İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 6

0

Dağın Bu Yüzü     

Buraya çıkarken içimdeki şevk, bana güç vermişti. Şimdi inerken kalbimdeki halle adım atmıyor; sanki uçuyordum. Bir an bu hali yaşayamayanları düşündüm… Bu halden haberdar olamamak. Sadece şekli görerek ilahî değerlerine değil “benliğine” tırmanmak ve kovuğunda kaybolmak. Kendinde yol almak başka, kendine tırmanmak başkaydı. İçe inmeden, kovuklarını tanımadan tepeye çıkmak bu yolculuğun usulü değildi. Çünkü uygulayanın tepeden nasıl yuvarlandığına her an şahit oluyorduk. Başarı sanılan tırmanmalar, bir sürü engel aşılarak girilen hücrelerdi. Onlardan yaşama yansıyanlar da asla kalbin ışığı değil, nefsin karanlığıydı. 

Egoyu dağ gibi görüp onun üzerinde yükselerek doruğa “benim” bayrağını dikmek ne boş uğraş… Neden insanlığı, insan olmayı dağ gibi göremiyoruz? O dağdaki manevî madenleri bulup işleyebilsek, kovuklarında derinleşebilsek böylesine değer yoksulu olur muyduk? Kalbin zenginliği ancak insanlığa tırmandıkça ortaya çıkıyor. Bize düşen, zaten içimizde hep var olan hazineyi bulabilmek. Bizden beklenen, yola düşmek. Kafamıza göre değil, yolun kendi kurallarına göre ilerlemek. Ne hazine ne yol ne erzak bizim. Kendimize ait olan şey sadece niyetimiz, çabamız ve sadece farkındalığımız.

Hem bunları düşünüyor hem tepeden iniyordum. Bir anda bir siluet ilişti gözüme. O kadar güzel uçuyordu ki… Bir kartal. Kanatları yalçın kayalarla bütünleşmiş muhteşem bir varlık. Onun ufuklara böylesine dalması, kendisi gibi muhteşemdi. Ne kayaların sertliği ne fırtına… Bu uçuşu hiçbir şey yolundan alıkoyamazdı.

Ah, kuşum! diye seslendim. Sesimin yankılanması sanki içimde bir yeri tetikledi. “Ah, kuşum” çoğaldıkça çoğaldı ve dilime bir şeyler akmaya başladı. Olduğum yere adeta çakılmış, sadece içimden akanları haykırıyordum: 

Ah kuşum! İhtişamın göklere yazıldığı yaradılış sırrım! Açıldıkça kanatların, içten içe uzayan yollarının sonu gelmez. Dağ uçlarından ufuklara kanatlarından bir köprü uzanıyor. Beni de al yanına ki, ruhum göklerle bütünleşsin.

Manzara olağan üstü, duygularım zirvedeydi. Hiçbir kalem yazamazdı gökleri kanat kanat anlatan bu şiiri. Uçan kartal mıydı, ben miydim; yoksa yaradılış sırrımız mı? Hangi kalem çizebilirdi özgürlüğün resmini bu varlığın çizdiği gibi?

Bu soruyu sormamla bir anda içim burkuldu. Konforlu da olsa kafesteki kanaryanın, papağanın dramını düşündüm. O dünya çok hazindi. Yaşanılan ortam, varlığın yaradılışına göre olmalı. Nizam böyleydi. Onun için ortamı fıtratına uygundu kartalın. İçinde yaşadığımız bu dünyanın bizlere yaşattığı ise -ne acıdır- fıtratımıza göre hiç değildi.

Etkisinde kaldığım bir film geldi aklıma: “Uyanışlar.” Ve bilhassa bir sahnesi. Ne zaman gözümün önüne gelse içim ürperiyor. Kafeste bir panter. Demir parmaklıklar arkasında ihtişamlı bir gücün nasıl için için eriyebileceğinin tasviri. Ve fonda varlığın içsel esaretini vurgulayan bir şiir okunuyor. Şiir, Rainer Maria Rilke’nin. Adı “Panther.” 

Binlerce parmaklık var sanki onun için.
Ve parmaklıkların arkasında var olmayan bir dünya.
…..
Bazen gözbebeği önündeki o perde iner
sessizce – Sonra bir imge yerleşir
gözkapaklarında asılı o boşluktan geçer
dalardı yüreğine.

Aynı panter gibi biz de yaradılışımıza uymayan parmaklıkların arkasında, olmayan dünyamızı arıyoruz. Olmadığı için de sanal yaşamdan her an bir görüntü yüreğimize sızıyor ve için için tükeniyoruz. 

Ah kuşum! dedim. Sen göklerde kartal, ben yerde insan; inşallah hakiki dünyamıza gidiyoruz. Ama sorsan bana: “Kuş olsa kaderin, seni yanıma alsam, kimin kanatlarıyla uçardın?” diye. Ne derdim biliyor musun? “Turnanın kanatlarıyla.” Neden dersen? Senin varlığın çok muhteşem. Uçuşun içimi tutuşturur. Yükseklerin fatihi sensin. Ama turnam, ruhumun hep bir yerlerinde ve bir başka türlü gönlüme dokunur. 

Bunları düşünürken uzaklarda kartalın silueti de silindikçe silindi ve içinden bir başka siluet şekillenmeye başladı. Hayretle baktım: Turnaydı bu. Allah’ım! Gerçekten başka güzeldi… 

.Hakikati yakalayan, bir başka uçarmış Turna’m! diye seslendim. Hangi geceden nur aldı ki gözlerin, şavkıyla parlıyor tüylerin? 

.Zamana vururken “Canan”ın rengi, başka nasıl olabilirim? diye cevap verdi. Sağıma, soluma bakmadan, menzilden gözlerimi ayırmadan sadece O’na uçmaktır hedefim.

Ruh gibi sakin, yumuşacık kondu yanıma. Kokladım havasını, kokladım. 

.Nasıl bir hava sinmiş ki rüzgârına, kokusu yüreğimi delip geçer Turna’m dedim. 

.Nicedir bir varmışla bir yokmuş masalının olmadığı bir yerin ezgilerini dinliyorum? O ezgilere yaklaştıkça üzerimdeki ağırlıkların bir bir eridiğini hissediyorum. Tadını aldım bir kez; bırakamam. O, öyle bir sine ki, kokusu güldür, sıcaklığı nur. Öyle bir yer ki, çağlar bir nefeslik. Unuttun mu az önce dağda yaşadıklarını? Şu an hissettiğin her şey o kovuğun yansımaları. Onun için gördüklerin bir öncekinden çok farklı ve anlamlı. 

Nedir içindeki bu heyecanın, hangi beldeler cezbeder seni? diye sorma artık! Şu ana kadar ne yaşadınsa sadece onları düşün. O zaman anlarsın ne demek istediğimi. Az önce uçuşuna hayran olduğun kartal, fıtratını yaşadığı için seni böylesine etkiledi. Çünkü sergilediği sanat, Yaradan’ın elinden çıkmış. “Gerçek Sanatçı”nın gözlerine sunduğu bu manzara; kudretin, güzelliğin ve heyecanın damarlarında tekrar be tekrar uyanışı. Kartalı seyrederken bedenine gelen canlılık hep bu uyanıştan. Bu uyanışla kalbinin sınırları genişliyor. Ruhunu kanatlandıran hep bu renk, hep bu ses. 

Kartal gibi ben de fıtratımı yaşıyorum. Böyle yaşamamıza engel olacak parmaklıklarımız yok. Onun için özgürüz. Bilirim; o özgürlük senin ruhunun yitik yurdudur ve özlemin hep orayadır. Bekle beni! Seni o yurda ben götüreceğim. Ve şunu unutma! “Her varlığın bir hayali olduğu gibi dağın da doruğun da hayali var.” Bunları diyerek kanatlandı. Uzaklaşırken maviliklere şu dizeleri bıraktı:

Bin mağara vardır dağdan
İçeri. Mağara yankısı can akışlı.
Dorukların rengi “Esma”
Nakışlı

 

Doruğun hayali ötelere
Meyyâl. Gözlerinden vuslat,
Başından gitmez duman… Kim
Anlayabilir kendini kendinden
Başka?

Coşan duygularıma turnadan bu dökülenler de karışınca çöküverdim olduğum yere. Gitme diyemedim. Gideceği yer her şeye değerdi. Keşke ben de dinleyebilseydim o ezgileri. Bir kere daha arkasından baktım. Geldiği yere değil, dağın ardına doğru uçuyordu. Neden dağın ardına? 

Bu merakla aniden kalktım. Dağa çıkarken içimdeki şevk bana güç vermişti. Dağdan inerken kalbimdeki halle uçmuştum. Ancak şimdi işim zora benziyordu. Dağın bu yüzü hayli engebeli ve dişliydi. Bu sefer destek olarak merakıma tutunacaktım. Her noktayı yoklayarak ilerlemeye başladım. Yine tuhaf bir durumla karşı karşıyaydım. Her sivri kayayı geçtiğimde, her derin çukurdan atladığımda çevrem aydınlanıyordu. Dağın bilmediğim bu gizemiyle merakım daha da arttı. Ben de bilmediğim yönlerime yaklaştıkça böyle aydınlanabilecek miydim? Bu dişli yüzde yara almadan ilerlemek hayli meseleydi. Oysa ne güzel ve kolaydı uçar gibi inişim… 

Erciyes Dağı’na, “Uzaklaştıkça yakınlaşan, yakınlaştıkça uzaklaşan dağ” denildiğini okumuştum bir yerde. Bu tespitin insanda da yaşanacağını zaman şu an bana gösteriyordu. Kendimden uzaklaştıkça içimde kıvranan bir hasretle yola çıkmıştım. Kendime yaklaştıkça mesafeler kısalacağına uzuyor, yol zorlaşıyordu? İnsandaki bu gizem çok karmaşıktı. Kısacası hayli çetindi kendine varabilmek. 

Mis gibi bir meltem… İçine girdikçe artan aşina bir koku… Deniz kenarında yaşayan çok iyi bilir bu kokuyu. Deniz olmalıydı dağın bu yanında. Meltemi içime çekerek adımları hızlandırdım. 

.Gönül de “Gerçek Dost”a yaklaştıkça imanın kokusunu aynen böyle senin gibi alıyor. 

Bembeyaz görüntüsüyle bir martıydı konuşan. 

.Kartal dağların fatihi, turna uzun yolların. Bense mavi suların fatihiyim. Farklı özelliklerimiz de olsa hepimiz özgürlüğü rüyaya dönüştüren bir atmosferi yaşatıyoruz sana. Bizim kadar özgür değilsin, biliyorum. Ancak dağın engebeli yüzüne rağmen buraya kadar getiren bir güç var sende. Sakın onu kaybetmeyesin! Çünkü onunla kanatların bile götüremeyeceği yerlere varabilirsin. Şimdi uçuş yönümü takip et. Sahile varabilirsin. Yalnız merak ettim: Bu güç verildiğine göre, sen nasıl bir yerin fatihisin?

Martı kanatlarıyla mavi dalgalar çizerek uzaklaşırken sorduğu sorunun ağırlığı adeta üzerime çöktü. “Sen nasıl bir yerin fatihisin?” Hayli iddialı. Ve ben, cevabını bilmiyordum. Haklıydı; sadece merakımla aşamazdım bunca mesafeyi. Uğradığım dükkanlarda edindiklerimden bir şeyler sezinliyordum; ama tül arkasından bakar gibi net değildi. Her şey bir muamma. Yaşamadan çözülmeyecekti. Martının uçtuğu yöne doğru ilerlemeye başladım. Pek ilerleme de denilemezdi. Sadece gayret ediyordum. Her sivri kayadan, her derin çukurdan sonra çevremin aydınlanması devam ediyordu. Her şey gibi çok garip. Acaba neden?

.Benden dolayı olmasın?

Etrafıma baktım, görünürde kimse yok. Sadece ürküten sivri kayalar. 

.Onlara takılma. Diplerine bak. 

Dikkatli bakarak biraz ilerledim. Sanki zemine güneş vurmuş gibi kayaların arasına sapsarı minik çiçekler serpilmişti.

.Benim, ben. Adım Altın Çiçek. 

.Bu sefer konuşan, minicik sapsarı bir çiçekti.

.Kimileri Güneş Otu der. Güneşe benzediğim için çevreme altın ışıklar dağıtırım. Buralı değilsin, belli. İlerlerken hayli zorlanıyorsun. Kendi derdinde olduğun için de beni fark etmedin. Ama ruhun fark etti renklerimi; varlığımı gördü. Onun için aydınlık buldun çevreni. 

Ben asırlardır buralıyım. Kopsam da sapımdan, çürümem. Bu sebeple bir adım da Ölmez Çiçek. Çok şey gördüm, çok şey yaşadım. Kimler tırmandı bu kayalıkları? Neler, kimler geçti buralardan? Seni izledim. Kafanın içi hayli karışık, merakın zirvede, ayakların güçsüz. Ama dikkatimi çeken farklı bir enerji var sende. Yardımcı olabilirim. Öğrenmek istediklerin varsa sorabilirsin. Bildiklerim yabana atılmaz. Bir yönüm güneş benim, bir yönüm ölmez. “Kayalıkların Bilgesi” de derler bana.

Hiç ummadığım bir yerden yine umulmadık bir yardım eli uzanıyordu. Yola çıkaran, yolda yalnız bırakmıyordu. Kendimi tekrar güvende hissederek konuşmaya başladım:

.Ben bir yolcuyum. Başka diyarlara değil, kendine yol alan biriyim. Buraya kadar uğradığım her duraktan bir şeyler edindim. Hatta her şey öyle yolunda gitmiş ve yolculuk öyle kolaylaşmaya başlamıştı ki, bir an yolun sonuna vardığımı sandım. Ancak yanılmışım. Sanki yolunda gitmeyen bir şeyler var gibi. Bu da beni hayli kaygılandırıyor ve sorulacak sorularım var.

.Sor o zaman. Belki cevabı bendedir? 

.Biraz önce martının söylediği, beni kanatların bile götüremeyeceği yerlere götürecek güç ne olabilir? Yine martının sorduğu gibi ben nasıl bir yerin fatihiyim? Üstelik bu fatihlik yakıştırması hayli abartılı değil mi?

.Fatih olanın fethetmesi, kapılar açması, bir ülkeyi savaşarak ele geçirmesi, zafer kazanması gerekir. Öyleyse düşün: Sen bu anlamların ne kadar içindesin? Biraz önce bir yolcu olduğunu söyledin. Peki niçin çıktın yola? Ben cevap vereyim: Kendini keşfetmek için. Bu iş kolay mı? Hayır. Yol emniyetli mi? Hayır. Mücadele etmen gerekiyor mu? Evet. Yani kendin ile varmak istediğin kendin arasında hayli kapı var. Ve üstelik seninle savaşacak düşman yolunun üzerinde, bekliyor. Şimdi sen cevap ver. Engellere rağmen her şey yolunda gitmedi mi? 

.Evet. Hatta yolculuğun sonuna geldiğimi sandım. 

.Bu yaşadıkların bir zafer sayılmaz mı? 

.Buna net bir cevap veremeyeceğim.

.Sonuçta bu yoldaki düşmanlara yenik düşmedin. Onlara rağmen engelleri aştın ve kapalı kapıları açabildin. O zaman kendinin fatihi olmuyor musun? Bu yolun fatihi nefsin dikenli çitlerini, aklın tepelerini aşıp gelendir. Sen de aşmıyor musun? Kalbinin derin sularını geçen yiğitlerin yiğididir. Sen de yüzmüyor musun?

Doğruydu. Bu durumda kendimin fatihiydim. Üzerimden bir hayli ağırlık kalkmıştı. İkinci sorumu sordum:   

.Bunca mesafeyi sadece merakımla aşamayacağım gerçeği nedir? Martı neden “Sakın o gücü kaybetme!” uyarısını yaptı? 

.Biraz geçmişe gidelim: Her dükkândan kendinle ilgili çok şey öğrendin. İradeni tanıdın. Zihnindeki oyunları temizlemeyi, hislerini idare etmeyi öğrendin. Yaradan’ı bilmenin, bildikçe tanımanın, tanıdıkça sevmenin önemini kavradın. Nihayet dağdaki kovukta aradığın huzuru buldun. Ancak oradan uçar gibi ayrılırken bir şeyler oldu ve yolun değişti. Kendini bir anda burada, sivri kayalıkların arasında buldun. Bunların sebebi, merakındı. Ama şimdi merakının bu sivri kayalıkları aşmaya ve tepeye çıkmaya yeterli olmadığını söylüyorsun. Hakikati hâlâ net göremiyorsun.

Buradan çok kişilerin geçtiğini söylemiştim. Bazıları tırmanırken düşerek yuvarlandılar. Neden mi? Çünkü kendilerine varamamışlardı. Kendi hakikatine varamayan, Yaradan’a varamaz. Bilgi çokluğu burada işe yaramaz. Hatta çoğu insanın önce kafasını karıştırır, sonra hislerini bulandırır. Bilgili olmak iddiası, nefsi kibre götürebilir. Öğrenilen Allah bilgisi de olsa, insan nefsi “Ben neler biliyormuşum!” zannıyla havaya girebilir. Hatta kovuktaki halin kendinden oluştuğu edepsizliğine bile düşebilir. 

Ama ne oldu? İzleneceğini bilen turna, bilerek senin dikkatini bu yöne çekti. Çünkü merakla buraya geleceğini biliyordu. Ne buldun burada? Sivri kayalıklar ve bir sürü boşluk. Engeller ve çaresizlik. Bunlar senin başka hakikatin. Kendini tanıma sınavını esas burada veriyorsun. 

Sınav neden verilir? Halihazırdaki durumun tespiti için. Ne durumdasın? İlerleme var mı? Senin üzerinde tasarlanan seviyeye ne kadar yaklaştın veya ondan uzaksın? Her sınavda zorlayıcı etkenlerin olması lazım. Toplama, çıkarmayla yüksek matematik halledilemez. Yolda ilerledikçe her merhalenin kolaydan zora doğru gitmesi şart. Hangi alanda olursa olsun dikkat et; rakip olmadan, düşman olmadan terakki gerçekleşemez, insan olgunlaşamaz. Bu sebeple Yaradan, murat ettiği halin gerçekleşmesi için sana nefsini musallat ediyor. Fıtratına konulan istidatların gelişebilmesi için içinde düşman bildiğin sivriliklerin, kayalıkların, zaafların karşısına turna vasıtasıyla çıkardı seni. Çünkü onlara karşı yapacağın her manevî mücadele, tırmanış, atlayış seni kemale götürecek. İşte dağın seni korkutan, hayli zorlayan yüzünde olanlar, bu yolculuğun belki de en önemli merhalesi. En zor soruların çıktığı sırlar metni. Yani hayatın kendisi. İyi oku! Önemli yerlerin altını çiz ve üzerinde düşün. Çünkü seviye kontrolü için tatbikat yapılacak.

Dağın bu yüzü senin acizliğin, hiçbir şeye sahip olmayışın, zaafların, ihtiyaçların ve çaresizliğin. 

Bu yönünü gör, sana sunulanın ilâhî bir ikram olduğunu idrak et. Her sivri kayayı bu ikramlarla geçerek zirveye yaklaş. Zahirde dağın engebeli görünüşünün ardında her yere tecelli eden ilahî isimleri gör. Dağın, güneşin, martının sahibi ve benim sahibim bunu istiyor senden.Bu şekiller âlemine takılmadan Beni gör, muhabbetime er.” diyor.  

Turna giderken ne dediğini hatırla: 

Her varlığın bir hayali olduğu gibi dağın da doruğun da hayali var.
.

Doruktan dağın her yanına yansıyan “Esma” nakışlarının görülmesi, onlardan her şeyin Mutlak Sahibi’nin bilinmesi ve sevilmesi her dağın ve doruğun hayalidir. Bu âlemde her varlık, kul ile Sahibi arasındaki ilahî bağa vesile olmanın şükrünü yaşamak ister. Bunu ben de istiyorum. Onun için de sana yardım ediyorum.

Ayrıca çok önemli olan şu gerçeği iyice anla! Bütün bunları idrak etmen, elinde tuttuğun öyle bir anahtar ki, Mülk Sahibi bu anahtarla içinde taşıdığın hazinenin kapağını zamanı gelince sana açtırır. Gerekli olan neyse onu lütfeder. İşte kaybetmemen gereken güç, bu. Allah’tan gelir, asla sana ait değildir. Ariflerin tabiriyle vehbîdir; Allah vergisidir. 

Dikkat et! Burada kayalıklar çok çetin ve dağ engebeli. Ama yaşadığın acizlik, çaresizlik, tutunma ve sığınma ihtiyacı çok halis ve gölgesiz. Bu yüz, diğer yüzün sırrıdır. Aynı aynada olduğu gibi. Ne varsa sırrında yüzün, halin ve hayatın öyle aksettirecek. Dağın bu yüzü, senin gerçek kulluğun. Dikkat et dökülmesin.

Dağın bir yüzü uçurum; yar
Her çıkışta ben, benden
Çözülürüm.
İnsanlığıma dimdik
Bir sınav uzar.
Keskin kayalıklardan gülümser
Ölüm. 

Kayarken gayret ümidin ucundan
Sivri uçlar keskin; kanatır.
Çaresizliğime değer.
Boşluk sandığım, yarıklar
Korunağımmış meğer.

Dağın bu yüzü öyle bir soluk
Ki, ömür gibi geçer hayatımdan.
İner derinden derine; ferahlar,
Açılır goncalarca
Yaralarımdan. 

Dağın bir yüzü, yâr-ı gâr*.
Selâm yağar
Gök âlemden gücüne
Sadakatin.
Çelikten sab nasıl örer örümcek?
Hüznü nasıl besteler dil ucundan
Güvercin? 

Ah dağım!
Aydınlanan sinem!
Sırlar içinden sır damlar,
Göz ucumdan şebnem.

Damla,
Deryaya büyürken bir fısıltıda,
Bin yankılanır kıyılardan
Hikayen.

(*) Yâr-ı gâr: Mağara arkadaşı. Hz. Ebu Bekir’in Sevr mağarasındaki arkadaşlığına işaret eden lakabı.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply