Sokak – Bölüm 30

0

İlahî Hakikat

Yazı yazmak, tek düze geçeceğinden korktuğum emekli günlerimi yemyeşil bir alana dönüştürdü. Bunu zaman geçtikçe daha iyi anlıyorum. Çocukluğumda anneannemin evinin arkasında geniş bir çayır vardı. Yazın harmanlar kurulurdu. Diğer zamanlarda ise oyun oynardık. Gözlerimi kapatır, eteklerim dalgalana dalgalana koşardım. Şimdi de ruhumun kelimelerle aynı çayırda olduğu gibi koştuğunu hissediyorum.

Yazarken akla, kalbe, ruha hizmet etmek ve bu emanetleri değerlendirebilmek. Ve hepsinden öte; onları vereni hoşnut edebilmek… İşte o vakit doğru kullanılan her şeyin nurlanacağına, huzur vereceğine inanıyorum. Yine inanıyorum ki Yalın, Salih, Harun da bu koşmayı hissediyor ve hayırda koşan herkes gibi bu duyguyu tadıyor. 

“Salih bu işi iyi idare ediyor. Memleketinden gelenlerin her biri kendi gibi. Bakkal projesi tutmuş. Mahallenin malî durumunu anlama konusunda isabetli tespitlere varılmış. Atölyedeki işler bitmiş. Yalnız kadınlar atölyeye gelmede biraz ürkekmiş. Çünkü iyilik adı altında toplumda ne çirkinliklerin yaşandığı malum. Ahmet Bey’in durumu kritik. Vallahi Hocam… Bilmem ama…”

Her zamanki gibi telefonla Nur’dan aldığım haberler bunlar. Pervin Hanım’ın bize gelmesinin üzerinden epey zaman geçti. Hasta ziyaretine bir kere gidebildim. Onda da Ahmet Bey uyuyordu. Durumu iyi değil dediler. Zannediyorum ziyaretçi pek istemiyor. Nur, tanınmayacak kadar zayıfladığını söyledi. Bu halinin görülmesinden kaçınıyor olabilir. Çünkü bir keresinde Pervin Hanım, “Ahmet sanatkâr ruhludur. Görüntü konusunda biraz mükemmeliyetçidir.” demişti. Bir tek Hamza Bey geliyormuş ve Mümtaz Bey’le sohbet ederken o da hiç konuşmadan onları dinliyormuş. 

Ziyarete gelmişken arka bahçeyi gezmek iyi gelecek. Sonbaharın rengi her yerde. Yine yapraklar süpürülmemiş. Yer sapsarı halı gibi. Seneler önce okuduğum Leo Buscaglia’nın bir kitabında kendisinin dışarıdan yaprak toplayıp odasına serdiğini hatırlıyorum. Ayrıca okuduğum bir yazıdan şunları öğrenmiştim: Moskova’da uzmanlar sonbaharda dökülen yaprakların toplanmasının ekolojik dengeyi bozduğunu, sadece yollarda toplanmasını; ancak yeşil alanlarda bu yaprak toplama işleminin doğal dengeyi bozmayacak şekilde yapılmasını belirtmişler. Çünkü yaprakların toplanmasıyla birçok omurgasız tür yok oluyormuş. Bunun sonucunda da küçük kargalar besin bulamıyormuş.

İnsanın yaşarken geçirdiği merhaleler, doğadaki olaylara çok benziyor. Ariflerin dediği gibi kâinatın küçültülmüş bir örneğiyiz. Aynı kâinat gibi devamlı hareket halindeyiz. Damarlarımızda kan durmadan akıyor, durmadan düşünüyoruz. Bir anlık nefes almasak ölümle burun buruna geliyoruz. Saçlarımız uzuyor, yaşlandığımızda sonbaharda seyrekleşen dallar gibi seyrekleşmeye başlıyor. 

Dışarıda güzel bir sonbahar. Suyu çekilen ağacın dallarından kopan yapraklar rüzgârla savrulup yere düşüyor. Evin içinde yaşanan da buna benzer bir hakikat. Canı çekilen gözdeki fer, eldeki derman an be an savrularak iç âleme çöküyor. Fakat burada önemli bir ayrıntı var: Her kalbin mevsimi, iç âlemine göre. Kiminde sonbahar, kiminde ilkbahar. Arif olan için ölüm, bir ilkbahar. Önünde beklenen bir kapı. Vakit geldiğinde o kapı açılacak. Hakikatin üzerindeki perde kalkacak.

O günden sonra bir kez daha ziyarete cesaret edemedim. Acaba bugün kapıdan da olsa uğrasam mı? Ancak halim yok. Eşim arabayla götürür desem, içimde bir tuhaflık var. Sanki direncim azalıyor. Kendime “Bir yere çıkma.” diyorum. “Otur köşene. Hiçbir şey yapma. Ne oku ne de yaz. Sadece dışarısını seyret.” 

Telefon çalıyor. Rabbim hayra çıkarsın. 

.Hocam. Başımız sağ olsun. Ahmet Bey’i kaybettik. Cenaze ikindide kalkacak. 

Cenaze hayli kalabalık. Sevenleri çokmuş. Bu kadar kısa bir sürede bunca insana nasıl ulaşabildiler? Eşim bu konularda hassas. Mezarlığa da gitmemizi söylüyor. Aile mezarlığı hayli geniş. Öteki âleme göç eden bütün aile orada. Nur, Pervin Hanım’ın yanından ayrılmıyor. O dimdik yürüyen kadın, Nur’un koluna girmiş; adeta sığınmış. Yalın Bey, Salih, Menekşe, Mümtaz Beylerin yanında. Bu arada Hamza Bey’e şaşırıyorum. Yanında Arif. Ayakta zor durmasına rağmen mezarlığa kadar gelmiş. Ondan beklenmeyecek bir hal; ellerini kaldırmış, dua ediyor. Direncim iyice azaldı. Oturacağım bir yer buluyorlar bana. 

İnsan gözleri… Kimi durgun, kimi yaşlı. Acaba kimin için akıyor o yaşlar? Gidene mi, kalana mı? Gidene denilir; ama esasında kalanadır. Ölene itiraf edemediğimiz pişmanlığımız mı var? “Değerini anlamadın; artık iş işten geçti.” gerçeği tokat mı atar yüzümüze? O olmadan geçecek günler. “Meğer bana ne kadar destek oluyormuş.” sızıları. 

Her yer sırlı bir sükûnete bürünmüş. Âsudelik, ruhta bitmeyen bir bahar. Buradaki baharın hali bir başka. Bir değil, kim bilir kaç hakikat kapısının aralandığı yer. O aralanan yerlerden gayb güllerinin kokusu yayılıyor. Etrafta sadece hocanın okuduğu dua, selvilerden gelen kuş sesleri. “İşte gerçek âsudelik budur.” diyorum. Düşünmeye, tefekkür etmeye ne kadar müsait!

Hakikat bu kapılarda belirecekse şu an başımızda yansıyan ışığın ve selvilerin altındaki gölgelerin anlamı nedir? Işık nereden geliyor? Güneşten. Güneş, her şeyin üstünde bir azamet; yani İlahî hakikat. Gölge ise fani beden ve nefis. Kuşlar ve mezarların üzerindeki çiçekler bizden çok daha fazla bunların farkında. Belki de hakikatin içinde yaşayanlar, onlar.

Dönüşte eve gitmiyoruz. Duaya kalıyoruz. Her yer dolu. Ortalıkta gençler koşturuyor. Dua yarım saat sonra başlayacakmış. Herkes ayrı bir köşede durgun ve suskun. Nur yanımıza gelerek özel odaya götürüyor. 

.Çok sevdiğiniz bu odayı Abi de görsün Hocam. Biraz dinlenin. Sonra isterseniz salona gelirsiniz. 

Yorulmuşuz. Biraz dinlendikten sonra eşimin “İstersen biz salona geçelim. Madem burası özel oda. Ayıp olmasın.” demesiyle kalkıyoruz. Salon kalabalık. Çalışma odasında yer buluyoruz. Hamza Bey, eşi ve Arife Hanımlar oradalar. Hamza Bey’in dik asker bakışları ara sıra eşimin üzerinde. Sezdirmeden incelemede. Neden sonra:

.Nerelisiniz Beyefendi? Sizde Boşnaklık var mı?

.Düzceliyim Efendim. Ailem Kafkasya’dan göç etmiş. Çerkez’im.

.Ooo… İyi. Çerkezleri severim. Ben de Gürcü’yüm. İstanbul’a Artvin’den geldik.

