Sokak – Bölüm 29

0

Beklenmedik Misafir

Masalların değerini insan yaşlandıkça; yani başka bir çocukluğa geçtikçe daha iyi anlıyor. Çocuk, uçurtmasını uçururken nasıl gökyüzüyle bir bağ kuruyorsa insan da dünyanın gerçek yüzünü göre göre göklere bakarak onunla bağ kuruyor ve tatmin oluyor. 

Zannedilir ki masallar hep eğlence içindir ve uyutur. Ama öyle değildir. Biz uyandıracağız. Masalda öyle bir dil var ki… İnsana kendisini anlatır. Kendini tanıyan da zaten yerinde duramaz, içindeki sınırsızlığa koşar.

Bu sözler “Bahçıvan” minyatürü için bir araya geldiğimizde Yalın Bey’in içinden dökülenler. Gerçekleştirmek istediği şeylere inanmayanlara tepkisi. O günün üzerinden hayli zaman geçti. İyi ki bir araya gelmişiz. Sonradan gelişen olaylar sebebiyle nerdeyse iki aya yakın görüşemedik. 

“Ah… Hocam… Haberler kötü!”

Bu haberle başladı Nur’un anlatacakları. Ahmet Bey’in Mümtaz Beylere söylemediği hastalığı, en sonunda onu yatağa düşürmüş. 

“Doktorlar ümit yok teşhisini koyunca ‘Ölürsem memleketimde öleyim.’ kararıyla döndüler. Dönüş sebebinin bu gerçek oluşu çok acı. Pervin Hanım bitik. O kadın gitmiş, sanki başkası gelmiş. Kaç yıllık beraberlik. Bu acıyı çok iyi bilirim Hocam. Ahmet Bey metanetli. Sanki bir şeyi yokmuş gibi davranıyor. Bu sefer temelli geldiği için mi nedir; evi, bahçeyi, her yeri, İstanbul’u yürekten benimsemiş. Kimsenin bu hastalıktan haberi yok. Birileri geldiğinde Ahmet Beyler görünmek istemiyor. Ancak hayrettir Hocam. Haberdar olup da sık sık gelen ve kabul gören tek bir ziyaretçimiz var: Hamza Bey. Ahmet Bey bu ziyaretlerden memnun. Hamza Bey çok değişmiş. Değişmese herhalde tahammül edilemezdi. Ha…. Bu arada Arifler daireyi aldılar. Bizimkilerin sizden durumu saklamayacaklarını bildiğim için bunları iletiyorum. Ne zaman isterseniz buyurun. Sadece bu günlerde hava biraz gergin.”

Nur’un aktardığı bu sözler, yaşanılan gerçeğin özeti. Evet, hayat denilen, bu. “Bir varmış, bir yokmuş.” Aynı masal gibi. Bu dünyada bir varız, bir yokuz. Lakin başka bir dünyada var olacağız. Ve “varmış ve yokmuş” bize her şeyin bu dünyadan geçip gideceğini, faniliği anlatıyor.

.Yine nerelere daldın Hanım?

.Mümtaz Beyleri ve hayatın gelip geçiciliğini düşünüyordum. Aynı masal gibi bir varmışını, bir yokmuşunu. Ve masalın sihrinde yaşamanın faydalarının fazla olduğunu. 

.Neden faydası çok? 

.Çünkü masalda umudun, hayalin her türlüsü mevcut. Bunu idrak edenler de genelde çocuklar. Ve hiçbir büyük onlardaki saflığın, anlam gücünün yoğunluğunu kavrayamıyor. 

.Çünkü çocuğun dünyasını sadece dıştan tanıyorlar da ondan. Ve bu küçük dünyalarda gerçekleşenleri göremiyorlar. Neyse… Biraz sonra markete gideceğim. Lazım olanları yazıver. Unutmadın inşallah bu akşam davetli olduğumu. Geç gelebilirim. 

Her zamanki köşemdeyim. Elimdeki kitaptan yine gelişi güzel bir sayfa seçerek okuyacak ve yine düşüneceğim. Bir zamanlar yürüyerek geniş alanlarda adımlarımla yaşama tutunurdum. Şimdi dar köşemde düşüncelerimle tutunuyorum. Acaba hangi alan daha geniş?

Okunulan sayfa, uzun süre açık bırakıldığında yer yapıyor. O yüzden seçmek için parmağımı dokundurduğumda aynı yer açılıyor. Kitabı böyle rahat kullanışıma oğlum tepkili. Ona kalsa sayfalar fazla açılmayacak. Elde en ufak ıslaklık olmayacak. Hatta kitabın yanında ucu açık kalem dahi bulunmayacak. Haklı olabilir. Ancak hiçbiri bana göre değil.  

Vazife büyük şey yapmak değil, ne kadar küçük olursa olsun gerekeni yapmaktır.’1

Fakat insanın göreve inanması için sonsuza götüreceği bir şeyi olması lazım. Bu bilinç ancak çocukta maya tutar. Bu yörüngeye giren çocuk, güneş doğduğu zaman, ‘İşte yeni bir gün, yapılacak görevlerle dolu’, güneşin batışını seyrederken ise ‘İşte dönmemek üzere giden bir gün. Acaba görevimi yapabildim mi?’ der. 

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.378-379

Aynen biraz önce eşimle konuştuklarım kitapta devam ediyor gibi. “Sonsuza bir şey götürmek.” Bu, bir bilinç hali. Peki, bilinç ne? Düşünürken kendine dönmek. Ama öyle gelişi güzel değil. Bütün ruhuyla, içtenliğiyle dönmek. Kendini olduğu gibi tanımak. Etrafımda neler oluyor, bitiyor? İlişkilerim nasıl? Nasıl bir dünya içinde yaşıyorum? Bütün bunları nefsin aldatmalarına kanmadan, dosdoğru, aynı dışardan bakan bir göz gibi görmek. Ve sonra da hepsini bir bütün olarak idrak edebilmek. İşte çoğumuz bu bütünü kavramada zorlanıyoruz. 

Ancak bu hal zamanla oluşan bir mayalanma. Ve bu mayanın tutması için işlem yapılan kabın temiz olması, içinde hiçbir yabancı madde taşımaması lazım. O zaman mayalanan neyse sonucu güzel oluyor. Hırsın, çıkarın kirlerine bulaşmamış zihinde yaşanan hakikat, çok net görünüyor. 

Kaç kişi çocuk gibi, güneş doğduğunda kendi zaaflarına, tutkularına, öfkesine, kinine takılmadan sadece kendine düşen görevin bilincindedir? Kaç vicdan sorumluluğun idrakindedir? Başını yastığa huzurla koyar? Bunların gerçekleşmesi, yaşadığımız dünyayı göz önüne getirdiğimizde imkânsız gibi geliyor. Fakat çocuk saflığıyla mayalanan kalpte masallar ve mucizevî durumlar her zaman, her yerde yaşanabilir. Fare, devi bir anda alaşağı edebilir. Sevdalı olan, Kaf dağındaki güzeline kavuşabilir. 

Yalın Bey’in ve onunla beraber olanların yapmaya çalıştıkları da bu. İçimden gelen bir hisle okumayı bırakıp hatır sormak için Nur’u arıyorum. Ama esasında arama sebebim, müsaitse onu akşama oturmaya çağırmak. 

.Tamam Hocam. Yalnız bir-iki saat sonra cevap versem. Buradaki şartlar her an birden değişebilir.

İki saat sonra arayarak saat sekiz gibi geleceğini bildiriyor. Mutfağa girip çayın yanına bir şeyler hazırlamalıyım. Önceleri az zamanda hallettiklerim artık saatlerimi almaya başladı. Her şey gözümde büyüyor. Bu asla bir şikayet değil. Ancak yaşın gerçeği bu.

Saat sekiz. Telefon… 

.Hocam size yaklaştık. Bir misafir de getiriyorum.

Misafir mi? Kim olabilir? Camdayım. Arabadan Salih çıkarak arabanın arka kapısını açıyor. Aaa… Bu Pervin Hanım. Hay Allah… Üstümde ev kıyafetim. Ah Nur! İnsan daha önceden haber vermez mi? 

İçeri girdiklerinde boşuna telaşlandığımı anlıyorum. Karşımda farklı bir Pervin Hanım var. Son derece sade. Yüz ifadesi kırk yıllık arkadaş gibi. 

.Kusura bakmayın. Nur, size davetli olduğunu söyleyince onunla gelmeyi ben teklif ettim. Nedense kendimi dışarı atmak istiyordum. Düşünmeden hareket etmek yapacağım şey değil; ama… oldu. 

Kendisine sarılarak rahatlatmaya, ev kıyafetimi öne sürerek aramızda teklifin olmadığını göstermeye çalışıyorum. Hayli yorgun. O genç havası gitmiş. Fakat aynı zarafet yerinde. Bazı özellikler demek ki ruha mal olduğunda bedende bir elbise gibi değil de bedenin parçası gibi oluyormuş. Ondaki asil duruş da böyle bir şey. Nur, Pervin Hanım’ın ruh halini iyi bildiği için konuşmayı o idare ediyor. Ahmet Bey’e, hastalığa hiç değinilmiyor. Bir ara:

.Elif Hanım! Solunum yolunda sorun olmamasına rağmen hiç soluk alamıyor gibi bir hali yaşadınız mı? 

.Hayır. Öyle bir şey yaşamadım. Fakat bir tanıdığımın böyle haline şahit oldum. Daha ziyade bedensel değil, ruhsal bir sıkıntıydı.

.Birkaç zamandır böyleyim. Daha önce hiç olmamıştı. Bugün de böyle bir hal yaşadım.

.Aşk olsun Pervin Hanım! Neden söylemediniz? Bir çaresine bakılırdı. Doktor çağırırdık. 

.Telaşlanma Nur! Ahmet’in hissetmemesi lazım. Gelir, geçer dedim. 

Söz Ahmet Bey’e gelince bir müddet susuyor. Sonra tek tük cümlelerle açılmaya başlıyor. Ve nihayet dökülüyor. 

.Ben, böyle bir acıyı daha önce yaşamadım. Şaşkınım. Sanki hızlı giden bir trenden dışarıyı seyrediyor gibiyim. Tren hiçbir yerde durmuyor. Süratten çevreyi tam seyredemiyorum. Görmem imkânsız, inmem imkânsız. Her şey elimden kayar gibi adeta gözlerimden kayıyor. Ahmet’e bir şey olursa ne yaparım? Onunla geçen her anım… Şu anda -ne varsa paylaştığım- hepsi gidiyor. Çok çaresizim.

Pervin Hanım, Nur ve ben… Farklı yerlerde yetişmiş üç insan. Ve birbirimizi tanımamız çok olmadı. “Neden şimdi?” diye düşünüyor ve cevap bulamıyorum. Sadece bu olanlara ruhun yazdığı bir senaryo diyebilirim. Ve onun yazdıklarını okumak ve yorumlamak hiç kolay değil.

Acısı ve kaygıları döküldükçe gözleri dolmaya, elleri titremeye başlıyor. Bu şekilde rahatlamak genelde iyi gelir insana. Ancak davranışlarını devamlı kontrol eden biri için biraz zor. Çünkü bu hal geçtikten sonra bir utanç hali, “Neden konuştum?” pişmanlığı yaşayabilir. Nur da benim gibi düşünmüş olmalı ki, havayı değiştirmek için sehpadaki iki kitaba işaret ediyor.

.Hocam, ne okuyorsunuz?

.Geçenlerde Maide Hanım’ın içinden bölümler okuduğu “Küçük Şey Yoktur.” Ve aynı yazara ait bir başka eser; “Bir’in Sırrı.” Mamafih daha önce ikisini de okumuştum. 

Pervin Hanım bu arada kendini toparlamış. Kütüphaneye bakarak:

.Bayağı kitabınız var. Siz de Mümtaz abimler gibi okumaya düşkünsünüz. 

.Burada gördükleriniz kitapların üçte biri. Bir oda, ağzına kadar kitap dolu. Evet. Mümtaz Beyler de kitaba düşkünler. Zaten daha ilk başta onların bu özelliklerine hayran kaldım. Hiç unutmuyorum; salona girdiğimde hemen kütüphaneye gidip merakla incelemiştim. Kitapların bir ayna olduğuna ve okuyanı yansıttığına inanırım. Ve o kütüphanede gördüğüm; tek kalıpta kalmamış, radikal olmayan bir zihniyetti. Edebiyat, felsefe, tarih, psikoloji, maneviyata, sanata dair eserler… Her düşünceden yazarlar, dünya klasikleri. Adeta o ailede bir hazine bulmuş gibiydim. Zamanla o hazinenin yanında başka hazineler de buldum. İçinden ne inciler ne pırlantalar çıktı. 

Mesela Nur, benim saf altınım. Başkalarının yanında sert, kuvvetli, ağır ve kararlı. Çabuk tepki verir; ama kanmaz, etkilenmez. Bu nedenle yüreği kararmaz, pas tutmaz. Ama sevdiklerinin yanında saf altın gibi yumuşacıktır. Güvenir, dinler, etkilenir. Çıkarı yoktur. Etrafına verdiği her şey değerlidir. Söyledikçe, işlendikçe parlar.

.Of… Hocam! Ne yaptınız! Devam etmeyin! Yoksa kendimi bir şey zannedeceğim. Peki o zaman ben de Yunus’tan hazine konusuna dair bir şeyler diyeyim size: 

Denize değin ırmağ idi âdın
Ko andan ötesin denize daldın

Denize ulaşana kadar kendimizce bir adımız var. Ancak denize kavuşunca ne ad ne de san kalmalı. Sadece her şeyi bırakıp denize dalmalı ve onun adında yok olmalıyız. Sevilmek, aramızdaki sıcak arkadaşlık, ahbaplık en önemli gıda. Durmadan ırmaklar gibi oradan oraya akmamız gerçeği bulabilmek için değil mi? Bazen şen şakrak, bazen ağlayarak… Kim bilir kaç kez hayal kırıklığıyla yaralandık? Hoş olmayan sözler, davranışlar suyunuzu kirletmedi mi Hocam? Kaderde terk edilmek de kayıpları yaşamak da var. Acı çekiyoruz, yıpranıyoruz. Oysa gerçek neydi? Akan ırmağın bir gün denize varması. Peki neden? Çünkü denizin cazibesi kendine çekiyor. Onun için de Yunus, “Bırak ırmak olmayı; kendini denize sal.” diyor.  

.Irmak bizsek, deniz kim oluyor peki?

.Irmağın durmadan akarak aradığı ve aradığına ulaştığında da bulduğu hakikat. Yani “Gerçek Dost.” Suların kavuştuğu deniz. Bizim de bu dünyadan aktığımızda ulaşacağımız ve onda kaybolacağımız yer.

Pervin Hanım’ın ilgisi Nur’un söylediklerine meyledince titreme hali de geçiyor. Metaforik üslup, sanırım biraz kafasını karıştırdı. Anlamaya çalışıyor. Biz de onun açılmasını bekliyoruz.

.Şimdi sen, denizin “gerçek dost” ve dostun da Tanrı olduğunu mu söylüyorsun?

.Evet, Pervin Hanım. Fakat bunları ben söylemiyorum. Yunus Emre söylüyor. Ben sadece ona yürekten inanıyorum. Bu dünya bir damla, bizler de damlanın damlasıyız. Sınırlarımız dar. Faniyiz; yani ölümlüyüz. Damlalıktan bir kurtulsak; yani ne olduğumuzu bir bilebilsek denize; yani sınırsız, ölümsüz, baki olana yöneleceğiz. 

.Nur doğru söylüyor. Ayrıca deniz bir gaye, hedef de olabilir. Ve o hedefe varabilmek, gayeye ulaşabilmek için ırmak gibi akıyor; koşturuyoruz. Mesele; hedefin, gayenin ne olduğu. 

.Deniz şayet bir gaye ise onda ne var ki, durmadan kendine çekiyor?

.Yunus buna da cevap veriyor Pervin Hanım:

Deniz olanlara cevher muhâl mi
Sadefler doludürür zer muhâl mi

Denize varanlar için mücevher, inci dolu sedefe ulaşmak zor mudur? Elbet değildir. Deniz olanların içinde hiç cevher; öz olmaz mı? Elbet olur. Sedefler hep mücevherlerle doludur.

Denize varıp onunla bütünleşen damla; yani hedefine ulaşan bizler, böyle bir hazineye sahibiz. Sadece derinlere dalmamız lazım. Hedefe vardım diye durmamamız ve sedefi elimize alabilmemiz için de derinlerde ilerlememiz lazım. 

Budur sermâye ol bahre dalana
Arı dirlik gerek gevher bulana

Bu zenginliğe, madene kavuşan kişi hem bu dünyada hem öteki dünyada nefsin kirlerine bulaşmamış, tertemiz, saf hali yaşar. Huzuru, ahengi bulur. Bütün bu sermayeye sadece denize dalabilen sahip olur. Yani dalgalara yenilmeyen, önüne çıkan zorluklarla başa çıkabilen. 

.Doğru. Hayatta başaran, sahip olduğu bu gücü zorluklarla mücadele ederek elde etmiştir.

Kısacası zor durumların içinde başarının, hayrın, güzelliğin anahtarı vardır. Ham duygularımız aynı kömür gibi işlendikçe elmasa dönüşür. Çektiğimiz acılar, cendere gibi bizi sıkan olaylar ateş gibidir. Önce kömür yönümüzü yakar, pişirir. Sonra işler ve elmasa dönüştürür.

.Biraz evvel size içimi döktüklerim; sonra da neden bu kadar açıldım diye utandığım, pişman olduğum durum, şimdi beni pişiriyor mu? 

.Buna cevap veremem. Haddimi aşmak istemem. Kimse başkasının hakkında karar veremez. Kimin kömür olup olmadığını ancak Yaradan bilir. Bizler sadece birbirine ısınan ve güvenen insanlarız. Dostane sohbet edip ferahlamaya çalışıyoruz.

.Öyle demeyin Elif Hanım. Emin olun. Ben bu ortamın şu anda yararını görüyorum. Her şeyden önce güvenli, seviyeli bir ortam. Bilerek ve tartarak konuşuluyor. Bu da zor bulunan bir değer. Biraz önce Nur’un söylediği gibi… Aynı sedef bir kutu. Ve inanıyorum; zaman geçtikçe içinde çok değerli şeyler bulacağım.

Benim hareketli bir hayatım oldu. Hayatın kaymağını sürekli tattım diyebilirim. Ailemin imkânları, sonra Ahmet’in bana karşı tutumu fevkaladeydi. Çok gezdim. Çok insan tanıdım. Ama Mümtaz abimlerdeki ve Nur’la sizin yanınızdaki ferahlama hissini hiç hissetmedim. Bu, aynı sabah rüzgârı gibi. Ruhu serinletiyor. Göğsümdeki sıkışmayı azaltıyor. Rica etsem… Biraz evvel Nur’un sorduğu iki kitabın adını verebilir misiniz? Almak ve okumak istiyorum.

.Memnuniyetle Pervin Hanım. O zaman size bendeki “Bir’in Sırrı”nı vereyim. Okuduğum yerlere kağıt şeritler koymuştum. Hatta şimdi burada birini seçerek o sayfadan istediğiniz yeri okuyun. Tanımaya bizimle başlayın. İzniniz olursa kitap sizde kalsın. Yalnız kusura bakmayın; sayfalar çizgilerle, işaretlerle doludur. Bu benim alışkanlığım. Kısacası kitabı da deniz gibi sayarsak benim dibe dalma gayretlerim. Sonra arzu ederseniz yenisini alırsınız.

Kitap aralarındaki renkli ayraçlardan birini seçiyor. O anda Nur’un yüzüne bakıyorum. İçinden bir şeyler okuyor gibi. Allah bilir o da benim gibi “Kendine hayır olacak bir yer çıksın Allah’ım!” diye dua ediyordur. 

İlahî senaryo niçin gözden kaçıyor? Allah’ın isteği insanın mutluluğu içindir. Bu arzu yapayın, taklidin uzağında gerçeğe bilinçle yönelmeyi içerir.

Fıtratın kanunları, evrende her alanı kucaklar. Aslan kendisi mi seçmiş vahşi hayvan olmayı? Sahnede rol taksimi yapılmış. Kirpi diyebilir mi ben neden dikenliyim? Kurbağa diyebilir mi neden küçüğüm ben? Arı bal yapacak, zehir dökecek yılan, merkep yük taşıyacak, martı çığlık atacak.

‘Kanser virüsünün bu evrende işi ne?’, ‘Senaryo neden böyle yazılmış?’ diyebilir mi insan?

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.134

O anda sesi boğulur gibi oluyor. Bir an duraklayıp öylece kalıyor. Bu durum adeta Yalın Bey’in yaşadıklarıyla tıpatıp aynı. Bir müddet bekliyoruz. Karşımızda bu sefer başka bir kelebek var. Rahatlamak için Nur’a dönüyor:

.Bu sefer de sen seç bir tane. Yalnız bazı kavramları, sözleri bana açıklamanız gerekecek. Mesela ilahî senaryo, fıtratın kanunları gibi.

Önce Nur seçtiğini okuyor, sonra ben. İkisinde de Pervin Hanım’a boşluklarını fark ettirecek, hassas noktalarına dokunup onları uyaracak şeyler var. Bu da ilahî âlemin hikmetlerinden.

Dış çizgileriyle inançsız görünse de, olayın köklerine inince, bir ‘arayış’ buluruz o insanın içinde. İnsan aldanışın verdiği kolaylığa kendini bıraksa da bilinçaltının verdiği tedirginlik, ‘ya varsa!’ tereddüdü, gizliden gizliye onu rahatsız eder. Aldandığını, sorumlu olduğunu, içinden ‘bir ses’ söyler sürekli.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.107

Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Neden sonra bizimkiler sırayla eve geldiğinde vaktin ilerlemiş olduğunu fark ediyoruz. Ferahlayan sadece Pervin Hanım değil, ben de ferahlıyorum. Konuşulan mevzu sıkıntılı da olsa konuşanların arasındaki ahengin önemine bir kez daha inanıyorum.

Acı ve boşluk arasında bir seçim yapmam istenirse, ben acıyı seçerdim.’2 İlahî amaç sonsuz hayata bakar. Tabloda her oluşa ayrı bir yeri ayrı bir değer verir. Gerçeği kavrayabilmesi için değişik biçimlerde insana aczini hissettirir. 

Acılar korur yanlıştan. Ekin tarlasına giren koyunlar, çobanın attığı taşla, ne yapmaları gerektiğini bilir.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s. 131

Bu gece Pervin Hanım umarım başını yastığa koyduğunda çobanın attığı taşı düşünür. Sonra atılan yerden nasıl bir ses geldiğini duyabilmek için iç âlemine kulak verir.  

İnşallah…

***


1. A. Carrel
2. William Faulkner
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply