Sokak – Bölüm 31

0

O Kelebek Benim

Geçen yıl bu vakitler genç bir hanımla tanışmıştım. Babaannesinin ölüm yıl dönümündeydik. Bir yakınıyla konuşurken kulağıma gelen bazı sözlerinden  hayli etkilenmiştim. Ve şu an o genç hanımın sözleri bugün gibi aklımda:

.Yine sık sık gidiyor musun ziyaretine?

.Evet. Kabrin başucunda oturmak, dua etmek, babaannemle konuşmak, birlikte geçirdiğimiz günleri düşünmek hoşuma gidiyor. Nedense oranın atmosferi beni farklı etkiliyor. 

Dikkatle yüzüne bakıyorum. Otuzunda yok. Bu tip sözlerin kendisinden beklenilmediği biri. Narin, gencecik bir kız. Baktığımı fark edip gülümsüyor. Ve bu gülümsemeden cesaret alarak merakımı gidermek istiyorum.

.Çok değişik birisiniz. Dedikleriniz dikkatimi çekti. Kusura bakmayın; merakımdan soruyorum. Ne hissediyorsunuz o ortamda? 

.Ne mi hissediyorum? Beynim dinleniyor, kalbim rahatlıyor. Sanki içim yıkanmış gibi. Söylemesi tuhaf. Neden böyle hissettiğimi sorsanız ben de bilmiyorum. Belki kuş seslerinden başka sesin olmamasındandır. Her yer yeşil… Yemyeşil… Selviler, çiçekler ve bilhassa güller. Sanırım iş yerindeki çalışma temposundan sonra beynime iyi geldiği için olabilir. İyi de neden kalbimi rahatlatıyor? Hele yıkanıyormuş gibi hissetmem? Hiç anlam veremiyorum. Zaten bazı şeyleri anlamaya da çalışmıyorum artık. Vardır bir sebebi diyorum.

.Yaşıtlarınıza göre çok farklı düşünüyorsunuz. Hep böyle miydiniz?

Yakını söze karışarak çok hassas olduğunu, şiir ve denemeler yazdığını söylüyor. Bir ara göz göze geliyoruz. Hemen kaçırıyor gözlerini. Tuhaf… Az evvel bana gülümsüyordu. Belki de özeline girilmesinden hoşlanmıyor. Rahatlatmak için konuya giriyorum.

.Bazen öyle an gelir ki, içimizdeki hisler kalbimizin dili olur; dökülmek ister. İşte bu şiirdir. 

Olayları, insanları izlersiniz; onları dinlersiniz. Zihninizde ve kalbinizde ölçüp biçersiniz. Ruhunuz etkilenir, dile gelmek ister. Bu da deneme olur. Şiir ve  deneme yazabiliyorsanız mezarlıktaki atmosferin sizi rahatlatması çok doğal.

.Neden?

.Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiirini bilir misiniz?

Anlıyor konuyu nereye getireceğimi. Cevap vermek yerine ikinci kıtasını okumaya başlıyor. Sesi ne kadar yumuşak… Ve vurguları tam yerinde.

Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

.Şairin burada çizdiği rint bir karakter var. Ve bazı insanlar bu karakterden özellikler taşıyabilir. Rint, dünyanın gerçek yüzünü gören biri. Gönül gözü açık. Dünyayı gönlüne göre yorumlar. Hırstan kurtulmuş, kinden, öfkeden uzaktır. Dıştan görünüşü sade; fakat iç dünyası hikmetlerle doludur. Böyle biri için hayat ne ise ölüm de odur. Her yer onun için bahardır, her şey gülistanlık. 

Belki de bu bahar sizi rahatlatıyor? Rindin bu yeni ülkesinde selviler, çiçekler, kuşlar onu asla unutmaz, daima yad ederler. Bu dostların vefalı sesleri, kokuları kalbinizin hoşuna gidebilir. Oysa bu dünyanın dışında vefayı unutmuş başka bir dünya daha var. Ve siz o dünyaya girdiğinizde ruhunuz daralıyor. Değil mi? 

.Hem de nasıl! Boğulacak gibi oluyorum.

.Hakikat olan da bu. Selvilerin serinliği işte bu boğulan ruhunuzu sakinleştiriyor. İçinizi yakan bir şey varsa alıp götürüyor. Özünde hazinesini bulmuş bir bilgenin hali insanı nasıl etkilerse siz de bu âsudeliğin özündeki hazineyi hissederek tatmin oluyorsunuz. Ölümün, faniliğin tek gerçek olduğu bu manevî ülkede ne çıkar ilişkisi var ne de rekabet çekişmesi. Yüksek volümlü sesler, yüksek perdeden gösterişler yok. Ve siz güzel kızım, bu her şeyden soyutlanmış âlemde yıkanıyorsunuz.

.Çok haklısınız. Siz söyleyince şimdi daha iyi anlıyorum. Bütün bunları hissediyor; fakat dile getiremiyordum. “Rindlerin Ölümü”nü çok severim. Rumeli Hisarı’ndaki kabrinde Yahya Kemal’in vasiyeti üzerine ikinci kıtası yazılı. O mekânda okumak her zaman etkiler beni. Ancak ruh halimin bu şiirle böyle yorumlanabileceğini hiç düşünmemişim. Sadece ölümün değerlendirilmesi olarak almışım demek. Teşekkür ederim. Babaannemi ziyaret ettiğimde çevreme artık bu gözle bakacağım. Kuş seslerini bu perdeden dinleyeceğim. Gülleri bu ruhla koklayacağım.

Uzun zamandır iç dünyasıyla beni böylesine şaşırtan biriyle karşılaşmamıştım. Nerden geldi ki, şimdi aklıma? Herhalde cenaze günü eşimin Hamza Bey’in hakkında anlattıkları olmalı. 

İnsanoğlu gerçekten kapalı bir kutu. Adeta çözülemez bilmece. İçimiz bazen bir bahçe gibi, bazen çöl. Mevsim bazen bahar, bazen kış. “Gülleri bu ruhla koklayacağım.” diyen o genç hanım gibi ruhumuz bazen gülleri kokluyor, bazen de dikenlerinden yaralanıyor. Yaşım ilerledikçe insanı sadece bir bakışla değerlendirmenin, bir sözle yargılamanın ne büyük hata olduğunu daha iyi anlıyorum. Çünkü hayat, bugün yaralayan dikenin yarın bize gül sunabileceğini zamanla öğretiyor. 

Mümtaz Bey’in İmam Gazali’nin “Kimya-yı Saadeti”ni vermesinden sonra Hamza Bey’in kendine dair değerlendirmeleri hayli düşündürücü: “Pek okumayı seven biri değilimdir. Pek bir şey anlamadım.”dan “İnsan vücudunda olan ilahî hikmetler. En çok sevdiğim, kalbin hakikatini anlatan yerler oldu.”ya vardıran gerçek de onun dikenleri arasından çıkan gülleri.

Ey sırların kimyasını öğrenip iyilerin yolunda gitmek isteyen!
…..
Senin hakikatin batıni yönündür. Bedendeki zahir azalar, batının askeri ve hizmetçisidir. Biz buna kalb (gönül) ismini vereceğiz. Bizim gönül dediğimiz ise, bu âleme geçici olarak gelmiş garip bir varlıktır. 

Saadet ve şekavet onun içindir. Bu hususları tahsil ederken, bütün aza ve beden ona uyar ve emrine hazırdır. Onun hakikatini bilmek, tanımak, Allah Teala’yı tanımanın anahtarıdır. O halde onu bilmeye uğraş. Zira o çok yüksek bir cevher olan meleklerin cevherindendir. Onun asıl madeni, Allah Teala’dır.

Bil ki, gönül gayb âleminden gelmiş ve tekrar oraya dönecektir. Bu harap dünyaya ticaret ve ziraat için gelmiştir. 

İmam Gazali / Kimya-yı Saadet / 1. Bölüm / s.28

Ahmet Bey’in gönlü de gayb âlemine döndü. Vakti gelince bizimki de dönecek. Bu harap dünyada ticaretimiz nasıldı? Kiminle yaptık? Toprağa ne ektik, ne diktik? Ziraat konusunda ne kadar muvaffak olduk? İyi hal sergileyip saadeti; mutluluğu mu bulduk? Yoksa kötü hal sergileyip şekaveti; mutsuzluğu mu? Hepsinin cevabını vakti gelince tek tek alacağız.

İnsan saadetinin Allah Teala’yı bilmeğe bağlı olduğu ne ile bilinir? diye sorulursa, cevabında deriz ki, bu şöyle bilinir: Her şeyin saadeti, onun lezzet ve rahatındadır. Her şeyin lezzeti ise, onun tabiatının gereğidir. Her şeyin tabiatının muktezası da onun için yaratıldığı şeylerdedir. 

Bunun gibi kalbin lezzeti de, kendisi için yaratıldığı şeyi temin etmektedir. Bu da işlerin hakikatini kavramaktır. Bu yalnız kalbe mahsustur. 

İmam Gazali / Kimya-yı Saadet / 16. Bölüm / s.50

Daha önce bu eseri okumama rağmen Mümtaz Bey’in “Kimya-yı Saadet”ten okuduğu bazı bölümler ve yaptığı yorumlar beni farklı etkilemiştir. Henüz Yalın Bey’den haber yoktu. Mutluluk ve kalp hakkında konuşuyorduk: 

.Bir şeye muhabbet o şeye kavuşma şevki verir. Ve o şevkle insan attığı her adımdan zevk alır. Bu zevkle olumsuzlukları görmez. Zorluklar ona kolaylaşır, her şey onu rahatlatır. Şansı yaver gider. Yani şevk, zevk, kolaylık ve rahatlık ona saadetin; mutluluğun kapılarını açar. Bir şeyi ne kadar severseniz, onu o kadar sık hatırlarsınız. Ve bu hatırlama her şeyi güzelleştirir. Kalbin yaradılış gayesi hakikati arayıp bulmak ve kavramaksa varlığın, varoluşun hakikatinden bigane kalmak kalbinizi sıkacaktır. Bu yüzden “Var Eden”den uzaklık toplumu öldürüyor.

Ne kadar doğru… Ama bir gerçek daha var ki, “Var Eden”e atılan her adım da insanı diriltiyor. O’nun hoşnut olduklarıyla meşgul olmak gönle huzur veriyor. Şu anda Yalın Bey’in yaşadığı da bu.

Nur’la konuşmayalı çok oldu. Pervin Hanım’la meşgul olduğunu biliyorum. Çünkü merak etmeyeyim diye Melek kapıdan uğrayıp haber vermişti. Aklım Salih’te. İzmirli abisiyle ilgili meseleyi halletti mi acaba? Eğer onu doğru tanımışsam beni muhakkak haberdar edecektir. Çünkü Enis Bey için çok üzüldüğümü söylemiştim. 

Nitekim ikindiye doğru kapı çalıyor. Tahminimde yanılmamışım. Salih gelmiş.

.İşim yeni bitti. Yalın Bey’i eve bıraktım. Bir beş dakika size kapıdan uğrayayım dedim.

.Sağ olasın oğlum. Ama beş dakika da olsa gel içeriye. Merak etme hemen kalkarsın. 

Kısaca olanları özetliyor. İlk önce Harun Bey’le konuşmuş. Sonra Yalın Bey’e açılmış. Tabii hepsi yardım için gerekeni yapmaya başlamışlar.

.Hocam! Harun Bey’in işe aldığı bir delikanlı var: Adı Atılgan. O da İşletmeci. Çok genç. Ayıptır söylemesi; “Harun Bey bunda ne buldu?” diye düşünmüştüm. Delikanlı ateş çıktı. Kafası zehir gibi. Hem çalışmış hem okumuş. Esnaf arasında yetişmiş biri. Çevresi geniş. Ne yaptı, etti; arkadaşlarını seferber ederek işi halletti. Gazetenin adını, olayın tarihini bulmuşlar. Sonra da araştırarak fotoğraftaki esrarı çözmüşler. 

Kısaca mesele şu Hocam: İzmir’de işlenmiş bir cinayet. Sokakta bir kadın, yanındaki çocuğun gözü önünde vurulur. Kadın, abimin annesi, çocuk da Enis abim. Öğrenince kahroldum. Korkunç bir olay. Kim bilir neler hissetti? Sonra da ne travmalar geçirdi? 

Abim bunlardan hiç söz etmediği gibi hiç hissettirmedi de. Ama anamın yaptığı yemeklerden yerken rahmetlinin yüzüne öyle bir bakardı ki… Sonra ağladığını belli etmemek için gözüne çöp kaçmış gibi ovuştururdu. Ben de görmezlikten gelirdim. Bir gün küçük odun semaverin karşısında çay içerken: “Salih! Keşke hiç okumasaydım, o anlattığım uzak yerlere gitmeseydim de böyle anamın dizinin dibinde olsaydım.” demişti.

.Peki Enis Bey’i getirdiniz mi?

.Tabii getirdik. Ertesi gün Yalın Bey’le konuştuktan sonra hiç vakit kaybetmeden Kerim’le gittik. Seyit dedemle konuştum. Ve abiyi alıp getirdik. En üst dairede oturan arkadaşlarla kalacak. Harun Bey yatak, yorgan, üst baş; ne varsa Atılgan’a sipariş vermiş. Kısacası abimin odası da yatağı da hazır. Kerim’in eşi Fatma yenge yemekleri halledecek. Ayrıca doktor kontrolünde olacak. Çünkü hastaneyi kabul etmedi. Hocam! Şimdilik bu kadar. Kaçıyorum. İzahı sonra.

Sabahtan beri üzerimden atamadığım halsizlik Salih’in heyecanlı haliyle geçiveriyor. Kendimi toparlıyorum. Ancak şu zihnimi dinlendirebilmeyi bir türlü öğrenemedim. Bir yerde okumuştum. Kadın beyninin dinlenmesi için romantik bir ortamda uyumak, erkek beyni için spor yapmak gerekiyormuş. 

Köşeme çekiliyorum. Düşünüyorum da romantik ortam denince neden mum ışığı ve sevda akla gelir? Oysa insanın iç âlemini sarıp sarmalayan her şey, romantik ortam oluşturabilir. Mesela ruhu etkileyen, kalbi coşturan, sanatın konuştuğu, duyguların cevap verdiği mekân, romantik bir ortamdır. Şu anda kitaplarım yanımda, müziğim hazır ve köşem benim romantik ortamım. Sırtımı dinlendirmek için dayandığım yastığı başımın altına koyduğumda da hemen uyuyabilirim.

.Anne! Nur Hanım arıyor. Telefonu yine yanına almamışsın. 

.Hocam, vakitsiz aradım. Kusura bakmayın. Bir yere gidecek miydiniz? Gelen var mı? Olay, Pervin Hanım. Tutturdu Elif Hanım’a gidelim diye. Size geldiğimiz akşamki hali arıyor. Günlerdir onunla uğraşıyoruz. Artık hap da almak istemiyor. Ahmet Bey’in fotoğrafına bakıp bakıp ağlıyor. Çevresinden, tanıdıklarından kaçıyor. Sanki renkli, şaşaalı günlerini hatırlamak istemiyor gibi. Onunla konuşmak sizi yoracak biliyorum. Ama hali cidden perişan. İçim acıyor. Maide annem “Olmaz, Elif kardeşimi yormayın.” dedi. Fakat ben… Dayanamadım Hocam.

.Tamam Nur. Bugün bir yere gitmeyeceğiz. Gelen de yok. Hiç düşünme bunları. Evdekiler de ya bir yere çıkar ya da odalarında oturur. Pervin Hanım içecek olarak ne sever?

.Kakaolu süt ve yanında… Tamam… Tamam.  Çıkacağımız vakit haber veririm. Siz sadece sütü halledin. Ben gerekeni getireceğim. 

Akşam yemeğinden sonra Nur, yarım saat sonra bizde olacaklarını haber veriyor. Evde herkes odasına çekildi. Camda bekliyorum. Geldiler. Gerçekten kadıncağız bitmiş. Sadece ayakta durmaya çalışan canlı cenaze gibi. Nur daha önce oturduğu koltuğa götürüyor. Biz de aynı ortamı sağlamak için aynı yerlere oturuyoruz. O akşam neler konuşuldu? Neler yaptık? Hatırlamaya çalışıyorum. Nur da aynısını düşünüyor olmalı ki…

.Hocam müsaade ederseniz getirdiklerimi açmak için mutfağa gidebilir miyim?

.Tabii. Dur ben de sana tabakların yerini göstereyim.

.Hocam. Siz de benim gibi düşündünüz sanırım. Biz o akşam hoşuna gidecek neler konuşmuştuk?  

.İlk önce konuyu o açmalı. Beklemeliyiz. Hali yoksa biz sadece zemin hazırlayacağız. Bir de Yunus’tan okumuştun. Ben konuyu ısıtırım. Sen de güzel okumanla sofraya koyarsın. Aman! Sakın tedirgin olduğu şeylerden söz etmeyelim. 

Tam karşısında duvardaki tabloya gözünü dikmiş. Öylece dalmış, gitmiş. 

.“Gelincik Tarlası.” Ressam bir arkadaşın hediyesi. Çok beğenirim. Uzaktan bakıldığında görülmeyen, yakından bakılınca fark edilen bir şey var içinde: Çiçeklerin arasında adeta gizlenmiş bir kelebek. Arkadaşım tabloyu verirken: “Bunun içinde sen varsın. Ben resmini yaptım sen de şiirini yaz. O da senin bana hediyen olsun.” demişti. Gelincik şiirini yazdım; fakat o kelebeğin şiirini hâlâ yazamadım. Sonra da o arkadaşla nedense yollarımız ayrıldı. 

.Öldü mü arkadaşınız?

.Hayır. Dünya görüşlerimiz farklılaştı. Benim çok değiştiğimi söyledi. Her şeye rağmen ortak bir noktada kalacak kadar hassas davranamadık ki, bitti. Yani kısacası Pervin Hanım, ben onun için öldüm.

.Tuhaf. O zaman o arkadaşınız sizi hiç anlayamamış.

.Yooo… Hayır! O zamanlar anladı. Anlamasa gelincik tarlasındaki kelebeği düşünemezdi. Lakin insanız. Zaaflarımız, ön yargılarımız var. O da bunlara takıldı. Bazı göz, gelincik tarlasındaki kelebeği görür de kelebeğin çıktığı kozasını ve onun tırtıl halini unutur. Ve maalesef tırtılın mücadelesindeki anlam arayışını ve içindeki hakikat aşkını fark edemez. 

.Peki fark etseydi ne olacaktı?

.Ruhun da bir yolcu olduğunu bilecek ve bu yolculukta onu yalnız bırakmayacaktı. Bizler şuurlu varlıklarız. Şuur, durağanlığı sevmez. Çünkü yaradılışına uygun değildir. O, daima hayatın soluğundaki farklı boyutları anlamak ister. Her birinde uyanır, her uyanışın sabahında kendini yeniler. Yani tırtıl gibi devamlı kozasından çıkma gayretindedir. Bu, manevî bir dönüşüm. İç âlemimizde yaptığımız yolculuk. Bu dönüşümü yaşayanın hayata bakışı elbet farklı olacaktır. 

Konuşmam; bilhassa manevî dönüşüm ve hayata bakış sözleri dikkatini çekiyor. Sanki biraz canlanıyor. 

.O zaman arkadaşınız sizin hayata bakışınızı sevmedi? Çevreyle ilişkinizi, yeni tercihlerinizi kabullenemedi.

.Evet. Doğru tahmin ettiniz.  

Nur konunun ısındığı fark eder etmez açılan sofraya bir şeyler koymaya başlıyor:

Yar yüreğim yar, gör ki neler var?
Bu halk içinde bize güler var.

Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun,
Gafil ne bilsin, Hakk’ı sever var.

Bu yol uzaktır, menzili çoktur,
Geçidi yoktur, derin sular var.

Bu güne kadar kim, insanlık için hayatını ortaya koyanı anlamış ki, Hocam? Kim, çıkar ilişkisinden uzak birinin değerini bilmiş? Hep iç âlemin saflığı hafife alınmış. İdealler taşlanmış. Anlaşılamayanlar da olacak; onu anlamayanlar, anlamak istemeyenler de. Bu bir alın yazısı. Böyle gidecek. 

Çünkü bu yol hem uzun hem durakları çok. Karalarlar; bir durakta durursun, engel çıkartırlar; durursun, sen değişirsin; yine durursun. Ama Rabbim kimseyi o duraklarda yalnız bırakmamış. Onun “dost”u olmuş. Bu dostluğu anlayana anlayışlı arkadaşlar vermiş. İnsan böyle bir yolda varsın taşlansın. Dost seninle olmuş ya… İrfan yoksunu, tat alma duyusu hasta olan, bu sofranın lezzetini nerden bilecek? 

.Öyle… Haklısın Nur. Hem de nasıl arkadaşlar veriyor. Bak, Yalın Bey’in arkadaşlarına. Gün geçtikçe çoğalıyorlar. 

Nedense gözü hep tabloda. Yine dalıp gidiyor. Susuyoruz. Neden sonra bana dönüyor:

.Elif Hanım. Geçen konuşmamızda “Nur, benim saf altınım.” demiştiniz. Arkadaşınız ise sizi kelebeğe benzetmiş. Ben neye benziyorum? Sizin için neyim ben? 

Nur bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Aniden gelen bu soru karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum. Nur halimi anlıyor, zaman kazandırmak için:

.Pervin Hanım, çocukluğunuzda nasıl biriydiniz? 

.Sessiz bir çocuktum. Genellikle yalnızdım. Ailem kalabalık değildi. Babam tahsilini yurt dışında yapmış. Annem de tahsil için Fransa’ya gelmiş. Annemle orada tanışıp evlenmişler. İkisinin de aileleriyle pek irtibatları yoktu. Sonra tamamen koptular. Kısacası babaanne, dede, dayı, hala bilmedim. Bir tek anneannemi tanıdım. İstanbul’da Arnavutköy’de otururdu. Çok kibar, asil bir hanımdı. Çok şeyler bilirdi. Bizim evde hiç konuşulmayan şeyler. Onu  dinlerken içim açılırdı. Her yaz onda kalırdım. 

Tepede ahşap bir ev. Arkada bahçesi olan, deniz manzaralı. Yattığım oda denize karşıydı. Sabahları iskeleye yanaşan vapurun sesiyle kalkardım. Evin orta katındaki çıkma balkonunda hazırlanan kahvaltı masasında muhakkak papatyalar olurdu. Dedem papatyayı çok severmiş. Anneannem de bahçenin bir bölümünü papatyaya ayırmış. Çok sıcak havalarda papatyalara bakan taşlıkta yemek yerdik.

Fransa’da pek arkadaşım olmadı. Daha doğrusu uyum sağlayamadım. Okulda da öyle. İlk başta sessiz oluşumdan beni aptal sandılar. Çalışma konusunda çok hırslıydım. Başarımı görünce de çekemediler. Yani ne aptal halimle ne de zeki halimle tutunabildim. Fakat bu durumu asla dram haline getirmedim. Gerçek arkadaşlık yoksa hiç olmasın, diye düşünürdüm. 

Yegane arkadaşlarım Arnavutköy’de evin işlerini çeviren ailenin iki kızıydı. Beş kardeştiler. İki abi, bir de ailenin en küçüğü Mahinur. Bahçedeki müştemilatta kalırlardı. Bahçede evcilik oynar, sahilde balık tutardık. Balıkları eve getirmez, bir fakire verirdik. Anneanneme söylediğimde alnımdan öper “Aferin, kalbi güzel kızım! Bu zenginliğini sakın kaybetme!” derdi. Ben de “Kaybetmeyeceğim.” diye söz verirdim.

Ara sıra anneanneme arkadaşları gelir, sohbet ederlerdi. Bu sohbetlerden haz alırdım. Ama sebebini bilmezdim. Yalnız sözlerin arasında gönül diye bir şey geçerdi. Gönlün sesi, gönül gözü, gönülden sev gibi. Kalbi, aklı biliyordum da gönül diye bir şey duymamıştım. Bir gün anneanneme sordum. “Gönül bizim neyimiz?” diye. Anneannem güldü:

.Gönül bizim insanlık cevherimizdir. Nasıl boynuna inci kolye, parmağına elmas yüzük taktığında seni güzel gösteriyorsa gönlü de içinde taşıdığında seni öyle güzel gösterir. Bunları zamanla öğreneceksin. Çünkü kitaptan öğrenilecek şeyler değil. Doğru arkadaş çok önemli. Aynı Hüseyin efendinin kızları Mine ve Şermin gibi.

Konuştukça açılıyor. Arada sırada susuyor. Sonra yine konuşuyor. Sözünü kesmemeye gayret ediyoruz. Sonra anneannesinin ölümüyle güzel günlerin kapandığını, anne ve babasının yanındaki, okuldaki ilişkilerin yavanlığını anlatıyor.

.Üniversiteyi yeni bitirmiştim. Bir partide Ahmet’le tanıştım. Benden büyüktü. Lakin çocuksu heyecanı, kibarlığı ve romantik yapısı beni etkiledi. İsviçre’de mimarlık okumuş, sonra oraya yerleşmiş. Mesleğini yapmıyordu. Aile şirketinin İsviçre şubesini yürütüyordu. Fransa’ya bir iş bağlantısı için gelmiş. Biraz arkadaşlık ettik. Sonra da evlendik. Onunla çok mutlu oldum. Anneannemden sonraki yegane sıcak sığınağımdı. 

İstanbul’daki ailesiyle tanıştım. Bambaşkaydılar. Ancak Ahmet, hep Avrupa’da yaşamak istedi. Varlıklı bir aile. Dededen, babadan kalma imkânlar. Ahmet seyahat delisiydi. Eğlenceyi, kalabalığı seven yapısına zamanla ben de alıştım. Bir de çocuğumuz -benden dolayı- olmayınca unutmak için her şeye çok çabuk uyum sağladım. Ve gönül de sohbetleri de unutulup gitti. 

Fakat içimdeki dile getiremediğim boşluğu hep hissettim. Bilemediğim bir yerde yaram vardı. Ağladığımda o yara kanamaya başlardı. Ahmet’e bu halimi göstermedim. Gösteremezdim. Çünkü bana çok düşkündü. Bu halime dayanamazdı. 

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Nur’a işaret ediyorum. Sakın karışma diye. Neden sonra:

Galiba ben, o gelincik tarlasındaki kelebeğim.
Evet.
Çocukluğumdaki çevreden,
ailemin duygusuz yaşamından gizlenen;
hatta eğlence ortamlarında, seyahatlerde yeni Pervin’e bile kendini göstermeyen
o kelebek benim.

***

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply