İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 5 

0

Zaman Burada Bir Başka Zamanın Tecellisini Yaşıyor

Kendini bulmak… Bu dünyanın çok derinlerdeki lezzeti. Hasreti bazen gözlerde tüter, bazen kelimelerde… Bu hasret hep vardır; ama fark edilmez. İçe sığamamak, içten habersizliğin, kendinden uzak kalmanın sancısıdır; ama bilinmez. Farkına varan, aramaya başlar. Arayan, izi bulur. Ağaç köklerinin toprakta suyu bulduğu gibi. Ve gövdede, dallarda durmadan yol alır su. Baharın dilinde yaprak olur; çiçek, meyve olur. Ceylan’ın az önce yaşadıkları buydu. Ceylan gözünden akan yaşın sırrı buydu. Demek ki anlamın kıvamı gelince göz bebekleri ve kelimeler damla damla düşüyorlar. 

Gözbebeği manevî âlemlerin güneşi;
Gurup edince çekilir teninden perdeler.
Anlamı kalmaz yerin, öyle anlar olur ki
Binlerce fetih doğar aşıldıkça gölgeler.

Ne yazıktır ki kaynaktan çıkan suyun, gökten süzülen rahmetin saflığı tehlikededir. Çünkü bu dünyanın çeri çöpü suyu bulanıklaştırır. Kalpteki safiyeti, vicdandaki temizliği koruyabilmek zordur. Çünkü hak olan şeyin yolunda eşkıya çoktur. Ten gözü hep yerin peşindedir, kalp gözü hep göklerin. Bunca tozdan, çamurdan sıyrılarak göklere yükselmeye kimin gücü yeter? Kalpteki dilden tendeki dile bazen bir nefeslik, bazen yıllık mesafeler uzar. Onun için kelimelerden tertemiz doğabilmek çok daha zordur. Zordur, anlamı bulandırmadan yazmak. Gözlerin sırrı bebeklerinden akar yürekten geldikçe. Sözün sırrı dile gelir, konuştukça. Kaleminse dökülür sırrı, ucu açıldıkça. 

Ancak kalem kimin elindedir? Ruhun elindeyse gökler kağıt olur. Gün renkli harfler döşenir. Ya nefsin elindeyse? Onun için korkarım. Ya kalemi hoyrat kullanırsam, ya kırılırsa ucu? Ya edep sınırını aşarsam, yıkarsam burcu? O burçlar ki öteleri görmek için var. Öteler… 

Dünyaya geldiğim gibi gitmek isterdim.
.

Hz. Ömer’in bu sözü beni hayli etkiliyor: Dünyaya geldiğimiz saf fıtratımızda ötelere yürüyebilmek. Kaynaktan çıkan suyun, gökten süzülen rahmetin saflığını koruyabilmek. Lütfedilen bu kıymetli emanete zarar gelmeden gidebilmek… Ne kadarını gerçekleştirebiliriz? Çünkü koruyabilmek zor. 

Ufkumun nasıl olacak en son şafağı? Nasıl atacağım ufkun ardına ilk adımımı? Bir melek kanadı örterken bu dünyadaki ışığı, bir başka şafağa yine onun kanadında nasıl doğacağım? O meleği seyretmek ve çok, ama çok sevmek ne zamandan beri muradım. Öyleyse doğacak yeni seherlere uyanmalıyım. 

Bunları düşünürken nerede olduğumu bir an unutmuşum. Baktım; kapının tam eşiğindeyim. İçim hayli rahat. İçerde üst üste yaşadığım şaşkınlık, sonra içimdeki gerginlik gitmiş. Bunların ardından gelen bahar müjdesiyle nefes alıyorum. Arkadaşımla dışarı çıktığımızda sokak daha aşina, daha yakın görünüyor. Buraları daha iyi tanımak için rahat, emin adımlarla yürümeye başlıyoruz. 

Dükkânlar çok. Kimisinin kapısında tabela var, kiminde yok. Olanları okuya okuya ilerliyoruz: Heva, nefis, latife, iyimserlik, kıskançlık, merhamet… Sokak uzuyor. Etrafımı olduğu gibi görebiliyor, istediğim yerde duruyorum. Etrafı kolaçan etmeme engel hiçbir şey yok. 

Yürüdükçe bir hal seziyorum kendimde: Ben yürüyorum; fakat güzergahı ayarlayan adımlarım. Zorlama olmadığı için önce fark edememişim. Sokağın sonuna geliyoruz; ama bakıyorum daha da ileriye uçar gibi yürümeye devam etmekteyim. Can içinde can, birbirine kavuşmak için can atıyor gibi. Ama nasıl, nerede?

Sokak bir yerden sonra yukarılara doğru kıvrılmaya başlıyor. İlerledikçe kıvrımlar keskinleşiyor. Zorlanıyorum. Adeta dik bir yokuşu çıkıyoruz. Çevrede ne bir yapı ne insan var. Adımlarımdaki istek daha da şiddetleniyor. O şevk olmasa çıkamam. Aynı dağa tırmanır gibiyiz. Biraz ilerde bir dükkân görüyoruz. Diğerlerine hiç benzemiyor. Sarp bir dağın yamacında bulunan bir kovuk gibi. Kapısı yok. Kovuğun ağzı çok küçük. Garip… Yüreğim aniden çarpmaya başlıyor. Sanki ruhum bir şeyi anlatmak ister gibi. Başımı eğerek içeri giriyorum. 

Kubbeli bir yer. Kapıdan az ışık girdiği için güneşe benzer büyük bir lamba içerisini aydınlatıyor. Yere bembeyaz bir kilim serilmiş. Başka da eşya adına bir şey yok. Üzerine basmaktan çekiniyorum. Yokuşu çıkarken ayakkabılarım hayli kirlenmiş.

.Çekinme, gel! İliş istediğin yere. Korkma! Burayı ayakkabındaki çamur, toz kirletemez. Ha… düşüncelerinde ve duygularında varsa o zaman başka. 

Bu seslere alıştım. Şaşırmıyorum; ancak bir titreme başlıyor bende. Bu hal ne korku ne de öfke titremesi. Adeta içim gizemli bir lezzetle çekiliyor gibi. Göz yaşlarımı tutamıyorum.

.Manevî bir cevhere ihlasla sahip olmayı dileyen ve onun için emek veren, dilediğini gönlünde bulur. Çünkü gönlün Sahibi onu kendine çeker. Sen de çekiliyorsun. Bu hali sakın kendine mal etme! Sen kazanamazsın bunu; Allah verir. Ancak niyetinde, hislerinde halis olman şartıyla. Belki sıkıntıların yüzünden çıktın yola. Esasında kendini tanımak istedin ve yaradılışındaki hakikati görmek. Rabbini daha bilmek, daha sevmek istedin. Buna irade gösterdin. Kendini tekrar inşa edebilmek için can özüne bir tohum attın. Gayretin, iraden ve şuurunla tohumu işleyerek hayli yol aldın. Buraya kadar tırmandın. 

Sevin. Gerçek hazinen burada. Gayretini ve niyetini gören Yaradan, rahmetiyle ve hikmetiyle hazinenin kapağını açıyor. Açan da sen değilsin. Gerçek cevherini; insanlığını aradın, rahmetin tellerini titrettin. İlahî kudret zoru kolay kıldı. Ve şimdi aradığın o “insan,” aşağıdan değil, yukarıdan geliyor.

Bu söylenilenler karşısında ne diyeceğimi ve ne yapacağımı bilemiyorum. Sadece kovuğun ağzına yakın bir yere ilişiveriyorum. Sükûnet demek ki ruhu bu kadar etkileyebilirmiş. Şimdiye kadar böylesine hissetmemişim. Mekân inceliyor, zaman hafifliyor. Sakin ve sade yerlerdeki huzurun sırrı demek ki buradan geliyor. Öyleyse neden şişirilmiş mekânların, ağır zamanların altında kendine eziyet ediyor insan?

.Kabuğa aldanıyor da ondan. İhtirası her zaman iriyi, kocamanı seçtiriyor ona. Kabuğu kalınlaştıkça özünün nasıl zayıfladığını ne yazık ki fark edemiyor. “Madde inceleştikçe ruh âlemine, şuur âlemine yaklaşılır.” der arifler. Kalınlaştıkça ruhtan ve şuurdan da nasibi azalıyor.

O an portakal geliyor gözümün önüne. En sevdiğim meyve diyebilirim. Ama görünüşüyle aldandığım çoktur. İştahla kocaman birini seçmek, sonra kabuğuna ilk kesik atıldığında kalınlığını fark etmek. İçinden çıkan küçücük, suyu çekilmiş mat haliyle hayal kırıklığına uğramak. Kabuğu kalın olan davranışların durumu da böyle. Tumturaklı sözler, abartılı yaklaşımlar aynen bu portakal gibi. Kocaman yürekli sandıklarına işin düştüğünde içinden çıkan da böyle cılız, cücük duygular oluyor. 

.Bırak artık o cılız, cücük duyguları! Burada bir nefesini dahi onlara heba etme. Şimdi uğruna yola düştüğün “gerçek insan”dan yücelere sayısız dal yeşeriyor. Böyle bir anı yakalamışken zihnini ve hislerini boş kuruntularla, kırgınlıklarla yorma! Yoksa dal uçlarındaki çiçekleri fark edemezsin. Ve göklerde dallarından toplanan meyvelerin melek elleriyle sana nasıl uzatıldığını göremezsin. 

.Haklısınız, diyebiliyorum. Buradaki manevî atmosfer hiçbir yere benzemiyor. Anlıyorum ki maddî dünyadan uzaklaşıldıkça önümüzde sırlı bir kapı açılıyor. Bu kapının ardındaki dünyanın dili, matematiği ise bizim bildiklerimize hiç uymuyor. Uysaydı, içimdeki çekilişi izah edebilirdim. Coşan gözyaşlarıma bir anlam verebilirdim. Mekânın küçüklüğü göklerce geniş ve loşluğu öğle güneşi gibi aydınlık. Nedir bunların sırrı? Zaman sanki başka bir zamanın tecellisini yaşıyor, başka bir ruhun kokusunu getiriyor.

.Sana önceki dükkânda “Kalbin, zamanın Sahibi’nin seni sevdiğini ve sana lütfuyla ikram ettiğini bilirse bu idrakle duyguların yücelerin çekimine uğrar, coşar, mutlu olursun.” denilmedi mi? İçindeki çekilme hissinin sırrı bu. 

“Her şeye renk veren, işittiğin her sesin yorumunu yapan senin duyguların. Kalp yuvanda huzur varsa, onun penceresinden gördüğün her şey aydınlık.” hakikatini duymadın mı? Gözyaşlarının anlamı da bu.

.Neden daha önceki yerlerde burada olduğum gibi olmadım? Böylesine titremedim, böylesine kanatlanmadım? 

.İnsanın iç dünyası ne kadar sükûnete kavuşursa ruhu o kadar hafifler ve kanatlanır. Üzerindeki ağırlıklar gittikçe ve kabukları kırıldıkça yücelerden gelen esintilerden o kadar etkilenir. Yaşadıkların bu. 

Burası senin gönlün; bir adı Rabbanî Latife. Latife ne? İlâhî hakikatleri hissettiğin duygun. Bütün duygularının sultanı. Son derece ince, narin. İpleri zaman ve mekânla sınırlanamayan âlemlere bağlı. Onu anlarsın; ama sözle ifade edemezsin. Ancak şimdiki gibi yaşanılması gerekir. Ancak sezersin. 

Buranın dışı dağ, içi derinde bir maden. Her türlü ağırlık ölçülerinden uzak olan ruhunun en sırlı köşesi. Burası senin cevherin. Hem hislerini hem düşüncelerini, aklını içine alan bir âlem. Senin beşer kabuğundan çıkarak hakiki insanlığına kavuşacağın yer. Buranın mizanı, aklının mizanı gibi değildir. Aklın çözemediği, burada çözülür. Kaldıramadığın yükler, burada kaldırılır. Çünkü buradaki güç de kuvvet de sana ait değildir. 

.Bu kadar mükemmelliğe, çözüme sahipse insan, neden faydalanmak istemez?

.Kendine varamayan, bunun farkında değildir de ondan. İnsan ancak “gölge ben”inden kurtularak kendine varabilir. Kendini tanıman için kim uyardı seni? İç sesin. Nereye götürdü? Bozulmamış gerçek insana. Ve ondan bilgi alarak yola düştünüz. Vicdana, ruha uğradınız. İradenle, zihninle, hislerinle konuştun. Şimdi kalbindesin. Hepimiz sana seni tanıtıyoruz. Seni seninle tanıştıran bizleriz. 

Tanımak irfanı; benliğinden kopmayı getirir. Sen de kopuyorsun. Her kopuş seni “arefe Rabbehu” hakikatine vardıracak. İrfanın bir anlamı da nedir bilir misin? Bir şeyin “arf”ına; yani kokusuna isabet etmek. Sen de burada bir şeyin kokusuna isabet ettin. Ve bu isabetle “İki yoldaş ki Allah onların üçüncüsüdür, artık hiç endişe edilir mi? sesiyle sarmalandın. Doğru anladın. Zaman burada bir başka zamanın tecellisini yaşıyor, bir başka ruhun kokusunu getiriyor. Duydukların bu.

Arif olmak ne haddime
Yolunda kurbanı olsam.
Aczimi giydim kendime
Fakrımda burhanı olsam.

.Arapların bir sözü var: Mekânın şerefi orada bulunan iledir. Gördüğün gibi burası dağ yamacında küçücük bir kovuk. Ama hiçbir yerde etkilenmediğin kadar etkilendin. Neden? Çünkü bu mekân öyle birine ve yoldaşına sığınak olmuş ki, asırlar geçse de onun nuru, onların kokusu kaybolmuyor. Dünyada binlerce mağara, kovuk var; ama burası hiçbirine benzemiyor. Yaratılmış milyarlarca da kalp var; ama hiçbiri o kalbe benzemiyor. Kalbe değer katan, içindeki elmas; yani imanı. Onu çaldırırsa değerini yitirir. O elmasın yerine başka taşlara kapılırsan kıymet bilmezliğinin eziyetini, bunalımını çok çekersin. Aradığın huzuru hep birilerinde bulma sanısı boş uğraş. Artık anlamış olmalısın. Bulduğun vakit de kalp penceresinden dinlediğin ve gördüğün her şey çok güzel gelecek. 

Dinle şimdi. Ne duyuyorsun? 

.Kanat seslerini. İnce, latif titreyişleri içimde hissettiklerime benziyor. Belli belirsin bir hamd sesi de duyar gibiyim. 

.Şimdi kapıya bak. Ne görüyorsun? 

.İki güvercin. Yoksa hamd sesi onlardan mı geliyor? 

.Evet. Hiç şaşırma. Güvercin de hamd eder kanatlarıyla, rüzgâr da dile gelir bu ortamda. Şu kovuğunda olduğun kayalar da… Nedendir dersen? Burada her şey “bekleyen”in kıymetince anlam taşır. Onların kanadından yükselen hamd ve senin gözyaşlarından yayılan muhabbet, buranın hakikati.

Kanatların duası bir başka mı yükselir?
Rüzgârla mı yayılır binlerce hamdin sesi?
Neye baksam huzurda; b
u aşkın sırrı nedir?
Hakikat bahçesinin dökülmez mi gülleri?

Peki ya güller gün gelir, solar ve dökülürse? Şu an duyduklarımı, bana verilen bu güzellikleri nasıl koruyacağım? Korkuyorum. 

.Maddenin hakikati, onun özü; manası. Mananın da hakikati, onun ruhu ve şuuru. Ruhu ve şuuru olmayan her şey zaten ölüdür. Senin hakikatin, taşıdığın insanlık. Kaşın, gözün değil ki…. Faziletle dolu kasan. Fazileti kim verdi sana? Yaradan. Ve verdiği emaneti yine verdiği kasada korumanı istiyor. Demek ki koruyabileceksin.

.Nasıl koruyacağım? 

.Buradaki lamba ancak Allah’a muhabbetinle ışığını verir. Ondan başka muhabbetlere fazla takılmazsan veya her muhabbeti O’ndan bir zerre sayarak kullanırsan koruyabilirsin? 

.Bugüne dek başkalarının yapıp ettikleriyle meşgul olduğum söylenemez. Şatafat, gösteriş hep uzak olduğum şeyler. Hakikat, her zaman hep gölgenin önünde oldu benim için. Dünyanın cazibesine pek kapılmadım. Ancak ben beni hakikate götürenlerin, benimle paylaşılan fikirlerin, duyguların cazibesine ve bunların ortaya çıktığı zamanın ve ortamın cazibesine kapıldım. 

.O zaman sen, deryaya açılmak yerine sahile vuran dalgaların ihtişamına kapıldın. O ihtişamı seyretmek elbet güzeldir. Dalgalar deryayı anlatır; doğrudur. Gün olur sahil köpük içindedir, gün olur, dalga sesi duyulmaz. Yalnız bu dalganın değil, rüzgârın işi. Rüzgâr neden böyle eser, derya neden böyle kabarır? Bunu ancak deryanın ve rüzgârın Sahibi bilir? Sana düşen ise sadece seyretmek ve seyrederek anlamaya çalışmak.

Buradan varlığa bakış çok farklı. Örümcek ağı, demir kaleden daha koruyucudur. Buradan şahit olabileceğin tek şey hakikat. Tadına doyum olmaz. Çünkü varlıktaki Allah’ın ilahî isimlerini seyretmek ve anlayarak onlara şahit olmak kalbini tatmin eder. Kalbinin; yani latife-i Rabbaniye’nin yaradılış gayesi işte bu şahitlik; yani müşahedetullah. Allah’ın fiiliyatına tanıklık yapmak. İşte bu şahitlikle, başına gelen her şeydeki tecellileri seyretmekle emaneti koruyabilirsin. 

Ayrıca bunları gerçekleştirebilmek demek, her an Hakk’ın huzurunda bulunduğunun şuurunda olman demek. Bu şuuru korursan sen de korunursun. Bir de bu şuurla edeplenirsen, Hakk da senin gönlünde olur. O’nun rahmetiyle sarmalanan, nasıl korunmaz ki… 

.Demek üzerimden ağırlıklar gittikçe, kabuklarım kırıldıkça yücelerden gelen esintiler seher rüzgârım olacak. O rüzgârla buzdan kalıplarım eriyecek. Öyleyse eriyen neyim varsa hepsini etrafa saçmak isterim… 

.Saç saçabildiğin kadar. Ne güzel! Bak, bugüne kadar sahiplendiklerini ortadan kaldırmak istiyorsun. Yani aklaşıyorsun, beyazlaşıyorsun, saflaşıyorsun. Üzerine ne yansısa onun rengine bürünen bir hal bu. Renksizliğin yanında, renklerin hiçlik makamı. 

Böyle olduğunda her zaman bu kovuğun sırrına bürünürsün; başka türlü görür, başka türlü dinler, başka âlemlerin kokusunu alırsın. Hele dilinden dökülenler…  Seni senden daha iyi görene, seni senden daha iyi bilene teslim olan kelimelerin, kim bilir neler söyler?

Sana yazılmamışsa, ben ona ferman demem.
Sensin tahtın sahibi; özgeye Sultan demem.
Senin her nefesinden nur yayılır hayata
Şanına yakışmazsa ben ona devran demem.

.İşte hikmet budur. Bulana ne mutlu!

.Bulan mı? Nerede? 

Ah, insanım! Yaradan’ı unuttun. Nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmiyorsun. Hesap gününden bihaber bu gafletin önüne neler konulabilir ki hırsı, zalimliği, saldırganlığı terk edebilesin. Yaşadığın öyle bir çağ ki; ses anlamı atlamış, fiiller ise insanlığı. Söz sözü eziyor, bakış bakışta boğuluyor. Nasıl geçeceksin yolu, nasıl varacaksın hakikate? Yaşadığın öyle bir dünya ki; soluğu heva, kalbi enaniyet, elleri menfaat, bakışları çıkar kokar. Bu halde hangi dağın kokusu götürebilir seni yücelere? 

Bense hikmeti buldum mu bilmiyorum. Bildiğim, böyle bir talihsizlik içinde rahmetle inşallah o dağı bulduğum. 

Bir anda ses sustu, kovuğun ağzında duran kuşlar uçtular. Demek ki burada da işimiz bitmişti.


Güvercinler Fotoğrafı © Richard Bennet

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply