerde izlemiştim. “Elektron mikroskobu” denilen bir alet var. Onunla minicik zerreler en ufak ayrıntılarına kadar incelenebiliyor. Her bir zerre bu alet vasıtasıyla gözümüzün önünde devasa boyutlarda birbirinden muhteşem şekillere dönüşüyor. Demek ki görmeden görmeye hayli fark var. 

Düşünüyorum da sadece maddî âlemin mi tozları var? Sadece bu âlemde mi temizlik yapıyoruz? Kirlendiğinde bizi bunaltan kalp hayatımız. Silinmezse körleşen manevî gözler, karmaşık düşünceler ve saçmalayan diller… Onlardan yayılan tozlar her yanı sarıyor. Tabii maddî dünyada olduğu gibi manevî dünyanın laboratuvarları, laborantları ve onların kullandığı elektron mikroskopları bu konuda hayli aktif. Kısacası zihinden zihne, algıdan algıya farklar çok. Görmekten görmeye, beşerden insan olmaya mesafeler uzun. 

Ne yazık! İnsanlık dünyasında birçok bina tehlikede. Kentsel dönüşüm gerek. Ancak bu dönüşümün iç âlemde gerçekleşmesi çok farklı. Çünkü iyiye doğru olanın yanında kötüye doğru olanı da mevcut. Aynı Cahit gibi. Çok şükür ki, bir de benim sokağımın sakinleri var. İyi ki varlar…

Arnavutköy’e gittiğimiz günün üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Şu anda dinlenmeden koşturduklarını ve Pervin Hanım’ın estirdiği rüzgârlardan etkilendiklerini biliyorum. Yine de sevgili Nur aramayı ihmal etmiyor:

Hocam, Pervin Hanım Arnavutköy’den döndüğümüz günün ertesi aileyi topladı. Ne yapmak istediğini, hayatının bundan sonrasını nasıl geçireceğini, tasarladığı şeyleri anlattı. Babamlar da saygıyla karşıladılar. Acısına rağmen onda görülen iyi hallerin daha da güzelleşeceğini düşünüyorlar. Pervin Hanım ayrı evde yaşasa da onlardan asla kopmayacağını söylemiş.

Mümtaz babamla Yalın Bey ve Pervin Hanım sık sık çalışma odasında bir araya geliyorlar. Hemen hemen her gün ya bir avukat ya başka bir eleman bizde. Pervin Hanım’ın bir ayağı adeta karşıda. Bazen birkaç gün gelmediği oluyor. Evin restorasyonu yakında başlayacakmış. Velhasıl Hocam, Salih’in o günkü temennileri sanırım gerçekleşecek.

Bu koşuşturma Pervin Hanım’a yaradı. Bayağı kendine geldi. Geçen gün benimle dertleşirken sizden söz etti. Ayrılmadan önce muhakkak size gelecekmiş. Güzel değil mi Hocam? Boğaz’da bir kapımız olacak. Avrupa ve Asya arasında gidiş gelişler başlayacak. Ne vakittir bizimkiler kendi köşelerine çekildiler. Onları köşelerinden çekmemiz lazım.

Nur bu konuda haklı. Son zamanlarda ben de köşeme çekildim. 

Bir haftadan fazladır hepimiz yorgan döşek yatıyoruz. Soğuk mu aldık; yoksa birinden mikrop mu geçti, bilmiyorum. Uzun zamandır Nur’dan da haber yok. Muhakkak onlarda da bir sıkıntı var. Evden çıkmam mümkün değil. Telefon etsem sesimden hastalığım anlaşılacak. Bu da Nur’un veya Salih’in gelmesi demek. Böyle olmasını da istemiyorum. En iyisi her şeyi oluruna bırakmak. 

Ve birkaç gün sonra akşama doğru bir telefon:

.Hocam. Sizi arayamadım. Biraz sıkıntılarımız oldu da. Melek’le Kula’daydık. Yeni geldik. Anne yadigarı dayım çok hastaydı. Son günlerinde yanında olmak istedim. Geçen gün de kaybettik. Burada da bazı sıkıntılar var. Gevher Hanım’ı dün hastaneye yatırdılar. Pervin Hanım, bu hızlı koşuşturmada düşmüş, kolunu kırmış. Neyse ki sol kol. Kusura bakmayın. Hep kötü haberler veriyorum. Ne zamandır sizi arayamadım ve sebebini açıklamak istedim. Ama bunların yanında çok güzel bir haberim var. Sıkı durun Hocam; çünkü şaşıracaksınız. Hamza Bey ve hanımı gelecek salı umreye yolcular. Ve hep birlikte uğurlamaya gideceğiz.

Gerçekten şaşırıyorum. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Rabbimin işine akıl, sır ermez. Bu güzel haberi eşime vermeliyim. Muhakkak sevinecektir. Nitekim öyle oluyor. Hatta her yere zorla götürdüğüm eşimin verdiği tepki sevinmekten de öte, şaşırtıyor.

.Bizim de uğurlamaya gitmemiz gerek Hanım. O adamı sevdim ben. Geçmişine rağmen bu hale gelebilmesi inan ki büyük başarı. Böyle insanları takdir etmemiz lazım. Ne zaman, nereden uğurlanacağını bir öğreniver.

.Anne… Şuradan bir yer açıp okur musun?

Tarık’ın uzattığı kitap, Mesnevi. Bir yerinden açıyorum: 

Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: Bir şey görebilir misin? İnsaf et! Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör. 

Nûh’un ümmeti, Nûh’a ‘Nerede sevap?’ dediler. 

Nûh ‘Duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz’ dedi. 

İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir.

Mevlâna / Mesnevi / Cilt 1 / s.1395, 1400-1405

.Nerden aklına geldi şimdi kitaptan rastgele bir yer açtırmak? 

.Hiç… İçimden öyle geldi. Daha önce de hep yaptığımız bir şey. Neden sordun ki? Yoksa açtığın yerden ibret alınabilecek bir şeyler mi yaşadınız? 

Babasıyla az önce konuştuklarımızı anlatıyorum. O da şaşırıyor. 

.Çok garip değil mi baba? Bu âlemde bize ders vermeyen bir şey var mı? Her şey sanki bizi eğitmek için sırasını bekliyor. 

.Tabii bizim de gözümüzden parmakları, yüzümüzden sardığımız elbiseleri çekmemiz şartıyla. Şu yaşadığımıza ve şu anda okuduğumuza bak. Bu, gök âleminin yerin halini tercüme etmesinden başka nedir ki oğlum? Dünyada hayat sürmek asla bir körebe oyunu değil. Ve göz kapamakla da hiçbir hakikat yok olmuyor. Bir yerlere saklanmakla da hakikatten kaçılamıyor. 

.Fakat bu hakikatlere rağmen istemediğini görmeyen, her işine gelmeyene gözlerini kapayanların sayısı da artıyor. Buna sebep de nefislerin tutkuları, doymaz iştihası. Eğer iştihayı tatmin edecek imkânlar varsa on parmağın hepsi gözün üstünde. Sadece gözün değil, insanlığı ayakta tutacak bütün idraklerin üstünde. Sımsıkı bastırmış. Acıtacak kadar bastırmış. 

.İstediğimiz kadar bastıralım. On değil, yüz parmağımız olsa ve hepsiyle bastırsak neyin görmesini engelliyoruz? Mevlâna “Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.” diyor. Görüyorum derken neyi görüyoruz? 

Bir arif “Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” der. Ruh bedende misafir. Bedenin bir penceresi de göz ve gören, pencere değil. Ruhumuzun gözümüz olmadan; pencere olmadan da başka âlemleri görebileceğini neden bilmiyoruz? 

Baba oğulun karşılıklı değerlendirmelerini düşünürken bir taraftan da etrafı toparlıyor, tozlanan yerleri siliyorum. Kamyon sesi, yıkılan binadan yayılan gürültü çevrenin sükûnetini alıp götürdü. Karşımdaki güzelim ağacım toz içinde. Zihinler, kalpler, vicdanlar toz içinde. Ne gerçek dosttan ne onun sevgisinden haberimiz var. Sevgi sandığımız öyle hisler sarmış ki çevremizi; onlar da toz, toprak gibiler. 

Kentsel dönüşüm ve ruhsal dönüşüm. Evet. Cahit’in hali de bir dönüşüm. Fakat onun güzergahında nefsinin sadece kendisi için adım attığı alanlar var. Ve kendini fatih olarak gördüğü bu yolda fethedeceği asla ruhu olmayacak.

Hamza Beyleri uğurlayacağımız gün geldi. Saat 10’da Sokak’ta buluşacağız. Nereden nereye? Kapının önü kalabalık. Menekşe, Mümtaz Bey ve Maide Hanım’ın dışında herkes geliyor. Pervin Hanım karşıda olması gerekirken o da kapının önünde. Hamza Bey’in, hasta eşini sık sık ziyaret etmesini unutmamış. Kolunda atel var. Bu yaşta kırık koluyla burada olması takdir edilecek bir şey. Yalın Bey üç araba tahsis etmiş. Biz Hamza Beylerle aynı arabada olacağız. 

.Allah! Allah… Nursel bak… Kimler var? Bu ne şeref bizim için Ekrem Bey! Hocanım nasılsınız? 

Çok heyecanlılar. Yol boyunca Hamza Bey konuşuyor. Gerekmedikçe bizler karışmıyoruz. Bazı şeyleri unutup tekrarlıyor. Aynı çocuk gibi. Bizim de kutsal topraklara gittiğimizi; hacı olduğumuzu öğrenince durmadan orayla ilgili sorular soruyor? Nursel Hanım suskun. Gözleri buğulu. Manevî bir halin sihrine girmiş gibi. Kaç sene önceki bu halimi hatırlıyorum.

.Hamza Bey! Heyecandan unuttunuz sanırım. Ekrem Beylere rüyanızı anlatsanıza.

Nursel Hanım’ın sözü üzerine bir an duralıyor ve sonra:

.Hanım, iyi ki hatırlattın. Yaşlılıktan mı, heyecandan mı? Çok unutkan oldum. Evet… Ahmet Bey’in vefatından sonra rüyamda sizleri gördüm. Kocaman bir binanın önündeyiz. Önümüzde döner bir kapı var. Ama kapı kapalı. Önünde duran kişinin niyetine göre açılan bir sistemle çalışıyor. Önümde 7, 8 kişi. Sırası gelen, kapıya yaklaşıyor. Kapı nedense ona yaklaşanın durumuna göre bir sağa dönüyor, bir sola. Kimi acele davranıyor. Kimi tereddüt ediyor. Nihayet sıra bana gelince ne yapacağımı şaşırıyorum. Tam o sırada Ekrem Bey, sizi ve eşinizi görüyorum yanımda. Sırtımı sıvazlıyorsunuz. O anda sağ kapı açılıyor. 

Ben bu rüyadan sonra çok değişik hislere girdim ve umreye karar verdim. Nursel Hanım da kabul etti. Kaç zaman sonra bizi uğurlamaya geliyorsunuz. Birlikte aynı arabadayız ve sizin hacı olduğunuzu öğreniyorum. Bütün bunlar çok şaşırtıcı şeyler. Benim kalın kafamın çözemeyeceği, kör gözümün göremeyeceği hikmetler. 

Ben pek rüya görmem Ekrem Bey. Görsem de “Bilinç altı kırıntıları” der, geçerim. Ama bu üst üste gördüğüm rüyalar asla kırıntı falan değil. Bunların arasında sanki bir bağ var. Önce uzun karanlık bir koridor, uzaktaki belli belirsiz ışık. Sonra kapıyı açmak istemem. Ama kapı kilitli. Arkasından nefes alamamam. Açılan kapıda Mümtaz Bey’in olması ve kapıyı kapatması. Daha sonra yine aynı rüya. Bu sefer kapıda duran Ahmet Bey. Ve elini uzatıp beni kurtarıyor. Sanki bu rüyalarda bir kuvvet, aklımla anlayamayacağım bir dünyayı bana gösteriyor gibi. Ahmet Bey’in vefatından hemen önce de bir rüya gördüm. Yine aynı koridor. Bu sefer ışıklar yanmış. Kapı açık. Yine Ahmet Bey. Fakat bu sefer kapının dışında. Ona koşuyorum. Eliyle dur diyor. Ve aniden beliren başka bir kapıdan giriyor ve kapı kapanıyor. Resmen ölümüne işaretti. Bu sebeple kimseye söyleyemedim. 

Ben dümdüz bir adamım Hocanım. Mesleğim icabı emir aldım, denileni yaptım. Emir verdim, yaptılar. Nizam, kurallar belli. Güç, hakimiyet, disiplin… Yaşadıklarım bunlar. Sonra emeklilik. Artık kurallar yok; ziyafetler ve geziler var. Velhasıl kendimi kaptırdığım bir başıboşluk. Ama bu son üç, dört aydır yaşadıklarım aklımın alamayacağı şeyler. Bu yaşanılan trafik, başka trafik. Güvendiğim aklımın bu trafiği idare etmesi mümkün değil. 

Yine rahmetli Ahmet Bey’i ziyarete gitmiştim. Mümtaz Bey’in o gün akılla ilgili söylediği bir söz dikkatimi çekti. Not aldım, sonra da internette araştırdım. Şems-i Tebrizi’ye aitmiş. Sözden aklımda kalan, aklın insana bağ oluşu ve bu bağın da ancak aşkla çözüleceği. Bir hakikat karşısında aklın aciz kaldığı ve çözemediği şeyi, aşık bir adam nasıl çözer diye hayli düşündüm. Halbuki bu aşk, ilahî âlemle ilgiliymiş. Bir sonraki ziyaretimde bundan bahsettim; hatta Ahmet Bey’i de güldürdüm. Bu aşk ve ilahî âlem hakkında siz ne düşünüyorsunuz Ekrem Bey?

Eşim cevap veremiyor; çünkü havaalanına geldik. Zaten Hamza Bey hiçbir sözü duyamayacak kadar heyecanlı. Güvenlik kontrolünden geçmeden havaalanının girişinde veda ediyoruz. Nursel Hanım’ın yakınları kalabalık. Hamza Bey ise kendi yakınlarına bir şey söylememiş. Arif, tam elini öpecekken Hamza Bey engelliyor:

.Arif oğlum. Elimi öptüremem. Çünkü utanıyorum. Bir zamanlar herkese çok kaba davrandım. Bilhassa sana oğlum. “İşi manevî dünyalara götüreceksin. Ama ben gitmeyeceğim. Bu zihniyetle gençliğini heba etme.” dedim. Kim bilir daha neler neler söyledim? Sen akılsız bu yaşlı adamı affet! Ah… kas kafalı Hamza! Sen kendini heba etmişsin onca yıl. Bak şimdi nereye gidiyorsun? Hem de eşinle… Hepiniz hakkınızı helal ediniz…

Sesi öylesine titriyor ki… Onun ağlayacağını hisseden Arif, yaşlı adama sımsıkı sarılıyor.

.Estağfurullah amca. Ne demek? Hakkım helal olsun. 

.Her insan oraya bir şey almak için gider ve onu getirir. İnşallah siz de sevdiğinizi alıp getirirsiniz Hamza Bey.

.İnşallah Nur kızım. İnşallah…

Yürekten gelen, içine riyanın karışmadığı, çocuksu, heyecanlı bu konuşmadan sonra “Hakkımız helal olsun.” diyerek onları uğurluyoruz. 

Eve dönüşte Nur bizim arabaya geçiyor. Yalın Bey yanımıza gelerek bizleri bırakmayacağını belirtiyor. 

.Babam sıkı sıkı tembih etti. Sizleri görmekten memnun olacak. 

Eşimle göz göze geliyoruz. Tabii bir şey diyemiyoruz. Kapının önünde bir taksi var. Nur arabayı görür görmez adeta dışarı atıyor kendini. Ve öndeki arabadan da Yalın Bey ve Salih heyecanla iniyorlar. Üst üste yaşanan acı olaylar insanda ister istemez böyle paniğe benzer izler bırakıyor. Biz de iniyoruz. Sonunda mesele anlaşılıyor. Şoför eve birini getirmiş. Hemen soru yağmuruna tutuluyor:

.Ben bir Araç Kiralama Firması’nın şoförüyüm. Getirdiğim bey uzun süre bekleyebileceğimi söyledi. 

.Onu tarif edebilir misin?

.Sizin yaşlarda. Çok uzun boylu. Ve hayli iri.

.Saçları kıvırcık mı? 

.Evet.. evet. Kıvırcık ve uzun. Oldukça sert bir abi. Konuşmayı sevmediği belli. Nerdeyse bir saatlik yolda iki kelam dahi etmedi.

.Bu, benim Enis abim Yalın Bey!…

Arife Hanımlara misafir gelecekmiş. Özür dileyerek ayrılıyorlar. Pervin Hanım odasına çıkıp biraz dinleneceğini söylüyor. Biz de salona geçiyoruz. 

Denildiği gibi iri yarı biri. Görüntüsü sert. Fakat dikkatli bakılınca yüz çizgilerinin yumuşak olduğu fark ediliyor. Aslında sert değil; mesafeli. Hareketleri kibar. Gözlerini herkesten kaçırıyor. Nedense Maide Hanım’a bakınca yüzü değişiveriyor. Ona bakışı çok farklı. Salih’in bana uğradığında Enis Bey’le ilgili söylediklerini daha iyi anlıyorum.

Rahmetli anamın yaptığı yemeklerden yerken onun yüzüne öyle bir bakardı ki… Sonra ağladığını belli etmemek için gözüne çöp kaçmış gibi ovuştururdu. Ben de görmezlikten gelirdim. Bir gün küçük odun semaverin karşısında çay içerken: ‘Salih! Keşke hiç okumasaydım, o anlattığım uzak yerlere gitmeseydim de böyle anamın dizinin dibinde olsaydım.’ demişti.

Şu anda bu hasret yüzünde çok net. Ah… Maide Hanım! Bu iri yarı adama biraz daha dikkatli baksan. O zaman gözlerdeki çocuk safiyetini göreceksin. Ve adım gibi biliyorum ki “… böyle anamın dizinin dibinde olsaydım…” diyen bu aç ruh, senin maidende; sofranda aradığı tadı ve sıcaklığı bulacak.

.Yalın Bey. Sizi telaşlandırdığımı biliyorum. Özür dilerim. Ancak ne zamandır sizi evinizde ziyaret etmek istiyordum. 

.Lütfen özür dilemeyin Enis Bey. Asıl siz kusura bakmayın. Hastalık, ölüm gibi olayları peş peşe yaşadık. Herhalde ruhen biraz da yorulduk. Telaşlı halimiz bu yüzden. Ayrıca gelmenize çok memnun oldum. Aslında ben sizi ziyarete gelecektim… 

.Salih söyledi geleceğinizi. İşleriniz çok yoğun ve sürekli koşturuyorsunuz. Sizi bulamasam da ailenizle tanışabileceğimi düşündüm. Salih sizi anlata anlata bitiremiyor. Onun için yaptıklarınız ve sonra gerçekleştirdiğiniz projeler… Hepsi çok anlamlı. İnanın hayran oldum. Ve sizi yetiştiren, size emek veren annenizi ve babanızı tanımak istedim. Bu tanışma benim için tahmin edemeyeceğiniz kadar değerli. Ve yanılmamışım. Gördüğüm tablo hayal ettiğimden daha güzel. Ne kadar talihli bir insansınız Yalın Bey. 

.Enis Bey oğlum. Bu takdirler bizim için şereftir. Sizi tanımaktan biz de çok memnunuz. İyi ki geldiniz. Salih’in İzmirli abisini ondan çok dinlemiştik. Hatta sizi daha görmeden sevdik.

.Ama şimdi daha bir başka sevdik. Değil mi Mümtaz Bey? Salih, bizim oğlumuz. Oğullarımızın çevresinde ne güzel insanlar varmış? 

Bugün bu acılı adamın günü olmalı. Sadece o konuşup, sohbetin zevkini sadece o tatmalı. Şoförün “İki kelam dahi etmedi.” dediği kişiye hiç benzemiyor. Geçmişindeki trajediyi bildiğimizi bir bilse acaba nasıl davranırdı? Bize bakarak “Mahremiyetime neden girdiniz?” diyebileceğini bir an hayal ediyorum. Elimde olmadan utanıyorum. Dışarı çıkıp Nur’a bakmalıyım. Tam kapıdan çıkacakken Pervin Hanım telaşla içeriye giriyor.

.Ne olur kusuruma bakmayın. Telefon ettiler, acele gitmem gerekiyor. Hoş geldiniz Enis Bey. Özür dilerim. Bugün kısmet değilmiş. Başka zaman inşallah bir araya gelir, muhabbet ederiz.

 Yalın Bey aniden Enis Bey’e dönüyor. 

.Bugün bizim misafirimizsiniz. Sizi asla bırakmayız. Şimdi müsaade ederseniz şöyle yapalım. Şoförü gönderelim. Çünkü sizi götürme işi Salih’te. 

.Evet, Enis Bey. Oğlum doğru söylüyor. Bizi kırmayın lütfen.

Bir müddet susuyor, cevap veremiyor. Sonra Maide Hanım’a bakıyor:

.Nasıl isterseniz. Sizi kırabilmem mümkün değil. O zaman müsaade ederseniz şöyle yapalım. Pervin Hanım, dışarda bekleyen şoför sizi istediğiniz yere götürebilir. Hatta bütün gün size yardımcı olabilir. Yalın Bey, siz de bu ricamı kabul edin lütfen. 

Çorak toprakların yeşermesi çok güzel. Ancak çoraklaşan yaşamların yeşermesi daha da güzel. Dudak kıvrımlarından, göz uçlarından hayata baş verecek yeni filizleri göremesem de taze kokularını alabiliyorum. İnşallah bu acılı yüreğin güleceği baharı yakındır.

Zaman
Garip bir kuş gibi
Bilmediği uzaklara uçar.
Göremediğim ötelerden
Gelecek mi bahar?

Öyle aç ki kanatlarını,
ümitler nasiplensin.
Canda unutulmuş tohumu
Diriltecek sensin.

Kış bir bitiş değil,
Doğumuna gebedir baharın.
Ölüm
Ruhunun doğuşudur
Ömrün eşiğinden batanın.

Bilmem ki,
İçinde neler beslersin?
Kuşum! Çorak topraklar
Yeşerecek mi dersin?

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply