Sokak – Bölüm 32

1

Çözülmeler Başlarken

Bir gün doğuda bir yerde bilge birine ‘Hayatla konuşabilmek için cümlelerimi doğru kurmaya çalışsam da çoğu zaman kendimi dünyanın büyük denizlerine, kasırgalarına, hırçın dalgalarına karşı küçücük bir dalgakıran gibi hissediyor ve korkuyorum.’ dediğimde cevabı şu olmuştu:

‘Öyle sanma! Yanlış yere koyduğun o noktadan değerlendirme kendini! Dalgakıran sadece küçük tekneleri mi korur? Koskoca gemiler, erozyondan korunan sahiller aklına gelmez mi? Hem sen, sadece dalgakıran değilsin. Hem kalbini, aklını, ruhunu, vicdanını hem de başkalarını koruyabilecek kocaman bir limansın.’

Ben mi kocaman bir limandım? Oysa küçük bir suda yüzemeyecek kadar zayıf hissediyordum kendimi. Bu halimi kimseler görmüyordu. Koca cüsseli bu adamın aniden patlayan bir sesle nasıl küçüldüğünü, nasıl çaresizliğin içinde eriyip ufaldığını kimse bilmiyordu. Sadece ben biliyordum. Burası, geldiğim kim bilir kaçıncı ülke? Sayısını bilmiyorum. Ayrı renkler, ayrı diller, ayrı yüzler… Ama hepsi insan değil miydi? O silah sesi de bir insanın elinden çıkmıştı. Anneme kıyan da bir insandı.

.Okuduğum bu satırlar Enis abime ait. Utana utana açtığım defterin sayfaları yazıyla dolu. Daha bir sayfasında boğazımı düğümleyen bu trajedide kim bilir daha neler, neler var?

Korkuyorum. Korktukça iğreniyor, iğrendikçe yine korkuyorum. Bir silah namlusunun gözbebeğinde ölümü gördüm. Şimdi nerede bir gözbebeği görsem içim yanıyor. Bakamıyorum. O gözbebekleri sanki çoğalıyor, çoğalıyorlar ve ellerimde kan damlası oluyorlar. Unutamadım o günü. Unutmak için elimden gelen her şeyi yaptım. Bu korkuya inat, her şeye saldırdım. Okumaya, dil öğrenmeye, başarmaya saldırdım. Babam avukat okuduğu için Ankara’da hukuk okudum. Annem ressam olduğu için İstanbul’da Güzel Sanatlara gittim. Kendim için de İngiltere’de psikoloji okudum. Yetmedi; Klinik Psikoloji alanında yüksek lisans yaptım. Peki ne oldu? Yaş kırka geldi. Becerebildim mi insan olmayı? Cevabım ‘Hayır!’ oldu. Ve insan olabilmek için her ülkede sınırların arasında sınırsızlığı aradım. Dağda, denizde, çölde, ekvatorda aradım. Bulabildim mi? Hayır! Serkeş oldum, kavga çıkarttım, içeri atıldım, aç kaldım. Adam olabildim mi? Hepsini cevabı sadece ‘Hayır!… Hayır!’ feryadıydı.

Kimseler anlayamadı. Ben daha o namlunun bebeğinde kaybetmiştim adamlığımı. Kim geri getirecekti? Annem mi? O, mezardaydı. Namluyu doğrultan babam mı? O da mezardaydı. Geride kalan amcamsa babamdan bana kalanları idare etme peşinde. Sevginin dışında her şey verdi. İstediğim yerde okuttu. Ama insanlığı, adamlığı veremedi.

.Bu yazıları Yalın Bey’e göstermeliydim. Çok sevdiğim abimi kaybetme korkusu, onun mahremiyetine girmenin utancını bastırdı ve diğer sayfaları okumadan Yalın Bey’e götürdüm. Hem onun da hayatının çoğu arayışla, hayal kırıklıklarıyla geçmişti. Daha iyi anlardı Enis abimi.

.Peki defteri yerinde bulamayınca tepkisi ne olacak abinin?

.Abim hayli zorlu anlar yaşıyor. Bir ara ateşten adeta kavruldu. Aklı gitti, geldi. Defteri görecek ve soracak durumda değil. Zaten defteri verdiğim günün gecesi Yalın Bey hepsini okumuş. Defteri hemen yerine koydum. Olay kısaca bu Hocam. 

.Allah kolaylık versin. Gerçekten zor bir durum. Sonunun iyi olmasını dileyelim Salih. Neyse… Bak, ne güzel oldu. Sabah kahvesini seninle içtim. Biraz da evdekilerden haber ver. Öğretim durumu nasıl gidiyor? İhmal etmiyorsunuz değil mi?

.Tövbe Hocam! Bindiğimiz dalı nasıl keseriz? Bu Allah’a nankörlük; Yalın Bey’e, Mümtaz Bey’e terbiyesizlik olur. Nasipse az kaldı mezun olmamıza. 

.Peki sonra? 

.Ben ticaretle, ekonomiyle ilgili okumak istiyorum. Tabii yine dışardan olacak. Önce iki yıllık Ticaret ve Pazarlama. Bir an evvel kendimi bu yeni hayata hazırlamalıyım. Sonra işletme yönetimi. O da iki yıllık. Hayli yorucu; ama kesmediğimiz ümit ve hayaller yardımcımız. Yalın Bey’in desteğiyle Allah izin verirse halledeceğiz. 

.Peki Menekşe?

.O da iki yıllık aşçılık okulunu istiyor. Tabi önce liseyi bitirmesi lazım. Hayali pasta, börekle ilgili bir yer açabilmek. Görmeyin! Gevher anneden neler neler öğrendi. Bir de öğrendiklerini öyle değişik şekillerle sunuyor ki… Sanırsınız kırk yıllık pastacı. Bu konuda eli yatkın. Yeni şekiller ortaya çıkarmada çok kabiliyetli Hocam. 

Şey… Size bir şey söylemek istiyorum. İnşallah terbiyesizlik etmemiş olurum. Ben hocalarımı çok sayardım. Ödüm kopardı, onlara karşı bir saygısızlık yapacağım diye. Çalışkan olmama rağmen yine de karşılarında çok heyecanlanırdım. Size de hocam dediğimde elim ayağım birbirine karışıyor. 

.O zaman sen de Elif teyze veya Elif abla de. Nasıl istersen öyle de. Rahat ol. Ben senin nasıl hassas olduğunu biliyorum oğlum. Peki, Enis abinin durumunda iyiye doğru gidiş var mı?

.Biraz var. Yemeğini yiyor. Doktor, Mümtaz Beylerin eski bir ahbabı. Babacan biri. Onu kıramıyor. Evin içinde yürümeye başladı. Hatta dün yanındayken olmadık bir şeye şahit oldum. Mahallenin çocukları bakkaldan çıkarken biraz şamata yaptılar. Bizim Kerim de kızdı. Abinin sesten rahatsız olabileceğini düşündü herhalde. O arada biraz ağzını bozdu. Aman Allah’ım! Ben abimi hiç böyle görmemiştim. Eyvah dedim. Zaten boy 1.90’ı geçmiş. Yapılı da. Gözleri şimşek gibi. Bir gürleyiverdi Kerim’e. O güçsüz halinden nasıl çıktı o ses? 

“Bak kardeşim! Benim yanımda ister bağır, ister türkü söyle, nara at; hatta ağzını boz. Sesimi çıkarmam. Ama… Bir çocuğa veya kadına değil küfretmek; onlara bağırdığını, kaba davrandığını görürsem işte o zaman benden kork! Çünkü kendime ben bile hakim olamam.” 

Sonra hepimize öyle bir baktı ki… Yerimizde dona kaldık. O zaman anladım. Abim çocuğa ve hanımlara karşı çok duyarlı. Belli ki, yıllar önceki o küçük çocuğun ve annenin acısı halen devam ediyor.

.Etmez olur mu? Anlattığın o korkunç manzara unutulacak türden değil. Ama merak etme. Bazen böyle umulmadık tepkiler insanın canını harekete getiriverir. Bak, şimdi aklıma ne geldi? Oralarda, evin yakınlarında kırlık alan var mı?

.Çok… Orası şehrin içinde köylük bir yer. Evin arkası bomboş arazi. Ama adeta çöplük. 

.Bahçelik yerler, yeşil alanlar bunalan ruha iyi gelir. Doğal ortamlar gerilen sinirleri yumuşatır, katılaşan hisleri inceltir. Adeta şifa yerleridir. Buna abinin ihtiyacı var. Ara sıra dışarı çıkartın. Hatta oyun oynayan çocukları seyretsin. Oturup dinleneceği bir mekân oluşturun.

.Doğru dediniz. Ben Kerimlere söylerim. El atarlar. Kaç yıllık ağaçlar var. Altına masa, sandalye koysunlar. Bizim müştemilatı elden geçiren, bahçeyi düzenleyen bahçıvan Veysel efendi var. Gevher annemin rahmetli babasının akrabası imiş. Onun oğullarıyla çok sık işimiz oluyor. Kerim ve İsmail gibi candan çocuklar. Olmadı, onlara söyleriz. Kısa zamanda adam ederler. Gerçekten abime iyi gelecek. Bunu Yalın Bey’e ileteyim. Neyse müsaade isteyeyim.

Salih gittikten sonra köşeme çekilip kitap okumak istiyorum. Bu sabah eşim erkenden çıktı. Onunla erken kalkmam iyi oldu. Salih’i düşünüyorum. Nesli tükenenlerden biri. Belki de bu kalabalık şehirler tüketiyordur onun gibileri? Çünkü memleketinden kim gelse aşağı yukarı Salih gibi saf, namuslu çocuklar. İnşallah bu toprakların bu fideleri, tohumları bozulmaz. 

Ya Enis Bey? Tohum sağlam olsa da elverişsiz toprakta maalesef ürün veremiyor. Verse de bozuk çıkıyor. Toprağı işlemek çok mu zor? Mekân hazır, tohum verilmiş. Sadece doğru ekim, doğru sulama gerek. Ne yazık ki, ne doğru ekebiliyor ne de doğru sulayabiliyoruz. Varlık toprağımızın tek doğru bahçıvanı var: O da insanlık. İçinde sevginin, şefkatin, anlayışın olduğu insanlık. Lakin önyargılar, tatmin edilmemiş arzular, hırslar, kinler, çekememezlikler toprağımızı sarmış. Filizlenmeye izin vermiyor.

Çok şükür bu yönden şanslı olanlardanım. Çünkü çok güzel bahçelere sahibim. Teşrifatı gerektirmeyen, insanı olduğu gibi kabul eden candan ilişkiler, bizi ayakta tutan ince kılcal damarlarımız. Ne kendimizi beğendirme telaşı var ne de yanlış anlaşılır mıyım kaygısı.

Kardeşim hanımı, oğlu ve geliniyle sürpriz yapıyor. Gittikçe gücümün azaldığını hissettiğim şu son günlerde bazen öyle oluyor ki, bir tepsiyi bile taşıyacak hali bulamıyorum. Oysa onların yanında böyle bir kaygım yok. Sevdiğimi bildiklerinden simit almışlar. Herkes nerede ne olduğunu biliyor. Tabaklar hazırlanıyor, çay demleniyor. Sade, içten, huzurlu bir sofranın etrafında toplanmış gibiyiz. 

Kardeşim Hilmi, benden on iki yaş küçük. O da yaşını aldı. İki torun sahibi. Çocuklarının yanında kelli felli1 bir adam. Çocuk haliyle şimdiki halini yan yana getiriyorum. Gözlerim doluyor. O an ne hissediyor, bilmiyorum. Acaba yaşları mı fark ediyor? Yanıma gelerek yere diz çöküp başını dizime yaslıyor. Aynı çocukluğunda olduğu gibi. Başını okşuyorum. Bizimkiler takılıyorlar. Onun ise umurunda değil. Çünkü o dizde çocukluğu, saf duyguları, kendini emniyette hissettiren bir sıcaklık var. Annemizi kaybedeli dört yıl oldu. Bize gelmeden evvel onu ziyarete gitmişler. Acaba bu baş yaslamada kaybedilen bir şefkat arayışı olabilir mi? Kaç yaşında olursak olalım, sevgi, şefkat vazgeçilemez ihtiyacımız. İnsan olmanın, kalp taşımanın, içtenliğin bu güzel manzarası hepimizi duygulandırıyor. 

Evet. Candan ilişkiler bize hayat veren kılcal damarlarımız. Tıp, kalpte meydana gelen kılcal damar tıkanıklığının kalp krizine sebep olduğunu söyler. Ayrıca boyun bölgesinde meydana gelen tıkanıklık bilincin yitirilmesine, böbreklerde meydana gelen ise böbrek yetmezliğine yol açıyormuş. Kim bilir gönlümüzde, aklımızda ve vicdanımızda meydana gelenler nelere sebep? O anda aklıma gelen Enis Bey’in bu duygulardan mahrum yaşamı, içimi sızlatıyor. Ve dizime yaslanmış bu sevgili başı güzel beraberliğimizin şükrüyle okşuyorum, okşuyorum…

Salih’in İzmirli abisi de böyle bir sıcaklığa inşallah yakında kavuşur. Belki de bu sokak ona şifa olur. Zaman ne çabuk geçiyor. İlk önce Maide Hanımların çocuklarının durumu. Sonra oğlunun bulunması. Onun sorunları yavaş yavaş çözülürken kendisini iyileştirecek sebeplerin de beraberinde ortaya çıkması. Salih, Menekşe ve ikizler. Şimdi de Yalın Bey onların hayatındaki her türlü eksikliğe el atıyor. Bu hal hep böyle devam edecek. Çünkü bu halde karşılıklı paylaşım var. Ve bu paylaşım “iyilik” denen kalpteki şifanın sihirli formülü.

Yüreğinde bir katılık mı var? Kalbinin yumuşamasını mı, inancın neşesini mi yaşamak istiyorsun? Öyleyse koş bir kalbi sevindir… Çıkarı aradan çıkararak ‘insan’ı severek bu tat alınabilir. 

Kalbinin yumuşamasını mı istiyorsun? O halde ‘Gerçek nedir?’in arayışı içine gir.

Kalbinin yumuşamasını mı istiyorsun? Güneşe ya da aya bakıp, bir çocuk şarkısında geçen ‘Işığını kim yakar?’, ‘Sana kim bakar?’ sorularını sor. Düşünmeye duygulanmaya çalış. 

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.428

Şu anda şifa bekleyen iki kalp var: Pervin Hanım ve Enis Bey. İkisinin de ortak noktaları çok. Varlıklı ailelerin iyi eğitim almış çocukları. Avrupa’yı, içinde yaşarken ve dünyayı, her yanında seyahat ederken iyi tanımışlar. İkisi de yalnızlıklarla dolu bir çocukluk geçirmiş. Acıları bitmemiş, hayal kırıklıkları çok. Yalnız Enis Bey’inki hayli trajik. Yıllar geçmiş. Yaşanılan çöküntülerle arayışa girmişler. Enis Bey 5-6 sene önce gittiği yolda istikametini değiştirse de yine aynı girdabın içinde bocalıyor. Pervin Hanım her an yeni bir fikirle hayata tutunmaya çalışıyor. Bakalım sorunlarda çözülme emareleri yavaş yavaş görülürken onları iyileştirecek sebepler ne olacak?

İnsan ıstırapla hayata yeni bir perspektifle bakar. Acıdır, düşünceyi çağıran. Istırapla duyarlılığı zenginleşir insanın. Istırapla büyür, yücelir insan ruhu. Acının, hayatın sahteliğinde bulunmayan bir büyüklüğü vardır. Istırabın ardında daima bir ruh vardır. İnsan ıstırap çekmedikçe bir ideal uğrunda mücadeleye girmez, çünkü rahatlık, ancak uyuşukluk verir. 

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.429

Okuduğum bu satırlar, Pervin Hanım’a rehberlik edebilir. Fakat “Bunu okumalısınız.” diyemem. Çünkü hayatının tam kırılma noktasında yanlış olur. Çünkü kırılma noktaları dönüşüm duraklarına benzer. Dönüşümde ise irade söz konusu. İşte tam burada insanın iradesi çok hassas bir nokta. Adeta kalbin ve nefsin çekiştiği yer. En ufak bir baskı, müdahale ters tepki verebilir. Bu nedenle ancak karşımızdaki isterse yanında olabiliriz. Susup sabırla beklemeliyiz. Yoksa kozasından zorla çıkarılan kelebekte olduğu gibi kanatları açılmaz. Geçen akşam soruyu soran, Pervin Hanım’dı. Doğru cevabı veren de kendisi oldu. İçine dönemeyen, kendini tanımayan o cevabı veremezdi. Verdiğine göre inşallah hayırlı bir dönüşüm başlamıştır.

İnsan içinin derinliklerine hep acıyla iner. İnsan kendisi için en değerli bilgiyi ıstırapla kazanır. İnsan ıstırapla incelir, derinleşir. İnsan acısıyla yenileşir. Ancak acı yakalar hayatın anlamını. Istırap ruhu harekete geçirir. Eğer yenik düşmezse insan ıstırapla büyük bir güç kazanır. İnsan kavranılmaza ıstırapla yaklaşır. İnsan kendini acı  sayesinde yener. İnsan gerçeği acıyla sezinler. 

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.429

Tam okumaya başlıyorum. Nedense her seferinde olduğu gibi yine telefon çalıyor. Pervin Hanım. Garip şeyler olacak gibi. Öyle hissediyorum.

.Elif Hanım. Geçen akşam için size teşekkür edecektim. Kendimde pek değildim. Hep ben konuştum değil mi? En son size soru sorduğumu hatırlıyorum. Galiba cevabı veren yine bendim. Sizce bana neler olmuş olabilir o akşam? Çünkü eve döndüğümde uzun zamandır ilk defa ilaç almadan uyuyabildim. 

.İnanır mısınız? Elimdeki kitabın şu an açık olan sayfasını okumaya başlarken sizi düşünüyordum Pervin Hanım. O akşam size olan şey, içinizdeki acının sizi şekillendirmeye başlaması. Bu hal, herkes için geçerli. Acılar zannedilenin aksine ruhu diriltir. Farklı bir boyuttan bakmamıza ve idrake yol açar. 

Şimdi sizinle şöyle bir şey yapalım: Bu kitabın bir eşi sizde de var. Bir’in Sırrı. Yakınınızdaysa sayfa numarası vereceğim. O yeri bulup bana okumanızı isteyeceğim. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

“İnsan içinin derinliklerinde hep acıyla iner. İnsan kavranılmaza ıstırapla yaklaşır. İnsan gerçeği acıyla sezinler.” sözlerinde duraklıyor. Bekliyorum. Neden sonra:

.Nedir bu? Hep bir yere doğru yavaş yavaş inmek, yaklaşmak, sezinlemek? Sanki içimizde birbirinin içinde açılan, açıldığı gibi de kapanan yapraklar varmış gibi.

.Çok doğru. Aynı bir çiçeğin taç yaprakları gibi. Dışarı açılan ve bir hal olduğunda da içimize kapanan. 

.Peki ben yıllarca oradan oraya gezerken, dünyanın nimetlerini yaşarken aynı bir çiçek gibi içerden dışarıya mı açılıyordum? 

.Evet. 

.Ama şu anda dışarıdan içeriye kapandığımı; hatta dik yokuştan aşağıya inercesine duygularımın hızla indiğini hissediyorum. Peki bu hal nedir Elif Hanım? 

.Olabilir. Dik yokuştan aşağıya hızla iniyor; hatta düşüyor gibi kendinizi hissedebilirsiniz. Ancak endişelenmeyin. Görüntüde aynı çiçekte olduğu gibi sadece yapraklarınız, taç yapraklarınız soluyor ve dökülüyor. Ama tohuma, can tohumunuza, ruhunuza bir şey olmuyor. Ve o tohum tam merkezde. Durmadan sizi çekmeye başlayacak. Siz de o tohumda tekrar dirileceksiniz. Yalnız dirildiğiniz dünya farklı olacak. Çektiğiniz acı, toprağı kazarak dibe inmeniz gibi sizi derinleştirecek. Ve siz orada hayatın anlamını bulacaksınız. Yani gönül ülkesini.

.Anneannemin dediği gibi mi?

.Evet. Zaten o ülke hepimizde yaradılıştan var. Fakat bizler maalesef unutuyoruz. Yaşadıklarımız unutturuyor. Sizde de böyle oldu. Anneanneniz bu hakikati size hatırlattı. Sonra yine unuttunuz. Şimdiyse kader, kendi iradenizle hakikati size bulduruyor. Zaman geçtikçe de göremediklerinizi görecek, kavrayamadıklarınıza yaklaşacaksınız.

Sonra yine susuyor. Ve bir yerden okumaya başlıyor. Okuduğu yer, önümde açık olan sayfa değil. Takip eden sayfalara süratle göz gezdirerek yeri buluyorum.

‘Ey kuş! Gecelerini kendi yuvanda geçirirken niçin ötmüyordun? Yuvanda sevinç yok muydu? Niçin bütün aşkını boş yere, göklere, sonsuz göklere yükseltiyorsun?’

Kuş cevap veriyor: ‘Sınırlanmış bir alanda yaşarken sevinç duyuyordum; sonsuz göklere bakarken sesimi ve şarkılarımı buldum.’ Oscar Wilde

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.431

.Elif Hanım. Kusura bakmayın. Biraz kafam karıştı. Daha sonra konuşabilir miyiz? Bütün bunları birkaç kez okuyup düşünmem gerekiyor. Şu anda imkânsız. Sizi arayacağım. 

Akşama kadar ses çıkmıyor. Ben de ertelediğim bazı işlere girişiyorum. Koşuşturduğumda düşünmediğim için beynim de dinleniyor. Beni aramayışının sebebi sanırım kendisiyle mücadele etmesi. Köşemde içim geçmiş. Öğlene doğru Nur’un telefonuyla uyanıyorum.

.Hocam. Bu kadıncağıza ne oldu böyle? Konuşmuyor. Verdiği cevap sadece evet, hayır. Devamlı arka bahçede. Fıskiyenin açılmasını istemiş. Oraya hazeranlı tekli koltuğu getirtmiş. Devamlı kitap okuyor. İçine koyduğu kağıtlara durmadan yazıyor. Sonra dalıp dalıp gidiyor. Sedirli kısmı düzenleme bahanesiyle uzaktan kontrol ediyorum. Onu hiç böyle görmedim. Ya rahmet gibi yağacak ya şimşek gibi çakacak. Bu hava hayra alâmet değil.

.Sakın karışma! Bir şey sormak için bile yanına yaklaşma! Öyle bırak.

Bu olayın üzerinden kaç gün geçti. Hâlâ ses yok. Ben de arayıp sormadım. Nihayet saat dokuza doğru bir telefon:

.Elif Hanım. Ben Pervin. Müsaitseniz sizi sabah kahvesine bekliyorum. Lütfen kabul edin.  Salih sizi evden alacak? 

Eşime meseleyi izah etmeliyim. Biraz sonra arayıp cevap vereceğimi söylüyorum. 

Zil çalıyor. Salih gelmiş. Neşesi yerinde. Arabayla mesafe kısa. Ancak anlatacak şeyi çok ki çok yavaş gidiyoruz. Hiç susmuyor. Ben de lafa karışmıyorum.

.İsmail anlattı. Birkaç hafta önce yine çocuklar bakkala geldiğinde Enis abi yukardan: “Benden istediğiniz bir şey var mı?” diye seslenmiş. Çocuklar da “Ne kadar paran var ki senin?” demişler. O da “Sizin istediğinize yetecek kadar.” cevabını vermiş. Bunu üzerine hepsi bir ağızdan bağırmışlar: “Salıncakta sallanmak, kaydıraktan kaymak, top oynamak istiyoruz.”

Bu isteği hemen Yalın Bey’e ilettik. Meğerse bizim bakkalın arkasındaki alan satılıkmış. Babadan kalma bir yer. Mirasçı olan işe yaramaz biri. Kumar borcu birikince satmak istemiş. Muhtardan bu haberi alır almaz bizimkiler harekete geçtiler. Arazi çok uygun fiyata alındı. Abla, o Atılgan yok mu? Yine atıldı işin içine. Boş arazi temizlendi. Ağaçların olduğu yere yakın 250 metrekarelik bir alan belirlenerek etrafı plastik bahçe çitleriyle çevrelendi. Zemin, oyun sahalarındaki gibi değişik renklerde kauçuk kaplamayla kaplandı. 3 kaydırak, 2 tahterevalli ve salıncaklar konuldu. Bana “Bahçelik yerler, yeşillik alanlar bunalan ruha iyi gelir. Buna abinin ihtiyacı var.” demiştiniz ya. Haklı çıktınız abla. Allah razı olsun. 

Hocalıktan ablalığa. Daha içten geliyor. Sokak’a sapıyoruz. Allah Allah!… Pervin Hanım kapının önünde. Merak edip Salih’e soruyorum.

.Bilmiyorum abla. Bu bir karşılama olabilir. Beklenmedik davranışlarla karşılaşabilirsiniz. 

Salih doğru tahmin etmiş. Kapıdaki bekleyiş bir karşılama. Pervin Hanım kendini biraz toplamış gibi. Ararım demesine rağmen aramayışına açıklama getirmiyor. Sadece özür diliyor. Arka bahçeye bakan sedirli köşeye geçiyoruz. Nur, Maide Hanım… kimse ortalıkta yok. Sanıyorum bu da Nur’un işi. Lafı gevelemiyor, konuya direk giriyor: 

.Elif Hanım sizden bir ricam var. Bu günlerde sizlere karşı nasıl davranırsam davranayım, ne olur bana tahammül edin. İsterseniz konuşmayın; ama ne olur sırt çevirmeyin. Çünkü dengemin bozuk olduğunu hissediyorum. Bir gün kendimden ümidi kesiyorum. Başka bir gün içimde farklı şeyler buluyorum. İsviçre’de kurulu bir düzenim var, çevrem geniş. Ancak içimdeki ses gitmememi, burada kalmamı; Ahmet’i yalnız bırakmamamı söylüyor. O ortamlarda kendimi bulmam ve tanımam mümkün değil. Artık bu aldatmaca içinde yaşamak istemiyorum. Aynada defalarca yüzüme bakarken ardındaki kendimi görememekten bıktım. 

Ve kitaptan ayırdığı bir sayfayı okumaya başlıyor. Bir yere geldiğinde duruyor: 

İnsana neyi eksik diye değil, hâlâ neyi kaybolmamış diye bakmak… İlgi uyandırmak, insanı düşündürmek önemli. 

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.458

.Burayı okuduğumda odama gidip aynanın karşısına oturdum. Tam yarım saat kendime baktım. Sadece gördüğüm çizgilere değil, çizgilerin ardında kalanlara da baktım. Ve şu söz beni çok etkiledi: İnsana neyi eksik diye değil, hâlâ neyi kaybolmamış diye bakmak…” Evet… Eksiğim çok. Ancak devamlı bu noktadan değerlendirmek bana bir fayda getirmeyecek. Hâlâ kaybetmediğim nelerim olabilir? Onları düşündüm. İşte o an bir şeyi fark ettim. Size geldiğim akşam Nur’la bana uyguladığınız şeyi. İlgimi çekmek, sonra beni düşündürmeye sevk etmek. 

İnsan kendi kendisini tahlil etmeye başlayınca kendindeki noktaları kaçırmıyor, görmediklerini  görebiliyor, düşünemedikleri düşünebiliyor. O akşam kendimle ilgili neler gördüm, neleri fark ettimse hepsi sizin ve Nur’un sayesindedir. Beni ne yerdiniz ne de pohpohladınız. Hatta bir kaç cümle dışında konuşmadınız bile. Sadece kısa takviyelerle açılabilmem için güçlendirdiniz. İnsanın güvene, dinlenilmeye, anlaşılmaya ne kadar ihtiyacı varmış. Şimdi bir yer daha okuyacağım. Bu sözleri dikkatle değerlendirebilir miyiz?

Düşünce bir noktadan kaçarken, bir başka noktada gerçeği yakalatmak. Bir deniz feneri gibi, sürekli gerçeğin ışığını parlatıp, ön yargının oklarını metotla teslim almak. İnsana ulaşmak bu nedenle sanattır. 

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.450

Doğru mu bilmiyorum. Ben bu bölümden şunu anladım Elif Hanım:

Ben bir yerden kaçarken esasında sizlerin uzaktan beni yönlendirdiğiniz başka bir yere doğru ilerliyormuşum. Ve orada beni bekleyen bir şey varmış:

‘Aradığım gerçek.’

***


1. Kelli Felli: Kılığı kıyafeti yerinde, olgun ve gösterişli. Türkçe deyim.
Etimolojik kökeni Farsça: karr u farr. Kerli ferli: Güçlü ve ihtişamlı insan.
Karr ker  kel: Güç, kudret.
Farr → fer → fel: Işıltı, parlaklık.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Bu günlerde cevap ararken bu yaziya denk gelmek. Ne kadar hoş, samimi, içten bir hikaye.
    Hele bu sözler derinden etkiledi”İnsana neyi eksik diye değil, hâlâ neyi kaybolmamış diye bakmak”…

    Teşekkür ederim Elif Hanim..

Leave A Reply