.Ne güzel. Ben de Egeliyim. Ailem Girit’ten gelmiş. Bu ülkenin en güzel süsü bu değil mi? Rengarenk olmak.

.Haklısınız, Nursel Hanım. Biz de Konyalıyız. 

Hamza Bey’in eşinden sonra Arife Hanım’ın da söze katılmasıyla oda ısınıveriyor.

Hamza Bey’in eşi de doğal biri. Samimi. Neden sonra Hoca’nın sesi duyuluyor. Ses sistemini bu kadar kısa sürede ne vakit kurmuşlar? Hocanın okuması, içten. Gırtlak ağalığı yapmıyor. Birkaç sure okuduktan sonra hayat ve ölüm hakkında konuşuyor. Ölümün irşat ediciliği, dünya hayatının faniliği, kinin, öfkenin yersizliği üzerinde hikmetli sözler söylüyor. İlk defa böyle anlamlı bir konuşma dinliyorum. Dualar ve sonunda her zamanki ikram.

.Beyefendi benim adım Ekrem. Elif Hanım’ın eşiyim.

.Memnun oldum Beyefendi. Ben de Hamza. Hocanım bu evde çok takdir görür. Ben biraz patavatsızım. Gönül kırdığım da olmuştur. Kendisine karşı da bu sebeple mahcubum. 

.Estağfurullah Hamza Bey. Böyle demeyin.

.Öyle… öyle… Sert tavrımda asker olmanın etkisi büyük. Bir de dağlık yerde büyüdük. Sonuç bu. Ama dürüstümdür. 

Bunları söylerken elini eşinin sevgiyle okşaması bu yaşlı adama farklı gözle bakmama neden oluyor. Kendine has üslubu eşimin hoşuna gitmiş ki konuşmaya başlıyorlar. Bir müddet sonra Âyende gelerek kalkacaklarını söylüyor. Erkenden işi varmış. Arife Hanımlar kalktıktan sonra odada sadece bizler kalıyoruz. Bir ara dışarı çıkıp Pervin Hanım’a bakmak istiyorum. O arada Salih yanıma geliyor.

.Koşturmaktan hatırınızı soramadım. Sağlığınız nasıl? Eşiniz nasıl?

.Eşim, Hamza Beylerle çalışma odasında. Ben de etrafı bir kolaçan edeyim dedim. Sen nasılsın? İkizler, Menekşe, Gevher Hanım?

.Vallahi Hocam. Bizler iyiyiz de Gevher anne pek iyi değil. Günaha girmeyeyim…  Bugünlerde çok şey üst üste geldi. Hele bugünkü iki olay… 

.Ahmet Bey’in vefatı tamam da ikinci olay ne? Zaten yüzün bir tuhaf. Rengin çekilmiş gibi. Gördüğümde yorgunluğuna verdim. Çok koşturdun.

.Ayakta böyle kalmayalım. Yemek odasında kimse kalmadı. Biraz oturabilir miyiz? Hem kendime gelmiş olurum. Kimse halimi fark etmesin.

İyice meraklanıyorum. O ara Nur geliyor yanımıza. Birlikte oturuyoruz. 

.Bizim Kerim, memleketten dün akşam geldi. Memlekette Enis abiyi görmüş. Size anlatmıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendiğim, bizim orada öğretmenlik yapan İzmirli abim. Bir de bir zattan söz etmiştim. Seyit dedem. İşte Enis abim, dedemin evinde kalıyormuş. Öğretmenliği bırakmış. Hali berbatmış. Seyit dede bir ara Kerim’i odasına çağırarak: “Madem Salih’le berabersin. Ona şu zarfı veriver.” demiş. 

Bu sabah Kerim defin işlerini hallederken yanıma geldi. “Salih. Bunu vermemin sırası değil; ama iş çok ciddi.” diyerek zarfı verdi. Bir ara bir köşeye çekildim ve zarfı açtım. İçinde bir mektup. Ayrıca gazete sayfasından kesilmiş bir resmin ve bir kadın fotoğrafının çekilmiş fotokopileri. Mektup Seyit dedemden:

“Enis’in bakıma ihtiyacı var. Buralarda heba olacak. Madem oralarda durumun iyi. Buradan al, götür. Kalacağı bir yer bul. Ben denedim; ama olmadı. Hiç konuşmuyor. Bilirsin ketumdur, onurludur. Çok hastalandı. Aklı da karışık. Doktor istemedi. Kendini iyice kaybettiği bir gün, ne yapabilirim diye çekmecesine baktığımda buldum bunları. Yaptığım yanlış; ama onun iyiliği için gazetenin ve fotoğrafın fotokopilerini bizim toruna çektirdim. O da ketumdur. Kimseye söylemez. Sen imkânlarınla araştır. Belki ailesini bulabilirsin. Söylemediği çok önemli bir sır taşıyor gibi. Yardıma ihtiyacı var. Yoksa kaybedeceğiz.”

Ne yapacağım şimdi ben? Yalın Bey yardıma hayır demez; biliyorum. Muhakkak çare bulur. Ancak şu anda olmaz. Göstermiyor; ama o da çok hırpalandı. Nasıl söylerim? 

.Söylemezsen sevdiğin başka birinin hayatı tehlikeye girecek. Ayrıca üzerinde emeği olan o zatın da hatırını kırmış olacaksın. Bence şimdi değil; ama yarın söyle. Bakma sen! Yalın Bey sandığından daha kuvvetlidir. Öyle hissediyorum. Ama önce Harun Bey’e söyle. Belki de bu iş için önce o koşturur. Yalın Bey de o arada kendini toplar. Beni de haberdar et.

.Hocam doğru söylüyor. Hem Yalın Bey, Dededen dua almış biri. Kaygılanma! İzmirli abini bir an evvel getirmeye bak. Uygun bir vakitte de Mümtaz babama açıklarsınız. Yardım edenin elinden Rabbim tutar. Merak etme!

.Hay Allah razı olsun sizden. İçimi rahatlattınız. Bir anda beynim duracak gibi oldu. Ne edeceğimi bilemedim. 

Eşimle Hamza Bey sohbeti koyulaştırmışlar. Mümtaz Bey ve Arif de yanlarına gelmiş. Arif eve gittikten sonra içi rahat etmemiş, geri dönmüş. Onlarla da biraz oturduktan sonra kalkmak için izin istiyoruz. Pervin Hanım’ı soruyorum. İlaç verip yatırmışlar. Maide Hanım da onu yalnız bırakmak istememiş. 

Eve gelince üstümüzü değiştirmeden ayaklarımızı uzatarak dinleniyoruz. Eşim Hamza Bey’den söz açıyor.

.Değişik bir karakter. Şahsına münhasır denilir ya… Ben hoşlandım. Dosdoğru. İçindeki dışında. Çok değişik şeyler anlattı. Sen bilirsin herhalde.

.Yok. Hamza Bey hakkında asker olduğundan ve şahit olduğum kabalıktan başka bir şey bilmiyorum. Yalnız ilk günlerden çok farklı. Nasıl olduğunu da doğrusu merak ediyorum.

.İşte bugün bu durumdan söz etti. Sen de gidince odada hanımı ve o; üçümüz kaldık. O zaman anlattı.

.Allah Allah! Ne anlattı? 

.Mümtaz Bey’e ziyarete geldiği bir gün galiba sizleri kızdırmış. Eve gelip hanımına söyleyince bir de onu kızdırmış. Bunları kabahatini bilen bir çocuk gibi anlattı.

Ekrem Bey. Bizler bazı konularda doğru yetişemedik. Daha doğrusu; eğri, büğrü yetiştik. Değerleri sadece cesaret, yiğitlik gibi konular zannettik. Sonra İstanbul’a geldik. Burada da bizim gibilerle vakit geçirdikçe dünyanın sadece maddî tarafında kaldık. Mümtaz Beyler hep farklıydı. İmrenirdim onlara. Ama hayat bir koşturmaca. Bir türlü bir arada olamadık. İçlerinden en çok rahmetli Ahmet’e Bey’le görüştüm. Sonra buradan gittiklerinde kocaman ev boş kaldı. Bekçi tuttular. Fakat o da işe yaramazın biri çıktı. Nerdeyse viraneye dönüyordu güzelim ev. Sonra ne olduysa oldu. Bir anda bahçe kapısındaki fanuslar yandı ve arkasından tadilat başladı. Başta Mümtaz Bey’i tanıyamadım tabii. Aradan onca sene geçmiş. Kapıda görüştük birkaç kez. Sonra hastalandım. Hem de beni hayli sarsacak kadar. İşte o günlerde bir rüya gördüm. 

Uzun karanlık bir koridordayım. Çok uzakta belli belirsiz bir ışık var. Yaklaşınca kapıdan sızdığını fark ediyorum. Kapıyı açmak istiyorum. Kilitli. Sonra koridorda nedense hava kalmıyor. Nefes alamıyorum. Kapıyı zorluyorum. İmkânsız. Çok sağlam. Karanlıkta koşmaya başlıyorum. Bir bakıyorum; kapı açılmış. Can havliyle ona koşuyorum. Kapıda Mümtaz Bey var. Bir anda kapatıyor. Yalvarıyorum; ama ses yok. Ter içinde uyanıyorum. 

Bunu hanıma anlattım. Belli ki sana kırgın dedi. Sonra Mümtaz Bey beni ziyarete geldiğinde rüyamı anlatmak istedim -fakat gariptir- anlatmayı unuttum. Aynı rüyayı tekrar gördüm. Fakat bu sefer kapıda duran, Ahmet Bey. Ona yalvarıyorum. Elini uzatıyor. Bir anda beni hızla dışarı çekiyor ve uyanıyorum. Yine hanıma anlattığımda:

.Hamza! Sana neler oluyor? İyi saatte olanlara mı karışıyorsun? dedi. Dün Nur Hanım’la karşılaştık. Ahmet Beyler geliyormuş.

Tabii bunu duyar duymaz dört gözle beklemeye başladım. Geldiklerinde de fırsat kollayıp ziyaretlerine gittim. Tabii bu aceleye getirilmiş ziyaretin sebebini de izah ettim. Etkilendiler. Mümtaz Bey pek bir şey söylemedi. Fakat başka bir ziyaretimde beni kapıdan uğurlarken elime bir kitap verdi.

.Hamza Bey. Size bir kitap veriyorum. Ben zamanında çok etkilenmiştim. Müellifi, bilge bir zat. İmam Gazali. Saadetin kimyasını anlatıyor. Anlayacağınız huzurun reçetesini veriyor. Okuyup okumamak size kalmış. Buyurun. 

Pek okumayı seven biri değilimdir. Ama o rüyadan sonra okumak, kapının ardındaki ışığa koşmak gibi geldi. Okumaya başladım. Pek bir şey anlamadım. Sayfaları karıştırdım. Kafam karıştı. Hanım durumu hissedince konuların fihristine bakmamı ve oradan konuları seçmemi söyledi. Doğru düşünmüş. Dost, arkadaş hakları ve sohbet, arkadaşlık şartları konularını okumaya başladım. Pek tesir etmedi. Sonra insanın yaratılışı, kalbin varlığı, ruh ile ilgili konulara baktım. İnsan vücudunda olan ilahî hikmetler… Bilhassa insanın acziyeti içime fena dokundu. Dünyayı tanımak, insanın dünyaya gelmesinin sebebi derken kitabın üslubuna alışmaya başladım. Ama en çok sevdiğim, kalbin hakikatini anlatan yerler oldu. Fakat bir yeri  anlayamadım. İnsanın doğuştan gelen kabiliyeti ve her insanın fıtrat üzere doğduğu. Tekrar tekrar okudum. O kadar okudum ki, kalpteki hallerden bahsedildiği yeri ezberledim. 

Bu anlatılan hallerin peygamberlere mahsus olduğu sanılmasın. Çünkü bütün insanların cevheri, fıtratın aslında bu mertebeye layıktır. O cevherden âlemin görüntülerini gösterecek bir ayna yapılabilir. Meğer ki, o kimsenin cevherine pas işlemiş olsun ve onu tamamıyla zayi etsin. Bunun gibi, dünya hırsı, şehvet ve günahlar kalbe galip gelir, yerleşirse, bu kabiliyet ve liyakat tamamıyla bozulur. Peygamberimiz (sav.) buyurur: Her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar, sonra babaları ve anneleri onları Yahudi, Hıristiyan ve putperest yaparlar.’1

Cevher neydi? Ayna ne anlama geliyordu? Kafam karıştıkça soluğu Mümtaz Beylerde alıyordum. Onlar da alıştılar bu halime. Sonra Ahmet Beyler İsviçre’ye döndüler. Ama yine bir bahane bulup gidiyordum. Çünkü her defasında Mümtaz Bey, hemen kütüphaneden bir kitap alıyor, değişik örneklerle, muhteşem bir üslupla merak ettiğim konuyu anlatıyordu. Bir müddet sonra Ahmet Bey hastalanıp yuvaya döndü. Hem öğrenmek hem ziyaret hem de gittikçe hoşuma giden sohbet maksadıyla sık sık gitmeye başladım. Baktım Ahmet Bey de hoşnut. Nerdeyse hiç çıkmayacaktım onlardan. 

Tabii bütün bunlar ve farklı atmosfer aynı taze hava gibi ruhuma iyi geldi. Hayatımda hiç bu kadar huzurlu olduğumu hatırlamıyorum. Gözbebeğim torunlarım bile geldiğinde bu hali hissetmemiştim. Sanki huzur, mutluluktan daha farklı bir şeydi. İçimde bir şeyler dirildi. Dirildi diyorum. Bu hal, Mümtaz Bey’in izah ettiği, insanın içinde öldürmüş olduğu cevherin dirilmesiydi. O arada Ahmet Bey’in elinde başka bir kitap gördüm. Pervin Hanım’a eşiniz vermiş. Ahmet Bey’in hoşuna gidince kendine almış. O da o kitaptan bazı yerleri okuyordu. Ve kısacası azizim, o evde hayatın hikmetlerini öğrenirken daha önce “Her şeye böyle hikmet diye bakabilmeniz tuhaf? Ben hayatımda hikmet diye bacanağım Hikmet’ten başka bir şey bilmiyorum.” gibi saçma sözleri nasıl sarfetmiş olduğumu hatırlıyor, utancımdan daha fazla okumaya sarılıyordum. 

Geçenlerde bir rüya daha gördüm. Yine aynı koridordayım. Bu sefer ışıklar yanmış. İlerdeki kapı açık. Kapının dışında Ahmet Bey. Ona doğru koşuyorum. Eliyle dur diyor. Ve hızla yürüyerek aniden beliren başka bir kapıdan giriyor ve kapı kapanıyor. Ter içinde uyandım. İçim bir tuhaf oldu. Sanki bugünü hissetmişim. Bunu kimseye söyleyemedim.

Ne tuhaf… Bu olayda üç adam var. Biri bir yönde Mümtaz Bey. Diğer ikisi diğer yönde. Diğer yöndeki adamların mizaçları farklı da olsa dünyaya bağlılar. Renkli hayatı seviyor, yaşamanın tadını çıkarmak istiyorlar. Manevî âlemle ilgileri yok gibi. Ne oluyorsa bir vakit geliyor, birbirine yakın zamanlarda hastalanıyorlar. Yaşadıkları durum onları sorulara, sorular ihtiyaca, ihtiyaç birbirlerine yakınlaştırıyor. Biri elindeki az malzemeyi soru olarak uzatıyor, diğeri elindeki az malzemeyi cevap olarak veriyor. Ve tamamlamaya çalışıyorlar. Diğer yöndeki adam bu tamamlama işini gerçekleştiriyor. Onlara gerekeni anlatıyor. Düşünüyorum da ikisi de iç dünyalarında acaba neleri yaşıyor? Birini biliyoruz; çünkü kendisi anlatıyor. Ama diğerini bilemiyoruz. Sadece arkasında bıraktığı anıları, sözleri, soruları ve cevapları var. 

.Kim bilir Hanım? Bir düşün… Biz de buna benzer şeyler yaşamadık mı?

.Evet. Hele bir ara iyice içine kapanmıştın. Sonra bir gün aniden dışarıya çıktın ve elinde kocaman bir kitap setiyle girdin kapıdan. Bugün gibi gözlerimin önünde. Senin okudukların da Gazâli’nindi.

.Evet. İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn. Tam dört cilt. Ağzı kurumuş birinin su içmesi gibi kana kana okumuştum.

.Ve okuduklarını bana anlatıyordun. O zamanki heyecanını pek anlamıyordum. Şimdi ise halimize bak.

***


1. İmam Gazâli / Kimyâ-yı Saâdet / 12. Bölüm / İnsanın Doğuşundaki Kabiliyet / s.26
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply