Su Değirmeni

0

.E… Dostum. Biliyorum, yoruldun. Lakin buraları görmen gerekiyordu. Çünkü gözünle şahit olduğun her şey, seni daha tatminkâr, kesin olan kararlara götürecek. Yoksa üzerindeki bu kararsızlık hali içini acıtmaya devam edebilir.

.Neler söyleyeceğim? Hiçbir şey bilmiyorum? Takıldığım öyle noktalar var ki. Siz de şimdi yaptığınız gibi yardımcı olursanız belki işin içinden çıkabilirim.

.Şimdi sana bir soru soracağım? Hemen cevap verme! Düşün. Hatta bu arada başka şeyler de konuşabiliriz. İçinden gelen ses ne zaman uyarırsa o zaman cevap ver. Sen kelebek gibi mi; yoksa arı gibi mi olmak istersin?

.Hangi yönden? İkisi de kanatlı böcek. İkisinin de vatanı dağ, vadi, bahçe, bol çiçek, yeşillik. İkisi de baharı sever. Ömürleri kısa. Sanırım birkaç hafta.

.Hayır. Daha ziyade sende ve diğer insanlarda uyandırdıkları anlamlar yönünden.

.Kelebek denince aklıma ilk önce koza ve tırtıl gelir. Koza benim için yalnızlık, içe dönme ve arayış demek. Hayatın gerçeğini, anlamını aramak. 

.Peki kendi anlamının gerçeğini bulmadan mı? Mesela ne gibi özelliklerin var? Gerçekte neyi istiyorsun, neye müsaitsin? Bütün bunları anlamadan hakikati bulamazsın. Yalpalar durursun. Bir gün böyle. Bir gün öyle. Şunu iyi bil: Tırtılın fedakârlığını, içinde taşıdığı ümidi anlamadan tam bir kelebek olunamaz.

.Kelebek olmak, bir değişim değil midir? Güzele, özgürlüğe, yeni bir yaşama doğru kanatlanmak. Bu da neşe demek, aşk demek, coşku demek… Ben bunu seviyorum.

.Kâinattaki kurallardan biri düşünceleri, duyguları, gözle görülemeyenleri görünür hale getirmek. Yani fiiliyata dökmek. Bir kuralın hem düzene hem insana bakan faydası varsa onunla neşenin de coşkunun da aşkın da yaşanması çok güzel. Faydası olmayan hisler, belli bir müddet zaman sonra renklerini kaybetmeye başlıyor.

 Manevî dünyanın duvarlarına bu dünyadan devamlı güzel sözler yansır. Bunlardan biri der ki: “Boş durma insanoğlu, imanını imtihan ettir.”1 Ne anladın bu sözden?

.Sözde iki öneri var: Birincisi boş durma! İkincisi imtihan ettir. Neyi? İmanını. 

.Davulun içinin boş olup olmadığını anlamak için bile ona vurmak lazım. İnsan da ne kadar dolu, ne kadar boş olduğunu anlaması için ortaya bir şeyler koymalı. Bu sebeple iradesini kullanmak zorunda. Kendi gerçeğini, göstereceği delillerle güçlendirmeli. Yani “Ben inandığım, düşündüğüm şeyi bu davranışımla kanıtlıyorum. Gözümle elimle, ayağımla, dilimle tasdik ediyorum.” diyebilmeli. 

Düşünceler zihnin ışığı demek, duygular da kalbin. Eğer iyi işlerle onları harekete dönüştürebilirsen zihnini, kalbini iyice aydınlatır; doğru görür, doğru karar verirsin. Yoksa zihnin, kalbin karanlık köşelerinde nefsinin hazırladığı tuzaklara düşme ihtimalin çok fazla. Çünkü sadece hayal, tasarım ve bunlarla avunma ışığı artırmaz; bilakis gitgide azalmasına sebep olur. Hem aklında hem kalbinde sıkıntılar başlar. İşte tam burada bir gerçek devreye girer. “Arı” gibi olmak. İnandığını yaşamak, onu diri tutmak için durmadan çalışmak. 

Arının hiç boş vakti yok. Benim bildiğim; sen de koşturan birisin. Birisin de… Bu sıkıntılı halin neden? Elbet takıldığın noktalar olacak. Çünkü insansın. Hücrelerinde bu dünya toprağının tadı var. Şimdi senden istediğim şu: Yaptığın her hayırlı işin gökten yağacak rahmete bir davet olduğunu düşün: Ki öyledir. Ve gün gelir, rahmet damlaları dünya toprağıyla birleşir. Neticesinde öyle çiçekler açar ki şaşarsın. 

Sakın çiçeklerin bozulmasından korkma! Biliyorum; buna benzer endişelerin var. Takılma bunlara! Şüpheye mi düştün; hemen bir başka tohum ek, bir başka fide dik. Arı gibi hiç durma! Bu gayret -inşallah- senin iyi niyetin olur. Çünkü boş zamanlar, aynı rutubet gibi zararlı mantarlar üretir. 

Arı hiç durmaz. Onun dünyasında en önemli şey, sistemli olmak ve paylaşım. Onun yaşamında neşeden, coşkudan ziyade arayış, çalışma, gayret hakim. Aşk yerine iyilikte koşturma daha geçerli. Arı yalnız kalmaz; çünkü sosyal bir varlıktır. Sürekli iletişim, birlikte yaşamak onun özelliği. Allah’tan gelen emri harfi harfine uygular. 

“Rabbinin senin takip etmen için belirlediği yolları tam bir inkıyatla tut!” “Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır.” 2 

Kısacası arının yaşam tarzı tam bir itaattir. Ürettiği ise şifa. Bu nedenle tasavvufta Hak yolunda olan bir dervişe benzetilir. Başka düşüncelerde bereket ve bolluğun sembolü kabul edilir.

.Peki ben hem kelebek hem de arı gibi olamaz mıyım?

.Elbette. İkisinin de özellikleri sende olabilir. Ancak şartlara, zamana ve ihtiyaca göre biri ağır basmalı. Kendini dinlemek, anlamak ve sorgulamak istediğinde kelebek; ama sana ihtiyacın yoğun olduğu, yardımının gerekli olduğu yerlerde arı ol. Bunların yerini gereksiz değiştirdiğinde boşluklar oluşur. Anladığım kadarıyla şu an kelebek olmak istiyormuşsun gibi. Yolculuğunda geldiğin bu durakta demek ki böyle hissediyorsun. 

.Geldiğim her nokta, yeni bir hakikate varmam için bir durak mı? Şu anda gözümle gördüğüm, kulağımla işittiğim, elimle tuttuğum, burnumla kokladığım bir âlemdeyim. Ne yaptığımı, ettiğimi biliyorum. Ama zaman zaman anlayamadığım hislerle boşlukta yürüyor gibiyim. 

.Doğru. Şu anda bedeninin ihtiyaçlarıyla bu âleme bağlısın. Ancak bir de maddî ölçüyle idrak edemediğin, akıl ve hisle kavrayamadığın, ilahî kanunların hâkim olduğu, meleklerin ve ruhların bulunduğu bir âlem var. İşte biraz sonra gideceğimiz yer böyle bir yer. Ruhunun ve kalbinin ihtiyacını gideren, malzemesi manadan olan bir âlem. Biraz sonra önümüzdeki şu tepeyi geçince varacağız. Şimdi sen dünyalısın. Düşüncelerin, duyguların o yere göre değil. Ama oraya da bayağı meylin var. Gittiğinde sende neler olacak? Merak ediyorsun değil mi?

İlk önce o dünyanın hakikatini yaşayacaksın. Kısacası önce halinden sıyrılıp sonra özünle hazırlanacaksın. Gideceğimiz dünyada bir hakikat var. O da iç içe gelişen ve birbirine zıt olaylar. Şimdi elinde bir cevizin olduğunu düşün. Kabuğu var, bir de içi. “Zıtlık bunun neresinde?” diyeceksin. Cevizin kabuğu kalınlaştıkça içi küçülür. İçi, özü büyüdükçe de kabuğu incelir. Sen de buna benzersin. Bedenin de canın da böyledir. Nefsin ve kalbin de böyledir. Biri geliştikçe diğeri daralır. Biri kalınlaştıkça diğeri incelir. Yani biri diğerine yol olabilmek için yaşamdan çekilmeye başlar.

.Neden böyle?

Çünkü kâinattaki düzen böyle. Kış olunca su ne olur? Buz. Ve bütün toprak iyice katılaşır. Dallar çelikleşir. Yaprak, çiçek yok olur. Ama bahar gelince buz erir, yerini toprağa bırakır. Toprak yumuşar, tohum çatlar, dal hareketlenir. Yeni yapraklara, yeni çiçeklere, meyvelere ortam hazırlanır. Bu sebeple Yaradan her varlığın yeni bir doğuşa hazırlanması için suya, toprağa, ağaca güneşin nurunu, sıcaklığını serper. Sıcaklıkla soğuk kaybolur. Yani soğuk yerini sıcağa, durağanlık yerini harekete bırakır. Hem su hem toprak hem ağaç gelen baharla hayat bulurlar.

Sen de dünyada kalın kabuklarını bırakabilirsen özün burada ortaya çıkacak. Hantal yönlerin incelecek, karanlık tarafların ışıklanacak; farklı görecek, farklı duyacaksın. Ana karnında ne olmuştu sana? Dünyaya hazırlandın. Ete, kemiğe büründün ve âdem diye göründün. 

.Peki daha sonra? O zaman da gideceğim başka yere göre mi hazırlanacağım? 

.Durmadan hazırlanmak ve yeni bir hale dönüşmek zoruna gitmesin. Ekmek olmak için attığı adımları hiç buğdaya sordun mu?

.Aklıma bile gelmedi. Kim bilir geçeceği ne çok hendek, ne çok ateşten nehirler vardır? Ben de bunlardan korkarım. 

.Ama bu korktuklarının da hakikati var. Hiçbiri boş değil. Hepsi buğdayın kendisini ortaya koymasında adeta birer mihenk taşı gibi. Onlarla buğday imtihandan geçiyor. Biraz önceki “Boş durma insanoğlu, imanını imtihan ettir.” sözünü bir kez daha düşün: Buğday da ekmek de imanını imtihan ettiriyor. Tohum çürük, maya bozuksa kaybediyor. 

Her olumsuz şeyin tabiatında hakikate mani olmak var. Mesela kuraklık yağmura, bulut da güneşe engel. Ama ne yağmur ne güneş ne de buğday “Ben bu yoldan dönmek istiyorum.” demiyor. Yolculuk, varmak için yerinden ve rahatından ayrılmayı göze almaktır. Kısacası her yolculuk zorlu geçer. Geçer de neden vazgeçmez her yolcu?

.Benim bildiğim; çoğu insan pekala vazgeçiyor?

.Doğru. Ancak onlar aşık değiller. Uğrunda mücadele edecekleri gayeleri yok. Yoldan, etrafta gördüklerinden hoşnut değiller. Gerçek aşığı kar, tipi, fırtına durdurabilir mi? Durduramaz. Çünkü hedefine sevdalıdır. Nefisten kalbe geçen, gafletten şuura dönüşen, kendini bilmezlikten kendini keşfetmeye açılan böyle kapıdan geçmemek bir aymazlıktır. Acizlikten Kudretli Olana, benlikten Rabbe giden böyle bir yoldan geri dönmek nasıl bir nankörlüktür? 

Yaşadığın her şey, sendeki mevcut hakikati ortaya çıkarmak için var. Eğer zaman o zamansa, an da o hakikati yakaladıysa o şeyin suretinden; yani kabuğunun altından nice cevher, hikmet, deva çıkar. Aynı biraz evvel dediğim rahmetle buluşan toprağın çiçekler vermesi gibi. Cevher, hikmet, deva el ele verdikçe benlikler erir, dağ gibi kibirler tevazua dönüşür. Kısacası seni suret âleminden hakikat âlemine geçirirler. Bu; yeniden doğuşun, imanı yeniden tazelemenin, canın kemâline ilerleyişinin resmidir.

Bak şimdi! Önümüzdeki şu tepeyi geçince bir yere varacağız: Orada bahsettiğim duvarlardan biri var. Üzerinde durmadan değişen hikmetli sözler yazılı. Ariflerin sözleri beşerin takip etmesi gereken ayak izleri gibidir. Sana denk gelen hangi yazıysa bundan sonraki güzergâhını gösterecek olan da o söz olacak. Bakalım senin için ne var?

Arkadaşının dediği gibi tepeyi geçince kocaman bir duvarla karşılaştı. Heyecanla yanına gitti: Daha ilk cümlesini okuduğunda şaşırdı. Biraz önce konuştukları konuydu. “Buğday.” “Ekmek olmak için attığı adımları hiç buğdaya sordun mu?” sorusunun cevabını birkaç dakika sonra alacağını nasıl bilebilirdi? Okudu. Heyecandan bir şey anlayamadı.

.Acele etme! Sen yazının önünde durduğun sürece yazı değişmez. Yavaş yavaş, cümle cümle oku. 

Gönül buğdaya benziyor, bizse değirmeniz sanki,
değirmen nereden bilecek bu dönüş niçin?
Beden sanki taş, suyu da düşünceler.
Taş der ki: Olayı su bilir. Su da değirmenciye sor der; şu suyu aşağıya akıtan o.
Değirmenci der ki: A ekmek yiyen, şu değirmen dönmeseydi kim ekmekçi olurdu.
Olay uzar gider. Sus, Tanrı’ya sor da o söylesin sana.

Divan-ı Kebîr/ c.4 / s.142

.Bir şeye çok üzüldüğünde sızın gönlünde midir, bedeninde mi?

.Başım ağrır, bazen mideme vurur; ama gönlümdeki sızı hiçbir şeye benzemez.

.Aynı buğdayı öğüten su değirmeni gibi yani. Değirmen suyla döner. Taşıma suyuyla değil. Onun için derenin yanında kurulur. Oluklarla su gelir değirmene. Ve su aktıkça değirmen taşı dönmeye başlar. Taş döndükçe arasındaki taneler parçalanır ve un olur. Dünyada gelişen olaylar, çevrende yaşananların zihnindeki etkisi, düşüncelerin de zamanla bedenine aynı su gibi akar. Aktıkça bedenin sıkıntısı, gönlünü öğütmeye başlar. Değirmeni döndüren suyun kaynağını bilirsin değil mi?

.Dere mi?

.Görünüşte öyledir. Suyun geldiği yerleri düşün. Derenin suyu nerden geliyor? Kaynaktan. Kaynak nasıl oluşuyor? Yeraltı sularından. Onların geldiği kanal da gökten döşeniyor. 

.Peki su, taş ve değirmen neden olayın sebebini hep bir başkasına yükler?

.Çünkü değirmenin dönüş nedenini bilmezler de ondan. Değirmen kendinden çok üstün bir güç tarafından çalıştırılır. Onun bu şekilde çalışmasını isteyen bir irade vardır. İradenin maksadı, buğdayın un olması. Ve değirmenin bunlardan haberi yoktur.

Çoğu insan da bilmez başına gelenlerin sebebini. Bundan dolayı bunalıma düşer, isyan eder. Ama arif nazar bilir çözümü. “Sus, Tanrı’ya sor da o söylesin sana.” der.

Şimdi güzergâhımız belirlendi: Sözü okuduk; ama yaşayandan dinlemek çok daha başkadır. Onu için bundan sonraki durağımız bir su değirmeni olacak. 

Yürüdüler, yürüdüler… Yer, toprağın üstü, dağ, yamaçlar, tarlalar, akan dere aynı dünyadaki gibiydi. Ancak yol aldıkça yeşilin başka yeşil, rüzgârın başka rüzgâr, kokunun ve su sesinin çok başka olduğunu fark etti. Derenin akışı gittikçe hızlanmaya, suyu coşmaya başladı. Bir meyil vardı aşağıya doğru ve biraz ilerde de bir değirmen.

.Dikkat et! Bir şey fark ettin mi?

.Evet. Derenin suyu meyilden dolayı daha hızlı akıyor. 

.İlerde bir adam var. Değirmenci. Yaşlı olduğuna bakma sakın. İşinin ustasıdır. Bu çevrede en iyi un, bu değirmenden çıkar. Onunla konuşacağız.

Yakınına gelince selâmlaştılar. Yaşlı adam oturacakları bir yer gösterdi ve işine devam etti. Hiç konuşmadan bir müddet değirmenciyi seyrettiler. Hareketleri yavaş da olsa dinlenmeden çalışıyordu.

.Ben buraya daha önce de birkaç defa geldim. Bu adamcağız hep böyledir. Sormazsan konuşmaz. Çok önemli bir şey olmazsa yanına da gelmez. Bak biraz sonra bize bir şeyler ikram edecek ve işine yine devam edecek.  

Nitekim biraz sonra değirmenci tepside iki bardak ayran ve iki dürülü yufka ekmeğiyle yanlarına geldi. 

.Usta! Bak, sana birini getirdim. Kader duvarına yansıyan yazıda ona değirmen çıktı. İznin olursa birkaç soru sorup gideceğiz. Merak etme! Bilirsin, oyalayıcılardan değiliz.

.Sor da… Bu toy delikanlı anlayabilecek mi? Çünkü söylediklerim karışık gelebilir. Sanmasın ki geldiği dünyadaki gibi değirmenci sadece un yapar, fırıncı pişirir, kendisi de sofrasında yapılan ekmeği yer, midesi doyar. Bu, yapılan işin kabuğu. Burada görülen her varlığın, çalışan her aletin, yapılan her işin iki yönü var. Önce bunu bilmeli. Esas iş kabukta değil, özde. Çünkü bu âlemin midesi ruhtur ve onun gıdası da mana. Görünen, çalışan bir su değirmeni. Adı üzerinde; suyla çalışır. Su dereden gelir de dereye nerden gelir delikanlı? 

.Gökten. Yerdeki su buhar olur göğe yükselir, oradan da yağmur olup yere yağar.

.Peki su bu âlemin nesidir? Bunu bilmezsin. Söyleyeyim. Ruhudur. Ruh nereden gelir? Haktan. “…ona ruhumdan üflediğim vakit.”3 Yani Hak insana kendinde olan özelliklerden küçük örnekler verir. Su, değirmenin oluklarında akarak onu harekete getiriyor değil mi? Ruh da bedeni böyle harekete getirir. Şimdi deyiver bakalım delikanlı! Ruh olmazsa gözün, kulağın işe yarar mı?

.Hayır yaramaz. Bir arif “Ceset, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil.”4 “Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”5 der. Onun için ruhsuz göz görmez, kulak duymaz.

.Aferin! Şaşırttın beni. Göründüğün kadar toy değilmişsin. Peki o zaman değirmen bu âlemde ne olur?

.Su bu âlemde ruhsa değirmen de beden olur. Nasıl su olmadan değirmen dönmezse, ruh olmadan da beden hareket edemez.

.Peki senin ruhunun ve kalbinin sağlıklı olabilmesi için neyle beslenmesi gerekir?

.Ruh Hak’tan geliyorsa, gıdanın gökler âlemiyle bir ilgisi olmalı.

.İyi gidiyorsun. Vahiy, Kur’an, ilham, arifane sohbetler kalbin sağlığı için gerekli gıdalar. Güzel. Gel bakalım yanıma ve çarka dikkatle bak. Ne görüyorsun?

.Çok büyük yuvarlak bir tekerlek. Üzerinde art arda tahta kutular sıralanmış. Su ilk önce birine düşüyor. Düşen su sonra ikincisine, sonra üçüncüsüne. Ve bu akış, değirmenin altındaki çarkı döndürüyor. 

.O tahta kutular, çarkın hazneleri. Hazneler doldukça ağırlık onları aşağı iterek çarkı döndürüyor. Şimdi bir kere daha bak? Suyla dönen bu haznelere ne anlam verirsin?

.Su, çarkı çalıştırıyor. O zaman bu hazneler ruhun harekete getirdiği -biraz evvel söylediğiniz gibi- göz, kulak, dil gibi duyu organları olabilir.

.Şimdi başka bir yere bakmanı istiyorum. Su çarkı döndürünce, dönen çark da değirmen taşını çeviriyor. Ve taşın tam ortasındaki deliğe dökülen taneler, taş arasında eziliyor. Sonra da meydana gelen un, şu gördüğün taştaki delikten çuvallara dökülüyor. 

Şimdi bana müsaade. Bundan sonrası sana ait delikanlı. Yine gelirim. Beni bayağı lafa tuttun; ama seninle konuşmak hoşmuş. Değil mi erenler?

.Evet. Bizim delikanlı boş değil. Bu âleme yatkın; ancak kafası biraz karışmış. Böyle bir yere ihtiyacı vardı.

.İnşallah şifa olur. Sorunuz varsa sorarsınız. Hadi eyvallah… 

.Eveet. Değirmencinin dediklerini duydun. Şimdi değirmene tekrar bak ve içinden ne geliyorsa onu söyle. Ama ilk önce gözlerini kapa. Tabiatı ilk defa dinliyormuş gibi kulaklarını aç. Varlığı iyi tanır ve hissedersen kâinatla ahenk içinde olursun. Her şey için yer ve gök el ele vermiş. Yerin gökle nasıl el ele verdiğini doğru anlayabilirsen senin de bedeninle ruhun ele ele verecek. Bu da sükûnet, huzur demek. 

.Bir şeyler anladım anlamasına. Ama anladığımı kalbe yazmam için biraz zaman gerekiyor. Değirmencinin anlattıklarına göre sanırım beyin de değirmen taşına benziyor. Ancak yanlış bir değerlendirme yapmaktan korkuyorum.

.Pekala… Zorlama kendini. İstediğin yerde konuya girersin. Tamam mı? Biraz önce doğru yere temas ettin. Bir bilge şöyle der:

İnsan beyni değirmen taşına benzer, içine yeni bir şey atmazsan kendi kendini öğütür durur.

İbn-i Haldun

Yani değirmen taşı; yani akıl bizim düşünce, irade, karar mekanizmamız. Onunla dediğin gibi gördüğümüzü, okuduğumuzu, yaşadığımızı seziyor, anlıyor ve idrakine varıyoruz. Değirmen taşı sağlamsa, tahıllar kusursuz öğütülür ve kaliteli un olur. Algılamamız, sezgimiz, şuurumuz sağlam çalışıyorsa  ortaya çıkan karakter de sağlam olur, irademizin -aynı çelik gibi- orası burası çatlamaz ve biz de doğru karar veririz. İşte buna ahlak diyoruz.

.O zaman şöyle diyebilir miyiz? Tahıldan öğütülerek oluşan un, bizim şuurumuz gibidir. Değirmen taşı taneleri parçalar, öğütür un haline getirir. Biz de zihnimizle düşünür, irademizle karar verir, değerlendiririz. Anlayarak kalbimizde hisseder, inceliklerine varır, zevk ediniriz. 

Fakat bilgenin sözündeki “kendi kendini öğütür” ifadesini pek anlayamadım. 

.Kâinatta her şey hareket halinde. Aynı arı gibi. Boş zaman yok. Görev neyse o harfiyen yerine getirilir ve neticede her şey, harikulade bir ritimle çalışır. Zihin eğer kendine düşen görevi yerine getirmez; okumaz, araştırmaz, düşünmez ve tefekkür etmezse kendi iç dünyasına yeni bir şeyler katamaz. Yani tanelerden mahrumdur. Oysa zihin yaradılışı icabı çalışmak zorunda. Ne olacak o zaman? Değirmen taşının tam ortasındaki deliğe taneler dökülmezse taş neyi ezecek? 

Tabii kendinde ne varsa onu. Zihin de kendinde biriken ne varsa onu öğütmeye başlar. Geçmişinde olan olumsuzluklarını, geleceğe ait korkularını, haldeki tatminsizliklerini durmadan düşünür. Bunları zamanla takıntı haline getirir. Sonunda olumsuzluk, onun bakış tarzı olur. Ne içindeki dünyadan ne de dışındaki dünyadan memnundur. İki dünya arasında sıkışır kalır. Kısaca kendini, kaygılarıyla un ufak eder. Çuvallara dökülen de un değil, toz, süprüntü; yani sevgisizlik, nefret, alay, eleştiri, adamsendecilik halidir. 

.Burayı çok iyi anladım. Çünkü etrafımda örneklerine sık rastlıyorum. Boş zaman, can sıkıntısı günümüzün en önemli sorunlarından biri ve sonu psikolojik rahatsızlıklar, bunalım.

.Nasıl bunalım olmasın ki? İki dünyadan da memnun olmayan bir adam zamanla endişelerinin, korkularının esiri olur. Ve bu hal onu yanlış yorumlara götürür. Yanlış yorumlar zamanla onu daha da endişelendirir ve korkutur. Maalesef sonunda kısır bir döngüye girer; yani kendi hücresini kendisi kurmuş olur.

.E…. Erenler. Soracağınız bir şey var mı? Çok şükür değirmen güzel çalışıyor. Ben de zorlanmıyorum. Müşteri de memnun kalınca keyfime diyecek yok.

.Buralarda bu işin ustası olarak hep sizi gösteriyorlar. Halbuki çoğu değirmenin şartları daha iyi. Hem çalışanı fazla hem de hepsi genç. Ama yine de size geliyorlar. Sanırım bunun bir sırrı olmalı.

.Sırrı olmayan güzel bir iş göstersene bana. Gösteremezsin. Sessizliğin bile sırrı sesin yokluğudur. Ama diyeceksin ki hangi sesin? Mesela burada sizin dünyanızda olandan daha fazla ses var. Suyun, havanın, havadaki zerrelerin, toprağın üstünde, altında binlerce varlığın sesi… Ama yine de ne kadar sakin bir yer diyorsunuz. Çünkü her biri bütün varlıkla uyum içerisinde.

Şunu iyi bil, delikanlı! Hiçbir ses açgözlü nefsininki kadar cırlak çıkmaz. İnsana huzur veren ortamın sessizliği değil, kendi içindeki sessizlik; yani sükûnettir. Dönen çarklar, akan sular; hele değirmen taşı bayağı ses çıkartır. Ama bunları duymam ben. Duyduğum şey yaptığım işteki ahengin ve coşan ruhumun içimdeki yankısı. 

Gelelim işin ustalığındaki sırra: Görevimi namus, günün müjdelediğini nasip bilirim. Bu da damarlarımdaki canı diriltir. Gözüm onlarca göz, elim yüzlerce el, ayağım binlerce adım olur. Ama en önemlisi buğdayı iyi seçer ve şükrederim. 

Sana bir katre gösterdi mi, ötesini anlarsın artık. Alım-satımda da ambardaki buğdaydan bir avuç buğday gösterirler. O bir avuç buğdayı gördün mü, geri kalanını da bilirsin, değirmen dönünce nasıl bir un olacağını anlarsın.

Mevlâna / Divân-ı Kebir/ c.1 /  s.11

Değirmeni sadece dereden gelen su çalıştırmaz. Alın terimden ve şükürle akan gözyaşımdan damlayanlar, aynı bir iksir gibi dere suyunu çoğaltır. Eğer bir su değirmeniysem su olmadan dönebilir miyim? Ruhumu beslemeden nasıl ayakta kalabilmeyi düşünebilirim? Su oluklarla akar değirmene. Yücelerden ilahî nurlar da aynı su gibi ruhuma damlar. 

Delikanlı!
Sen hiç kabuktan üreme gördün mü?
Göremezsin.
Çünkü üreten kabuk değil, özdür.
Özdür, doğurgan olan.
Beni doğurgan yapan da
özüm.
Onun için ne ben yorulurum ne de değirmen.

***


1. Sezaî Karakoç / Yitik Cennet / s.28
2. Nahl / 69
3. ‘Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın.’ Hicr / 29
4. Bediuzzaman / 29. Söz 2. Maksat.
5. Bediuzzaman / 6. Söz

Resim © Evgeny Lushpin / 2019
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply