Sokak – Bölüm 33

2

Üç Gümüş Anahtarlık

Odaya girdiğimde Enis abim duvara üzerinde yazı olan küçük bir levha asıyordu.

.Gel Salih! Hatırladın mı bunu?

‘Kısmet ederse Mevlâ; el getirir, yel getirir, sel getirir.
Kısmet etmezse Mevlâ; el götürür, yel götürür, sel götürür.’

Mevlâna

.Hatırlamaz olur muyum abi. Ne çok soru sormuştum içindeki sözlerle ilgili. Sen de bıkmadan anlatmıştın. 

.Sonra da Ayşe anneye okumuştum. Ve yüzüme bakmıştı uzun uzun ve beni şaşırtan bir yorum yapmıştı:

‘El sensin oğlum! Yel zaman, sel ise başa gelen. Ne edecen onları? Sen Mevlâ’ya güven.’

Şimdiyse bak halime. Zaman, durmadan savurdu, durdu. Kim, bu güne kadar başa gelecek olana engel olabilmiş? Eğer kalp boşsa köksüz ot gibi savrulurmuş. Ben de savruldum. Hâlâ savruluyorum. Yeni söylüyorlar. Ateş içinde kavrulmuşum. Sonra da aklım bulanmış. Öyle mi? 

.Evet abi. Zor günler geçirdin. Ama geçti, gitti çok şükür. Bak yine beraberiz. 

.Benden nasıl haberin oldu? Kim haber verdi? Çocuklar bir şey söylemiyor. Salih abi bilir diyorlar.

.Seyit dedede kaldığını öğrendim. İçim etmedi, alıp getirdim seni. Hepsi bu kadar.

.Peki… Pek eşyam yoktur kitaplarımdan başka. Onları da dağıttım. Bir tek sırt çantam var. Sırt çantamı kim taşıdı? İçine bakıldı mı?

.Yok, abi… Hiç olur mu? Dedim  ya… Alıp getirdim. Bir de Kerim vardı yanımda. Çantanı da yattığın odadaki dolabına koyduk.

.İyi… Tamam. Bir de seninle özel konuşacağım şeyler var. Bu dünyada yaşayan en yakınım sensin. Ama şimdi olmaz. Bir de Yalın Bey’le tanışmak isterdim. Çok emeği geçmiş.

İşte dün abimin yanına gittiğimde bunları konuştuk Yalın Bey. Kendini epeyi toparlamış. Bu babacan doktor ona iyi geldi. Sonra sizin arkadaki arsayı alışınız. Hepsi iyi oldu. Yalnız abime yalan söylemek kanıma dokunuyor. 

.Sakın Salih! Onun iyiliği için susmalısın. Geçmişini senin bildiğini -hele de benim- anlarsa işte o zaman kaybedersin onu. Ben şimdiye kadar yanına gitmedim. Sen anlattın ne kadar onurlu olduğunu. Eğer her haline şahit olduğumu bilseydi, kaçardı benden. Ama ben, övdüğün bu sağlam adamla dost olmak istiyorum. Onun için her şeyi sabırla, yerinde, zamanında uygulayacağız. Kendisi zamanı gelince her şeyi sana anlatacaktır. Göreceksin. 

Bozuk yolun ne kadar zamanda, hangi malzemeyle, nasıl onarılacağını en iyi ben bilirim. Bu yol başka bir yol Salih. Çok hassas ve onarımı da o kadar zor. Neyi yetiştirmek istiyorsak, önce onu ona uygun olanla beslemeliyiz. Sadece toprakta, bitkide değil; hayvanda, havada, suda da hep böyledir. Neyi dikiyorsak toprağa, sonunda onu biçiyoruz. Ve ondan fışkıracak olanı bekliyoruz. Bu da ya diken olarak çıkacak karşımıza ya da gül.

Bakma öyle şaşkın şaşkın yüzüme! Ben böyle sözler söyleyemez miyim? Hem biraz daha toparlansın; İzmirli abine bizimkiler iyi gelecek. Çünkü ben kendimden biliyorum. Hele Kardelen’le Gelincik… Merak etme! Güzel şeyler olacak.

Yalın Bey ve Salih’in konuşmalarını dinliyorum. Şu an içinde olacağımı hiç ummadığım bir mekândayım. Nasıl oldu da buraya geldim? Bir anda oluverdi. Sabahın erken saati ve Nur’un telefondaki sesi:

.Hocam! Yüzüme şu an telefonu kapatsanız da haklısınız. Ama yine kıyamadım Pervin Hanım’a. “Bugün beni Arnavutköy’e götürün. Anneannemin evini görmek istiyorum.” diye tutturdu. Evdekiler böyle atağa kalkmasını iyileşme gibi gördüler. Yoğun işlerine rağmen Yalın Bey bizi götürecek. Tabii bu arada siz de isteniyorsunuz. Sizin evde anlattığı çocukluk anılarını bizimle paylaşmalıymış. Maide annem “Elif kardeşimin yüzüne bakmaya yüzüm yok.” diyor. Onlar gelemeyecekler. Mümtaz babam uzun yola dayanamıyor.

O an Nur’a cevap veremiyorum. Biraz sonra kendisini arayacağımı söylüyorum. Bazen olaylar beklenmedik bir şekilde öylesine gelişiyor ki devamını düşünemiyoruz. Ancak yapılacak bir şey yok. Eşim de aynı fikirde. 

.Kadıncağızın hali malum. Bence istediğini yap. Yalnız bırakma.

O da böyle konuşunca Nur’a haber veriyorum. Bir yandan da iyi oldu diyorum içimden. Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme çocukluğumun geçtiği yerler. Boğaz’ın kendine has serinliği yüzümde. Özlemişim buraları. İstanbul’un çoğu yeri tanınamayacak kadar değişmişken Arnavutköy eski halini muhafaza etmiş. 

Pervin Hanım gelir gelmez, hemen arkadaşlarını görmeye müştemilata gidiyor. Nur da onunla. Çünkü buraya bakan, Cemile teyzenin torunu Cihangir Bey bu ani kararı duyar duymaz halalarını çağırmış. 

Binaya iyi bakılmış. Yıkık dökük yok. Ama oturulmak istense elden geçmeli. Söylediklerine göre otuz yıla yakın içinde kimse yaşamamış. Evin çıkma balkonunda sohbet ediyoruz. Manzara enfes. Yalnız hava soğuk. Bir müddet sonra dayanamayıp içeri giriyoruz. Pencereden bahçenin görüntüsü çok güzel. Her yeri papatya sarmış. Sonbaharda ve genellikle de ilkbaharda açtığı için toprağı uzun süre süsleyen bu çiçek, demek ki vefalı eller tarafından iyi korunmuş. Yalın Bey’le Salih bir ara bahçeye çıkıyorlar. Bense üşüdüğüm için içerde oturmayı tercih ediyorum. 

Oturduğumuz mekân bizler için düzenlenmiş. Çünkü diğer yerlerde eşyaların üzeri örtülü. Her taraf eski İstanbul yaşamının izlerini taşıyor. Duvarlarda eski hatlar, antika duvar tabakları ve aile fotoğrafları… Pervin Hanım’daki asil duruşun nüvesi herhalde şu hanımefendi olmalı. Dikkatli bakınca gözlerin çok benzediğini görüyorum. Bir köşede gül ağacı bir konsol var ve üzerinde bir çift fanuslu gaz lambası. Buraya bakanın işi zor olmalı. Neden hepsini sandıklarda korumaya almamışlar ki? 

Fotoğrafları ve hatları incelerken vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım. Pervin Hanım ve yanında iki hanım içeri giriyorlar. Biri kardeşlerden Şermin, öteki Mine’ymiş. Öğretmen olan en küçük kardeş Mahinur ise işinden dolayı gecikecekmiş. Erkek kardeş Yavuz, babası ve sonra abisi öldükten sonra evin işini üstlenmiş. Şimdi de oğlu Cihangir bakıyormuş. Pervin Hanım, kaybettiği çok sevdiği oyuncağını bulmuş bir çocuk gibi onları bir solukta arka arkaya tanıtıyor. Bu tür konuşma, her zaman zarif, mesafeli olan bu kadının işi değil. Hayli heyecanlı olmalı.

Ani bir haber olduğu için aceleyle hazırlanan sofra için özür diliyorlar. Her şey sade ve yemekler lezzetli. Sofrada sadece eski arkadaşlar konuşuyor, biz de dinliyoruz. Bir ara Salih, Yalın Bey’e dışarı çıkıp biraz çevreyi dolaşmak istediğini söylüyor. Herhalde çok özele muhatap olmak niyetinde değil. Nitekim az sonra Cihangir Bey, halasının bir bakışıyla dışarı çıkıyor ve elinde kocaman bir paketle içeri girerek Şermin Hanım’a veriyor.

.Pervin! Bu paketi korumak ve günü geldiğinde sana vermek, Mahinur teyzenin bize vasiyetiydi. Paketin içinde bir de mektup var. İster içinden oku, ister aleni oku. Soruların varsa cevaplarız. 

.Paket açılıyor. Yağlı boya bir tablo. Balık tutan üç kız çocuğu. Ellerinde oltalar. Oltalarda balıklar. Yer, eski Arnavutköy sahili.   

.A… Bu çocuklar biziz. Sen Şermin. Bu Mine. Bu da ben. Kim yaptı bu tabloyu?

.Mahinur teyze bir ressama yaptırdı. İmzası var. 

Tablonun altında gümüş bir kutu. Pervin Hanım titreyen elleriyle tutmaya cesaret edemiyor. 

.Yalın… Ben açamayacağım. Kutuyu sen aç.

Üç tane gümüş anahtarlık. Üçünün de süsleri balık. Ve bir zarf, yanında altın kaplama bir dolmakalem. 

.Yenge! Bunu okumak size düşer. İsterseniz sonra okuyabilirsiniz.

.Benim sizden gizleyecek hiçbir şeyim yok. Mektubu sen oku oğlum.

Her yeri sükûnet sarıyor. Sadece geçmişten uzanan bir kalemin kağıttaki hışırtısı ve ucundan dökülen duyguların sesi duyuluyor:

Pervin. Benim hassas, güzel torunum. 

Bu tabloyu verdiğin bir sözü hatırlaman için yaptırdım. Senin kimseye göstermediğin, sadece benim bildiğim o pırlanta kalbin inşallah bozulmaz. Yazları bana geldiğinde sahilde Mine ve Şermin’le balık tutar, onları muhtaç olanlara verirdiniz. Ben de alnından öper ‘Aferin, kalbi güzel kızım! Bu zenginliğini sakın kaybetme!’ derdim. Sen de ‘Kaybetmeyeceğim.’ diye söz verirdin. 

Neleri yaşayacaksın, kimlerle birlikte olacaksın? Değişecek misin, böyle mi kalacaksın? Bilemem. Ama bu tabloya baktığında verdiğin sözü hatırlamanı istiyorum.

Gümüş kutuda üç tane gümüş anahtarlık var. Biri evinin giriş kapısı için. İkincisi odanın kapısı ve üçüncüsü de özel dolabın için. Evin, senin çevren ve ailem dediklerindir. Odan, özel hayatın, çizdiğin yolundur. Özel dolabın ise gönlün. 

Bana bir gün ‘Gönül bizim neyimiz?’ diye sormuştun. Ben de ‘Gönül bizim insanlık cevherimizdir. Onu bozulmadan taşıdığında seni, halinle, sözlerinle güzel gösterecek. Bu gerçek sadece kitaptan öğrenilmez; her zaman doğru arkadaş edin.’ demiştim. Bunun için de doğru çevre ve doğru çizilen bir yol lazım.

Kutu ve anahtarlıklar neden gümüş? Büyüklerimiz ‘Söz gümüşse, sükût altındır.’ der. Gözünle sadece görür, kulağınla sadece işitirsin; Ama dilinle? Onunla hem meleklerle konuşabilirsin hem şeytanla. Senin görmen, başkasının görme hakkını elinden almaz. İşitmen de öyle. Ama durmadan yerli yersiz konuşman başkasının hakkını elinden alır. Onun için çok konuşanlardan olma! 

Ve altın kalem… Yani sükûn, sükûnet… Hayatında sakinliği, sadeliği ön plana al. Gönlün sesini duyabilmen için sessizliği seç. Huzuru bul. Bu ruhî rahatlık senin kalemin olsun. Her şeyin üzerine onunla imzanı at. 

Ve bu eve, hatıralarına ve Cemile’nin emanetlerine arkanı çevirme! Onlar benim emanetlerime sahip çıktılar. Şimdi sıra sende. 

Anneannen

Kimsede ses yok. Pervin Hanım hiçbir şey demeden odadan çıkıyor. Arkasından da Nur. 

Belli ki içindekini sessizce dökeceği bir yer arıyor. Böyle bir anneanneye sahip olan insan, neden gençliğinde yalnızlığı yaşar ki? Yazık olmuş o günlere…

Bazı olaylara akıl erdiremiyorum. Ya engelleyemediğimiz zaaflarımız var ve onların ceremesini çekiyoruz ya da aşamadığımız büyük resmin bize çizdiği sınırda kalıyoruz. İçimdeki ses, “İnsan hakkediyorsa acı çekmelidir.” diyor. 

Mekânın elektriği herkesi etkilemiş. Yalın Bey, Cihangir Bey’e evin bakımı hakkında birtakım sorular sorarak havayı dağıtmak niyetinde. Bunun farkında olan Cihangir Bey de sorulanları sükûnetle, yavaş yavaş cevaplıyor:

.Mahinur teyze öldüğünde ben ilkokula gidiyordum. Fazla hatırlamıyorum. Ama babam iyi tanırdı. Çok adil, hak sever bir insanmış. Eşini erken kaybetmiş. Tek çocuğu olan kızı da vefasız çıkmış. Babam çok hürmet ederdi ve onu öz büyükannesi kabul ederdi. Üzerimize çok hakkı geçti. Bir nalbur dükkanımız var. Yarım gün orada çalışıyorum. O dükkan Mahinur Hanım’dan bize mirastır. Bir de şunu bilmenizi isterim. Pervin Hanım’la yüz yüze gelmedik. Buraya da uğramadı. Ancak kendisi ve bilhassa rahmetli eşi uzaktan evin durumunu hep kontrol ettiler. Ayrıca bizim geçimimiz için gereken neyse sağladılar. Ahmet Bey’in avukatlarından Naci Bey bunları iyi bilir. Anladığım kadarıyla size söylememişler. Pervin Hanım’ın hakkını vermek için açıklamak istedim. 

Bu arada Pervin Hanım’dan ses çıkmayınca Şermin Hanım onları aramaya gidiyor. Ben de gidersem fazlalık olabilirim. Az sonra dönüyorlar. Nur’un göz işaretiyle ortamın yumuşadığını anlıyorum. Sonra çay servisinde eski günler yad ediliyor. Ve nihayet Salih’in de gelmesiyle İstanbul trafiğini düşünerek kalkıyoruz. 

Şu anda köprüdeyiz. Adım adım ilerleyen trafik, adeta durdu. Evde yapılacak işleri düşünmek istemiyorum. Akşam yemeğine ne yapabilirim derken yemek saatine yetişebilmem bile şüpheli. Boğaz’ı tepeden seyrediyorum. Ortaköy. İlkokul beşinci sınıftayım. Beşiktaş Kız Lisesi, sonra Kandilli Kız lisesi. Boğaz’ın gözlerinde çocukluğumu, gençliğimi görüyorum. Ne diyor Ziya Osman Saba? 

Seni görüyorum yine İstanbul
Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan
Minare minare, ev ev,
Yol, meydan.
Geliyor Boğaziçi’nden doğru
Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
Mavi sular üstünde yine
Bembeyaz Kızkulesi.
Bir yanda, serin sabahlarla beraber,
Doğduğum kıyılar: Beşiktaş’ım.
Baktıkça hep, semt semt, yer yer,
Beş yaşım, on beş yaşım, ah yirmi yaşım!

Garip bir gün. Evden ayrılalı nerdeyse 7 saat olmuş. 7 saat… Kim bilir kaç dakika, kaç saniye eder? Saniyeler aynı Boğaz’daki sular gibi hızla akıp gidiyor. İstanbul Boğazı her zamanki gibi çalkantılı. 

Merak edip araştırmıştım. Bu çalkantılı hareketin sebebi, yüzey ve dip akıntısıymış. Boğaz’ın bir tarafında Karadeniz, bir tarafında Marmara var. Karadeniz’de buharlaşma az ve su yüksekliği yüksek olduğu için Karadeniz’den Marmara Denizi’ne doğru sürekli bir yüzey akıntısı var ve bu akıntı çok hızlı. Karadeniz’de ise buharlaşma az ve tuzluluk oranı Marmara Denizi’ne göre düşük olduğu için Marmara Denizi’nden Karadeniz’e doğru bir dip akıntısı var ve akıntı hızlı değil.

Zamanın akması da böyle. Olaylar, sıcak-soğuk gelişmeler… Her şey çalkantılı ve hızlı. Kısacası dış dünyamızda olduğu gibi iç derinliklerimizde de farklı yönlerden akıntılarla biz de sürekli akıyoruz. 

.Elif Hanım daldınız. Boğaz manzarası insanı etkiliyor değil mi?

.Hem de nasıl Yalın Bey… Bir de kalbinizle sularına daldınız mı, çıkamıyorsunuz. 

.Çok doğru, Elif Hanım. Size, hepinize nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Beni kırmadınız, geldiniz. Sizleri hayli meşgul ettim. Eve de sanırım benim yüzümden geç kalacaksınız. 

Bu arada ne oluyorsa trafik açılıyor. Salih de eve vaktinde varabilelim diye hızı hayli artırıyor. Hız beni her zaman tedirgin eder. Ancak bu araba hızı hissettirmeyecek özelliklere sahip. Salih’in yüzünü göremiyorum. Ama böyle bir konforu yaşayabilmenin zevkini sesinde hissedebiliyorum. 

.Evet… Salih. Sen neler yaptın bugün? Nereleri gezdin? 

.Vallahi Yalın Bey, Boğaz’ın güzelliği daha önce gördüğüm yerlerle kıyaslanamayacak kadar farklı. Bak bak doymuyorsun. Rüzgârına tut yüzünü; hayat veriyor. Ara sokaklarda dolaşmayı çok severim. Bugün de ara sokaklarda dolaştım. Oralarda kendimi bulmak ve insanlara daha yakın olduğumu hissetmek hoşuma gidiyor. 

.Salih! Senin o ferahlığı duyman sadece Boğaz’ın güzelliğinden kaynaklanmıyor. Ege ve Akdeniz’in suları ılık olduğu için akıntı altta kalır ve sıcaktır. Karadeniz’in suyu ise Ege ve Akdeniz’den soğuk olduğu için akıntı üstte olur ve soğuktur. Boğaz işte bu soğuk üst akıntı sebebiyle hep serindir. İnsanı titretir ve içine ferahlık verir. Sen bundan dolayı  ferahlık hissettin. Ben bu ferahlamayı çocukken sahilde balık tutarken çok yaşadım. Seneler sonra aklıma geldiğinde araştırmıştım.

.Sağ olun Pervin Hanım. Sayenizde bunu da öğrendim. Dolaşırken ne düşündüm, biliyor musunuz? Sokağın başından bakıldığında sizin evin görüntüsü çok güzel. “Elden geçse, bir de beyaza boyansa,” dedim içimden. İnanın; beyaz köşk diye anılır.

.Neden olmasın Salih? Bir gün bu dileğin de gerçekleşir inşallah… Yalın! Biliyor musun? Bugün sanki benim hayatımda ayrı bir dönüm noktası. Gariptir; uyanır uyanmaz böyle hissettim. Başta anlam veremedim. Sadece önü alınmaz bir dürtüyle evi görmek istedim. Ve sizleri zorladım, zor durumda bıraktım. Fakat engelleyemedim kendimi. Ve Şerminlerin yanında daha önce hiç yaşamadığım bir hali yaşadım. Bu sebeple odadan çıktım. Anneannemin odasında ne kadar oturdum bilmiyorum. Sanki bütün duyularım kilitlendi. Sadece bir ara Nur’u hayal meyal gördüm. 

.Evet. Bir ara korktum halinizden. Sonra Şermin Hanım gelince kendinize geldiniz. 

.Esasında Nur, ben mektupta yazılanları dinlediğimde kendime geldim. Suskunluğum belki de bu hissi içime sindirebilmek içindi. Hepinizden tekrar tekrar özür diliyorum. İşlerinizi bırakmak zorunda kaldınız benim için. Ama yine de “İyi ki geldim.” diyorum. O evde beni bağlayan, ruhumu çeken bir şey var. Beynimde bir şeyler durmadan dönüyor. 

Yalın! Evi elden geçirmek ne kadar sürer sence? Bizim avukatla konuşsan. Maliyeti hemen çıkarılabilir mi?

.Bunların hepsi halledilir. Merak etme de… Yenge, neden aniden böyle düşündün?

.Dedim ya… Mektupta yazılanları dinledikten sonra daha önce hiç yaşamadığım bir hali yaşadım. Sonra o üç anahtarlığın oraya ait olduğunu hissettim. Belki de bundan sonra orada yaşayabilirim. Kim bilir? Düşünüyorum da anneannem o anahtarlıkları neden Şerminlerin eliyle vermek istedi? Kaç sene geçmiş aradan. Demek ki benim onlara gitmemi, görmemi istedi. Sonra o tablo? Bir şeyler yapmalıyım Yalın! Ben de senin izinden gitmek istiyorum. Neyse bunları sonra seninle enine boyuna konuşuruz.

.Evet, yenge. Biz daha sonra bunu enine boyuna konuşalım. 

Birden Salih’e dönüyor.

.Salih, az ileride arabayı sağa çek!

İkisi de arabadan inerek bir sokağa giriyorlar. Hiç akla gelmeyecek bir günü yaşamak, Boğaz havası, trafik ve açlık… Kimsede konuşacak hal kalmamış. Ne kadar bekliyoruz bilmiyorum. İçim geçivermiş. 

Mis gibi bir koku. Zannederim etli ekmek veya lahmacun. İkisinin de elleri dolu. 

.Evde mi yiyelim yoksa burada mı?

Mide “Burada!” diyor; ama görgü, “Herkes evinde ailece yesin.”i  tercih ediyor. 

Dışarıdan bakan, lüks bir arabanın siyah camları ardında kim bilir kimlerin oturduğunu düşünür? Önde Salih ve Yalın Bey. Arkada Pervin Hanım, Nur ve Ben. 

Yaşanılan zorluklar, izi görülmese de ara sıra kendini hatırlatan acılar…
Derinlikleri gösteren bir mercekle bakılsa içimize
görülen
öylesine, sıradan yaşanılan bir dünya mıdır?

*** 

Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. Sevgili Elif Hanım,

    Ne güzel bir tevafuk , tam da benzer düşünceler içerisindeki bir zaman diliminde, bu kıymetli yazınızla karşılaştım.
    Elinize, emeğinize ve kaleminize sağlık.
    İyi ki varsınız.
    Etrafınızı iyilik ve huzur dolu gönüllerin sarılması dileğiyle.

    Sevgiler

    • Sayın Okyay,
      Yaşanan olumsuzluklara inat paylaşılan nice güzelliğin ve erdemin varlığıyla hepimizin dünyası -sizin dediğiniz gibi- iyilik ve huzurla dolsun. Teşekkür ederim.
      Elif Kaya

Leave A Reply