İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 4 

0

Hisler Dükkânında Seyrettiğim Hakikat                                                      

Dışarı çıktığımızda tam bir sükûnet ortamında bulduk kendimizi. Çevremizde ne dönen levhalar vardı ne rüzgârla savrulan yapraklar. Sokağı olduğu gibi görebiliyorduk. Bir iki kişi dışında hareket yoktu. Etrafı tanıyabilmek için biraz yürüyelim dedik. 

Tam bir adım attık ki kapının solunda mermerden yapılmış küçücük bir sebil dikkatimizi çekti. Üzerine konmuş iki kuş su içiyordu. Bugüne kadar ne çevremde ne de belgesellerde gördüklerime benzemeyen iki kuş. Hele renkleri… İçlerinde her tonu taşıyan bir şölen gibi ışıl ışıldılar. Hayranlıkla onları seyrederken bir şey oldu ve ben heyecandan olduğum yere çöküverdim. Şimdiye kadar şahit olduklarımdan çok başka bir şeydi. İki kuş konuşuyor ve ben onların dediklerini anlıyordum. 

.Telaşa kapılma! Vardır bunun da bir hikmeti. Dikkatle dinle. Çünkü şimdiye dek yaşanılanlar hep seninle ilgiliydi. Kuşların konuşmasında da sana yöneltilen bir mesaj olabilir?

Arkadaşım haklıydı. Madem bu sokak, gelen her yolcuya kendi hakikatini anlatıyordu; o zaman bu sebil sohbetinin de benimle bir ilgisi olabilirdi. Merakla kulak verdim:

– Bak:

Değil bihaber candaki arayıştan;
Arının şevkine şahittir bağ, bahçe
Bilmeyen neylesin, doğru çiçeği
Uzasa da bütün dallar
Gökyüzüne?

.Doğru söyledin. Arının şevki canındaki arayıştan geliyor. Onun hedefi doğru çiçeği bulmak. Ama bak şu sokağa, yine kimseler yok gibi. Oysa insanoğlunun doğru çiçeği burada. Ama bilmiyor. Görmesi gerekirdi; ama bakmakla yetiniyor. İşitmesi gerekirdi; ama duymakla yetiniyor. Ve ne acıdır ki şevki de yok. 

.Gönülle çıkılmayan yolda şevk ne arasın? İnsan önce gönlünü, ruhunu bilmiyor. Bilmediğinin ihtiyacını nasıl giderecek? Nasıl bir arayışa girecek? 

Dinle:

Değil bihaber candaki akıştan;
Suyun sesine şahittir dağ, tepe.
Deryayı neylesin, duymayan;
Aksa da su başını vurarak
Köpüre köpüre?”

Fakat insanın bilmediğini arı biliyor, su biliyor; bütün varlık biliyor. Bu bilişle tüm varlık bir ihtiyaç dilinde kenetleniyorlar. Bu kenetlenmenin içine giren kazanır, dışında kalan kaybeder. 

.Şimdi olduğu gibi mi? Dünyaya bak: Yollar alabildiğine dolu. Buraya bak: Bir iki kişi. Çünkü insan ruhun ihtiyacı olanın değil, nefsin ihtiyacı olanın arayışı içinde. Boşuna çıkıyor yola. Ona ruhundan üfleyen, o ruhun ihtiyacını da tasarlayıp yarattığı bedene zaten vermiş. Bu muazzam inşanın mühendisliğinden şüphesi var ki, burayı merak etmiyor.

.Şüphe şuuru, kavrama yeteneğini kemiren bir tehlike. Şüphe eden, hakikatin önemini bilemez. Kendi yaradılış sırrına yaklaşamaz. Güvensizdir. Kime? Hem Yaradan’a hem kendine. Bu hal, kapalı kapının önünde donup kalmaya benzer. Elini tokmağa değdiremez. Kapıyı açmaktan kaçınır.

.Oysa varlığa sunulan hayatın kendisi, harekettir. Kâinatta her zerre, kendini açacak anahtar bekler. Yaradılışı bu düzendeki yolculuk üzerine kurulmuş insan ise elinde anahtar; hayatın önünde böylesine şaşkındır. Neden?

.Kapının ardında karşılaşabileceği şeyi göğüslemeye cesareti yoktur da ondan. Kendisine yöneltilecek gerçeklerden korkar. Bilmez ki yaradılışta her şey tastamamdır. Hiçbir varlığın hakikati, tamamlamak değildir. Varlık soru sormaz. Onun için ne arının hakikati bulunan çiçek ne de nehrin hakikati vardığı deryadır. Onlara düşen, sadece keşfetmeye yolculuk. 

.Ama insan sormalıdır, diye geçirdim içimden. İnsan öyle bir cümledir ki bir yönü açık, bir yönü esrar. Esrarını çözmeye soru gerekir. Sorması içindir önüne konulan her “bilmece”? Ona düşen, sorarak keşfetmeye yolculuk. Aynı benim yaptığım gibi. 

İki kuşun söyledikleri çevremde gördüklerimin, yaşadıklarımın özetiydi. Evet, insan soru sormalıydı. Ancak çoğu soramıyordu; çünkü korkuyordu. Kendiyle yüzleşmekten, ömrü boyunca içinde taşıyacak olanları görmekten, onlarla baş edememekten korkuyordu. Ufuk ötesini görecek gözü olmadığı için oradan doğacaklardan korkuyordu. O ötede kaybolabilme düşüncesinin dehşetiyle yaşadığı mekâna sımsıkı sarılıyor, geçiciliğine inanmak istemiyor veya inanıyor da unutmak için yaşamla didişiyordu. 

Bunlar aklımdan geçerken yüzüm nasıl bir hal aldı bilmiyorum. Bana şefkatle çevrilmiş dört camdan gözbebeği karşısında gülüverdim. Çok güzel ve şirindiler. Adeta tüm kalbimle onların gözlerine öyle bakmış olmalıyım ki:

.“Ancak soruyu kendine sor. Cevabı Yaradan’dan bekle.” deyiverdi biri.

.“Çünkü seni doğru tanımlayacak ancak O’dur.” dedi öteki ve uçtular. 

Daha kim bilir nelerle karşılaşacaktık? Sokakta çıt çıkmıyordu. Aşağılara doğru indikçe derinden gelen bir ses duyduk. Akan suya benziyordu. Daha da yaklaştık. Bu sefer çağlayana döndü. İçten içten, boğum boğum kaynıyordu. 

Değil bihaber candaki akıştan;
Suyun sesine şahittir dağ, tepe.

Demek ki bu çağlayanın da candaki akıştan haberi vardı. Suyun başını nasıl köpüre köpüre çevresine vurduğuna biz bu sesle şahit oluyorduk. 

Geldiği yer neresiydi? Biraz daha ilerledik. Karşımıza bir dükkân çıktı. Baktık, ses oradan geliyor. Bir an şaşaladık. Dükkânın ölçüleriyle suyun gürleyen sesi hiç uyumlu değildi. Ayrıca dükkândan rengarenk ışıklar çıkıyordu. Eğlence var desek benzemiyordu. Ama renkler göz alıcıydı. Hem korkarak hem de merakla kapısının önüne yaklaştık. Ne yapacaktık şimdi? Yine görülmeyen bir elle iteklenerek kendimizi içeride bulduk.

Dükkânda kimseler yoktu. Üstelik oturacak yer de yoktu. Tam karşımızda bir duvar. Boydan boya bir haritayla kaplanmış. Haritanın üzeri çizgiler, yazılar, düğmeler, irili ufaklı şekillerle dolu… Uzaktan her şey çok soluk ve belli belirsiz. Görebilmek için yaklaştık. Bir dakika geçti geçmedi, birden harita canlanıverdi. Işıklar yandı. Sanki harita değil de asılı bir maketmiş gibi üzerinde şekiller belirdi. Sonra hareketlendiler. Hareketlendikçe sesler yükseldi. Aniden, yaşayan bir hikâyenin karşısında bulduk kendimizi:

Duvarın en ucunda bir kaynak. İçinden su fışkırıyor. Suyun aktığı bir sürü kanal aynı kılcal damarlar gibi haritanın her yanına dağılıyor. Kanalların iki tarafında irili ufaklı mekânlar var. Kimisi bahçeye benziyor, kimisi çorak alana. Kimisi kayalık, kimisi çamur kaplı, kimisi çöl. Bir şeye anlam veremedim: Suyun akışı aynı hızda değildi. Yavaşlıyor, hızlanıyor, duraklar gibi oluyor, bir anda çıldırıyordu. Görüntünün en hoş olan yüzü; su nereye ulaşsa orası hemen ışıklanıyor ve duvar boydan boya yeşil, sarı, kırmızı, mavi renklerle adeta bir oyun alanına dönüyordu. 

Neydi şimdi bu? Yepyeni bir hikâye. Ne içindi bu düzenlemeler? Kim idare ediyordu? En önemlisi neyi anlatıyordu? Kafamda bir sürü soruyla öylece bakarken yine bir sesle kendime geldim.

.Duvarın sol köşesinde bir kumanda var. Al onu!

Daha önce de yaşadığım için telaşlanmadan, oraya buraya bakmadan tarif edilen yerdeki kumandayı aldım.

.Üzerinde düğmeler var. Hangisine basacağım diye düşünme. İçinden ne geliyorsa, parmağın hangisine götürüyorsa onun düğmesine bas. 

Dediğini yaptım, içimden o an ne geliyorsa ona bastım. Bir anda kaynağın üzerini sarı bir ışık kapladı ve içinde bir yazı belirdi: “Merak.” Bulunduğum hale göre mi oluyordu bunlar? Evet. Şu an merak içindeydim ve parmağım da merakı tetikleyen düğmeye basmıştı. 

Su önce yavaş, sonra hızlı akmaya başladı. Aktıkça kanaldan başka kanallar açılıyor, su oralara da akıyordu. Uzaktan görüntüsü aynı bir ağacın çatallaşan dalları gibiydi. Suyla birlikte sarı ışık da sarıyordu orayı. Sarı, güneşin rengi. Engel yoksa güneş ışığının giremediği bir yer düşünülebilir mi? Merak da böyleydi; her yere girmek istiyordu. Tek yön yetmiyor, her şeye değmek istiyordu.  

Bütün bu yaşanılanlar çok garip ve heyecan vericiydi. Ellerime hâkim olamıyordum. Titreyen parmaklarım birden başka bir düğmeye bastı. Basar basmaz sararmış yerler ve suyun aktığı yollar kızardıkça kızardı. Aynı ufuktan yayılan şafak kızıllığı gibi ateşten renkler yayılıverdi.

Kaynağın üzerinde beliren yazıyı okudum: “Heyecan.” Kırmızı benim şu anki heyecanımdı. Onun için su da aynı damarlarımda akan kanım gibi akıyordu. Öylesine coşmaya başladı ki mekânlar bu hızla göle dönüşebilirdi. 

Bir anda ürperdim. Ya kötü şeyler olursa? Ne yapabilirdim o zaman? Bir endişe sardı içimi. Baktım bir sis bulutu, kaynaktan çıkarak tüm haritayı kaplıyor. Bir anda duvar boydan boya grileşti. Yoğunlaşan sisten yazıyı okuyamadım. “Güvensizlik veya korku yazılmalı diye düşündüm; çünkü kendimi güvensiz hissediyordum.

Önceki dükkandaki işaretler gibi burada da renkler… İç dünyam farklı dillerle önüme sunuluyordu. Bir önceki dükkânda sergilenen zihin âlemimdi. Buradaki renklerle temsil edilen belli ki his âlemim.

.Doğru bildin. Nasıl yaşadıkların, içinde uyanan hissi ayna gibi sana gösteriyorsa bu harita da senin hislerinin hikayesini yazıyor. Yalnız bir farkla ki, bunun mürekkebi ışık ve ses. Böyle olmasının sebebi seni kuvvetlice uyarabilmek. Çünkü uyarıldığında iç dünyanla bütünleşmen daha hızlı gerçekleşecek. 

.Neden oyun oynanıyor gibi sunuluyor peki? Demin izlerken bir an kendimi lunaparkta hissettim.

.Yaşama bir bak. Oyuna benzemiyor mu? Sen seviyorsun, yüzüne çarpıyor. Ağlıyorsun, bir altın top veriyor eline, güldürüyor. Topu sımsıkı tutuyorsun. Bir bakıyorsun top eriyip gitmiş. Garip aynalarda bir devleşiyorsun, bir cüceleşiyorsun. Kısacası devamlı kendini bir mücadelenin içinde buluyorsun. Ne zamana kadar? Ta yaşadıklarının kaynağının kendin olduğunu fark edene kadar.

İnsan dediğin, adeta bir ihtiyaç kaynağı. Yaradılıştan sana sayısız ihtiyaç verilmiş. Ve bunların karşılanması için de yine sayısız duygular, hisler taşıyorsun. Ruhunun tepkilerini incelediğinde bunu fark edeceksin. Hatta bedenindeki bir ağrıyı incelediğinde de fark edebilirsin. Miden ağrıyor. Sancı sadece hazımsızlıktan mı ileri geliyor? Kaygıların, endişelerin de mideni etkiliyor olabilir. Benzin sararıyor. İştahın kesiliyor. Duygusal bir yoğunluk, kalp çarpıntısına neden olabiliyor. Eğer bedeninde böyle tepkiler yaşamasan bu hisleri anlayamazdın. Bir düşün: Neden kızdığında yüzün kızarıyor? Çünkü hislerin o anda öyle oluşuyor da ondan.

.O zaman his, içimdeki bir gerçeği duymam mı demek? Ruhumun yaşama uyum sağlarken gösterdiği tepki mi oluyor? Doğrudur, bir şeyden lezzet alıyorsam ona muhabbet duyuyorum. Bir tehlikeden sakınma durumunda ise ondan korkuyorum. 

.Yoksa zehirli bir yılandan kaçmaz, kendini tehlikeye atardın. 

.Her hissim benim yararıma verilmişse, neden onlar yüzünden bunca zorlukları yaşıyorum?

.Seni Yaratan, kaygı, korku, sevgi, şefkat, hırs, öfke, şüphe gibi hislerini onları hem bu dünyada hem ahirette kullanasın diye vermiş. Hepsinin şiddetlisi var, hafifi var. Sana düşen şey, verilen bu emanetleri veriliş gayelerine göre kullanman. Bu bir denge işi. 

Mesela şüphe. Haram olana karşı her an şüpheyle yaklaşabilirsin; ama etrafında her şeye bu hissi kullanman yıkıcı olur. Mesela muhabbet. Yaradan’a duyman için verilen muhabbeti tabii ki yaratılana da duyacaksın; ama asla aşırıya gitmeyeceksin. Deryaya ait olandan bir damla kullanacaksın. Fazlası kalbini hasta eder. Bak çevrene: Hakka, hakikate, hayra ulaşmak için kendilerine verilen “hırs”ı yanlış yerde, aşırı kullandıklarından ne hale düşüyorlar. 

Hislerini korumak için önce zihnini temizlemen gerekiyor. Çünkü yaradılış hamuruna uymayan malzeme, iç âleminin tümünü rahatsız eder. Zihin, akıl derken hislerin, kalbin de bundan nasibini alır. Zihninde kurduklarını ne kadar büyütürsen, hislerine de o kadar yük taşıyorsun. Vehimlerin; evhamın ruhsal sıkıntıya, kalbî acıya dönüşüyor.

Avcı önce yemini avının yapısına göre hazırlar, sabırla uygun anı bekler ve sonra avının önüne atar. Nefsin bu tuzağından kurtulmak için de farkındalık gerekiyor. Akla havale edip avcının yemini analiz etmek gerekiyor. Problemin içinde dolaşmak gerekiyor. 

.Doğruydu. Sorun ettiğim konuyu enine boyuna düşündükçe ve bunun neticesinde farkındalığım artıkça beni rahatsız eden şeylerin, yine kendi kurduğum düşler olduğunu gün geçtikçe daha iyi anlıyorum. Zaten düşten hakikate dönmek için gelmedim mi buraya?

.Çok güzel… Biraz evvel bana duvarda seyrettiğin hikâyenin neden oyun oynanıyor gibi sunulduğunu sormuştun ve ben de yaşamın oyuna benzediğini söylemiştim. Bu çeşitli renklerin, seslerin, oyunların içinde doğru rengi, doğru sesi nasıl bulacaksın? Sadece aklın değil, kalbin de fark etmeli. Çünkü aklın ve kalbin tepkisi ve kabul süresi aynı değildir. Sana bir mesele sunulduğunda hemen kavrayabiliyorsun. Hele inandığın biri söylemişse tamam diyorsun. Ama hislerine tesir etmesi hemen olmuyor değil mi? Günlerce düşünme, evet-hayır gidiş gelişleri… Ve bu kabulün de zamanı belirsiz.

Eğer dişin ağrıyorsa -yediğin yemek güzel de olsa- tadını alamazsın. İç âleminde de bir rahatsızlık varsa ilk işin, o ağrının işaret ettiği sorunu bulmak olmalı. Bulduğunda da yüzleşmen, dişini tedavi eden dişçi gibi onu derinlemesine görmen gerekiyor. Orada öfke mi, kin mi, baş edemediğin bir önemsenme arzusu mu var? Bulup temizlemelisin. Yoksa hayat hikayendeki doğru rengi, doğru sesi bulmada zorluk çekersin. İkna olamazsın.

Zihnin de bir imtihan salonu, kalbin de. Yoğunluk da olacak, endişe de. Başın da ağrıyacak, miden de sancıyacak. Bunlar olmamalı diyemezsin. Sadece fark edip, tedavi için çabalaman gerekiyor. Bir şey yapmadan sadece ağrının kendine takılmak önce acı çekmeye, sonra ümitsizliğe ve her şeye küskünlüğe götürür seni. 

.Bu da benden beklenen iç yolculuğuna değil, içime kapanmama neden olur diye karşılık verdim. Şimdi daha iyi anlıyordum neler hissettiğimi. Ve aşırı duyarlılık, sinirlerin zayıflaması derken yaşamla ve kendimle gizliden gizliye bir çatışmaya giriyordum. Bir anda ruhum daralmaya başladı. Bu daralmayla birlikte bir düğmeye basıverdim. 

Kaynağın üzerinde bir anda “kasvet” yazısı belirdi. Ancak belirmesiyle yok olması da bir oldu. Sanki kapkara bir hortum vardı. Etrafındaki varlık, aydınlık, renk adına her şeyi yutuyordu. Kendimde içten içe bir erime hissettim. Karanlık kapladıkça duvarı, benim de enerjim tükeniyordu.

.İçinde şu an bir daralma, kasvet hissediyorsun değil mi? Duvardakileri; yani hikayeni okuyamıyorsun. Kaynaktan çıkan su nerelere akıyor, nereleri suluyor, nereleri tarumar ediyor? Göremiyorsun; gerçeği göremiyorsun. Göremeyince isabetli düşünemiyorsun. Gözü görmeyen, ne yapar? Tutunacak bir şey arar. Bulamazsa yalpalar. İşte senin de düşüncelerin ve hislerin önce etrafındaki her sebebe yapışıyor. Sebepler çürük çıktığında da dengesini yitirmeye başlıyor.

.Ne olur, yardım et bana! diyebildim. Ardını getiremedim. Konuşacak halim kalmamıştı.

.Seni mutlu edecek şeyleri hep bir şeylerde, birilerinde araman boş uğraş. Gördüğün her şeye renk veren, işittiğin her sesin yorumunu yapan senin duyguların. Kalp yuvanda huzur varsa onun penceresinden gördüğün her şey aydınlık. Her şeye bahane arayan, mutsuz mızmızlıkların perdesinden hiçbir güzelliği göremez ve duyamazsın.

Zaman her an insana bir nimet sunuyor ve dil bu nimetten lezzet alıyor. Bir bakıyorsun; ardından bir acı gelmiş ve lezzeti yok etmiş. Kârın bu kadar. Ama kalbin nimetin ve zamanın Sahibi’nin kendisini sevdiğini ve lütfuyla ona ikram ettiğini bilirse ne olur? Bu idrakle duygular yücelerin çekimine uğrar; coşarsın ve mutlu olursun. 

Problem, düşüncelerin ve hislerin hep bir sebebe takılmasında. “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur” hakikatine bir kere daha bak. Ne anladın? 

.Her insanın kalbi Allah’ı andığında sakinleşir, rahatlar, huzur bulur. 

.Haklısın. Onun için de insanoğlu koşuyor, gülüyor, eğleniyor, türlü şeylerle kendini kandırıyor. İçi daralınca da deva olarak bir ilahî eczaneye giderek huzur hapları alıyor. Rabbini anıyor. Ne zaman? Başı sıkışınca. Ama işe yaramıyor değil mi? Yarasa da kısa ömürlü. Her köşe başında böyle eczaneler var. İçindeki âlim geçinenlerin sundukları ise içler acısı. Ayete bir kere daha bak? Nereyi atladın? 

.“Ancak”.

Evet. Görme ve anlama problemimiz var demek ki. Şimdi doğru gördün: “Ancak.” Olmazsa olmazın şifresi. Doğru adresi bulmadaki son adım. Bulamazsan yollar karışıyor, dengeler bozuluyor değil mi? Doğru adres Mutlak olan. Derdin devası O. Bunu da kendi söylüyor ve bunun idrakini, gerekli çözüm yollarını da fıtratına nakşetmiş. 

Bir anda duvarı kaplayan karanlığın ortadan kalktığını fark ettim ve ardından kendisi ışık olan bir levha ortaya çıktı. Üzerinde iri puntolarla şunlar yazılıydı:

Derdin senin alevindir. 

Alev beni yakıyor dersin. Alev nedir?  Bir avuç kordan hava. Neyle soluklanırsın? Havayla. Seni yakan da soluklandıran da bu hava. 

Bu hava, ruhuna üflenen sır. 

Kim üflediyse ona sığın, ona tutun ve sadece onu çok sev.

.Zihnin görevi “Allah hakkında bilgilenmek”ti. Allah’ı bildikçe, tanıdıkça ardından muhabbet gelecek. Benim bu hisler dükkânında vermek istediğim hakikat “muhabbetullah”; Allah sevgisi. O’na muhabbetin ve O’nun yarattıklarına şefkatin hislerini geliştirecek. Hislerini; yani beni mutlu edeceksin. Ben mutlu olursam sen de olacaksın. Yoksa O’na varmayan hiçbir düşüncende anlam, hiçbir duygunda lezzet bulamazsın.

Aniden içimdeki daralma geçmeye, sinirlerim yatışmaya ve ferahlamaya başladı. Damarlarımdan bütün bedenime bir sıcaklık yayıldı. Ellerim, parmaklarım bu sıcaklıkta can buldu. Candan su kaynağına pembe zerreler uçuştu. Zerreler, üzerine “huzur” yazdılar. Ve sular pembe akmaya başladı. Güneş pembe güldü. Su kanallarının iki tarafındaki mekânlar; çorak alanlar, kayalıklar, çamur kaplı yerler, çöller pembe çiçeklerle donandı. Bu bahardı. Benim baharım. 

“Benim baharım.” dememle ışıklar sönmeye başladı, sesler kesildi ve duvardaki harita birden kayboluverdi. Anladık ki buradaki işimiz de bitmişti.

İçerde her şey oyun gibi gözükmüştü bana; dışarıya çıktığımda anladım ki, hiç öyle değildi. Nasıl bir sırdın ceylanım? Kim bilir daha ne hislerin vardı dökemediğin, iç dünyanda ne doğumların vardı? Akan suyun kaynağını görmüştüm. Anlayamadığım; nereye akmış, nerede birikmişti onca su?

.Merak etme, dedi arkadaşım. Hiçbir yere akmadı. Hepsi senin pınarında. Parmağınla dokun gözlerine.

Dokundum. Bir damla yaş. Bir damla daha… Ağlıyordum. Bu bahardı. Benim baharım.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply