İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 3

0

Zihnimde Arşivlediğim Dosyalarım mı Var?

Dükkândan dışarı çıktığımızda yine nerden geldiği belli olmayan bir esintiyle karşılaştık. Rüzgâr sanki bu sokağın diliydi. Önceki esinti rüzgârın sihirli sözleriydi; şimdiki fırtına. Çünkü giderek hızlanıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar öyle bir hale geldi ki, bir anaforun içinde bulduk kendimizi. Çıkan sesleriyle beynimde uğuldayan binlerce yaprak… Birbirlerine durmadan çarpıyor, sanki iç âlemimde olanları bana anlatıyorlardı. Çok garip! Bunlara rağmen bedenimde en ufak bir sarsılma yoktu. Uyuşmuş gibiydim. Fakat nasıl oluyor da savruluyormuşum gibi geliyordu? Zihnim, düşüncelerim adeta yapraklarla havalanıyor, döneniyor, sonra tekrar yere iniyordu. Şakaklarımda sancı… Bir tedirginlik, ürperti sardı beynimi. Çevremi bulanık görmeye başladım. 

Maddî, manevî sıkıntılar da aynen fırtınadaki yapraklara benziyor. Olaylar bir iniyor, bir çıkıyor. Sözler bir çıkıyor, bir iniyor. İlişkiler çalkalanıyor, saatler çalkalanıyor. Güneş bir var, bir yok. Görüntüler bir var, bir yok. Hastalık gibi saran vehimler. Kulağımda bomba gibi patlayan takıntılar. Sırtımda da bir gözüm olsaydı tedirginliği. Nasıl bu kadar şüpheci ve kırılgan olabiliyordum? Bu yüksek gerilimden çıkmalı, yaprakların korkunç uğultusundan kurtulmalıydım.

Yol arkadaşım:

.Kendini topla dedi. Ayakta kalmalıyız. Yoksa sağa sola kaykılıp yönümüzü şaşıracağız. 

Doğru söylüyordu. Tam o anda içimde yine bir farkındalığın belirdiğini hissettim. Sanki bana “Yaprak anaforundaki haline başka bir nazarla bak!” deniliyordu. Ben de baktım. Evet dedim heyecanla, evet… Sanki bütün bunlar uyuşan bedenimi harekete getirmek için oluyordu. Rüzgâr yüzüme, göğsüme, bacaklarıma bir kamçı gibi vurdukça vücudum uyuşukluğundan uyanıyordu. Fırtına, anafor ve sükûnete uyanış. Zahirde ne kadar karmaşık. Ama düşünürsek hikmet.

Bu fırtınaya benzer sıkıntılar da yolcuyu yoldaki tehlikelere, gaflete karşı uyarıyordu. Yani çektiğimiz acı, tehlikelere karşı ayakta kalmamız için bize dikkatimizi toplatan bir arkadaştı. Monotonluktan perdelenen gözlerimiz. Tek düze, gayesiz, iz bırakmayan yürüyüşlerle tükettiğimiz yaşam. Ve hayalin, coşkunun, umudun üzerinde zamanla biriken tozlar…  Peki biriken bunca toz, nasıl kalkacaktı üstümüzden? 

Çok tuhaf… Bu farkındalıkla fırtına azaldıkça azaldı. Havadaki bulanıklık dağıldıkça beynim aydınlandı ve etrafımı görmeye başladım. Her şey çok çabuk değişiyordu burada. O an tam karşımızda bir kapı belirdi. Kendimize gelmek için önceki dükkâna daldığımız gibi içeriye daldık.

İçeride bir tuhaflık vardı. Neydi sebebi, anlamama fırsat kalmadan bir ses duydum:

.Havada hiç fırtına emaresi yokken aniden çıkan rüzgârın sebebi demek ki sizsiniz. 

Konuşanı aradı gözlerim. İşaretlerden başka bir şey göremedim. Tavanda, her yerde asılı bir sürü sorular, ünlemler, parantezler, noktalar, virgüller, tırnak işaretleri… Adeta boş yer yok. 

O ses yine konuştu. 

.Bu mekân içeri giren kişiye göre şekillenir. Duvarlardaki, tavandaki işaretlerden korkmayın. Çünkü onlar sizinle oluştular. Yansımalar dünyasına hoş geldiniz. 

Çevreyi tekrar dikkatlice gözden geçirdim. Kimse yok. Peki kim vardı dükkânda? Bizimle konuşan neredeydi? Neden gizleniyordu? Fakat söyledikleri doğruydu. Belli ki bu dükkânın da kendine has bir üslûbu vardı. Öylece ayakta olacakları beklemeye koyuldum.

Ünlemler, noktalar ve ben. Bir de dile dökemediklerim. Bilhassa sorular ve tırnak işaretleri… Bizler bulunduğumuz mekânı genellikle kendi ruh halimize göre şekillendiririz. Bilinçaltımızda ne varsa orada onun kokusunu alırız. Neyin hayalindeysek onun gözlüğüyle görürüz. Hangi duygulara boyanmışsak o rengi taşırız. Burada da gerçekleşecek olan, belli ki gerçek görüntüsüyle değil, iç âlemdeki yansımasına göre dile dökülecekti. O zaman bu gördüklerimin her biri, benden yansıyanın birer fotoğrafıydı. Ne çok sorum varmış ve ne çok gizlendiğim tırnak işaretlerim. Çok şey mi biriktirmiştim içimde? Dükkânda hareket edilecek yer kalmamış gibiydi. Zihnimde arşivlediğim dosyalar demek ki hayli kabarıkmış. 

Arşiv odaları… Raflarda yan yana, üst üste dosyalar, klasörler. Kendine özgü küf kokusunun loşluğa karıştığı mekânlar. Eğer kendime hazırladığım yaşam buysa -dikkat etmezsem- benim çürüyebileceğim mahzenim olabilirdi. Ürperdim. Kendini tanımanın gerekliliği ve derinliklere inmedeki sır, tahminimden de önemliydi. Ama önce sabredecektim. Tavandan sarkan, duvarlarda asılı duran bir sürü işaretin içinde ceylanımı bırakamazdım. Uzanan elini tutup oradan çıkarmalıydım. 

Ceylan’ım demeliydim. Gölün de kurumadı, yeşil çayırların da. Onlar hep varlar. Kabahat bende. Sana gösterdiklerimin, görmek zorunda bıraktıklarımın hepsi sahte yaşamın görüntüleri. Oysa gölün masumiyetine yansıyan “ceylan hayatın” hep var. Hakikat âleminde onlara hiçbir şey olmaz. Bunu görebilmen için çıktım yola. Affettireceğim kendimi; göreceksin.

.Bunca sorular, ünlemler… Bunlarla neye işaret ediyorsun? Neden bu kadar sorun var? Neden her yaklaşıma bir ünlemle “Dur!” diyorsun. Her gördüğünü tırnak içine almak zorunda mısın? Neyi öğrenmek istiyorsun? 

Üst üste sorular… Bu sorularla bir anda kendime geliverdim. Ne demek istiyordu? Neden bu kadar sorum olacaktı ki? İçimden gelen ihtiyaçtan soruyordum elbette. Merak eden, sorgulayan, her şeyi ayıklayan bir yapım vardı. Üstelik bilgiye aç, işin aslına meyyal bu yönümü seviyordum. Benim ünlemlerim, meraklarımdı. Öğrendiğim her hakikatin, yeni buluşların ardından daha da artan heyecanlarımdı. Tırnak işaretlerim, titizlikle odaklandığım önemsemelerimdi. Ama sesin dedikleri, galiba bu yönümden ziyade insanlara yaklaşımımla ilgiliydi.

Konuyu aydınlatmak için sordum:

.Kimler soru sorar? 

.Bir soru işareti seç. Aç ve içindekini oku.

Sesin dediği gibi yaptım. Önceki dükkânda da böyleydi. Aç ve oku. Kolayına kaçmadım. Mekânın en uç köşesine gitmeye çalışarak bir tanesini seçtim:

Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı.

Şeyh Sadi

.Bilen mi soru soruyor? Benim şahit olduklarım hiç böyle değil. Her bildim diyen, aslında neyi biliyor? Her soran da bildiğinden sormuyor. Buradaki bilme, kendini bulmanın bilgisi mi?

Soruma yanıt gelmedi. Mekânı kolaçan etmeye başladım. Ne garip, şimdi ben zihnimi mi seyrediyordum? Zihinler… Durmadan bir şeyler öğreniyoruz da ne içindi? Ter dökmeden, beyin zonklatmadan hazıra konduğumuz bilgiler hayli kabarık. Öğrenilenlerin de çoğu maddî kazançlarımızla, hırslarımızla ilgili. Sorularımızın ardında ya başkasının özeline merak var ya da eleştiri tuzağımız. Zamanı katleden, anlamı harcayan, dostluktan bihaber geçiştirmeler. Emeksiz, özensiz, tek boyutu geçmeyen sorular… 

.Ne yazık ki bunlar da bir dedikoduyu besleyecek, belki de onu trajediye çevirecek türde sorular. Hastalıklı ve çok tehlikeliler. Kökü sağlam olmayan, asaletten yoksun meraklar. Haklısın; içlerinde ne muhatap var ne soranın kendisi. 

Sesin söyledikleri rahatlatıyordu. Fakat görmediğim biriyle konuşmak çok garip. Kim bilir bu yolculukta daha ne tuhaflıklar yaşayacaktım? Bunları içimden geçiriyordum ki yükselen bir tonla adeta kükredi.

.Sen ne tür bir yolculukta sanıyorsun kendini? Sadece seyret, tadını al ve fotoğrafla. Bu kadar mı? Peki, neden buradasın öyleyse? Çünkü kendini bu dünyada garip hissettin. Ait olduğun gerçek yurdunu bulmak için yola düştün ve buralara geldin. Bu gerçek yurt denilenin “Sen” olduğunu anladın anlamasına. Ama hâlâ neden yaşadıkların tuhaf geliyor? 

Girdiğin her dükkân, yurdunda keşfedeceğin ayrı bir köşen. Dükkânda olan her şey, kendinden başkası değil. Vicdan kapısında okudukların senin düşüncelerindi. İradenin yüzü senin yüzündü. Buradaki işaretler de senin zihninin değişik yüzleri. Kükreyen sesle ürktün değil mi? Kendi kendinle hesaplaşmak zordur. Senden başka kimse senin derdine bu denli düşemez. Onun için ses kükrese de sözleri şamar gibi inse de hepsi, uyaran gök gürültüsünden sonra yağan rahmet gibidir. Konuşan, sensin. Ancak bir fark var ki, “bu konuşan” şimdiki sen değil, olman gereken sen. Kâinatın nizamındaki yaradılış planına tam oturan sen. İşte bu “sen”i keşfetmek için yola çıktın. Karar verdin, gayret ettin, çabalıyorsun. Peki en çok ne ile çaba gösteriyorsun? Sorularınla.

Burada işaretleri sen seçiyorsun; çünkü iradeni tetikleyen sensin. Ama şimdi -bir seferlik- ben seçeceğim. 

Konuşma biter bitmez elime bir işaret konuldu: Ünlem ve iki nokta. İçindeki çok manidardı:

Dünyaya geldiğim gibi gitmek isterdim.

Hz. Ömer  

Dünyaya geldiğimdeki ben. Olmam gereken ben. Kâinatın nizamındaki plana tam uyan ben. Dünyaya nasıl bir mükemmellikle geliyorduk… Çocuk masumiyetini, onun saf fıtratını düşündüm. Geldiğimiz gibi olabilmek. Verilen emaneti koruyarak gidebilmek… Ama korumak çok zordu. Bu sözün sahibi Hz. Ömer’se… İçim ürperdi. 

.Şimdi şu diyeceklerimi buradan çıktıktan sonra iyice düşünmeni istiyorum:

Seni sen yapan seni şekillendiren şey nedir? Saçının rengine göre sarışın, esmer; bedenine göre uzun, kısa; tombul, sıskasın. İmkânına göre zengin, fakir. Aradığın haline göre huzur olabileceğini biliyorsun. Peki sorularına göre nesin sen?

“Bir işaret daha seç.” dedi.

Denileni yaptım. Üç noktaydı:

Zihin arı, kitap çiçek, dış dünya da kovan… 

Cemil Meriç / Bu Ülke /s.115

.Peki, ne anladın bu sözden?

.Zihnimiz arıysa bal yapmak için önce okumalı, sonra yaşarken bu dünya kovanında okuduklarımızı işlemeliyiz. Arı balı çiçekten edinir; ama çiçek ve bal birbirinden farklı şeyler. İkisinin arasında arının çabası, emeği, sabrı, fedakârlığı var. Çiçeğin hakikati başka, balın hakikati başkadır. Ben bir şey okuduğumda adeta onunla bütünleşirim. Cümleleri analiz eder, kelimelerle sohbet ederim. Yazarın üslubundan onun nasıl bir ruha sahip olduğunu düşünür, onu anlamaya çalışırım. Yazdıklarından elbet bilgiler edinirim; ama onun hayat yorumunu kopya etmem. Çünkü yazarın yorumu onun ruhunun, benim yorumum benim ruhumun boyasını taşır. Yazarın anlattığından çok başka anlamlar çıkarabilirim. Çıkarabilirim derken çıkardığım yine baldır; ama tadı, rengi, yoğunluğu, kalitesi farklıdır. 

.Doğru söyledin. Anlam bulmak gayret ister, tefekkür ister. Maalesef bu konuda gösterilmesi gereken çaba ve emek gittikçe azalmaya başladı. Çoğu okuyucu, yazarın düşüncelerini ve hislerini kendi balı zannediyor. Hazıra konuyor. Onun bal sandığı, sadece bilgi yığını. Arı bize çiçeği mi getiriyor? Hayır. Çiçekten çıkardığı öze kattığı canını getiriyor. Dünyada gerçek bal, kovanlarda anlam yok. Ancak bir anlama sahipsek onun sorusu, ünlemi, noktası olur. Birçok insan, noktasız uzattığı sözleri arasında sadece virgül kullanıyor. 

.Yaptığımız, sadece zihne taşımak. Bu durumda arının bal yapma sırrına erişebilmemiz imkânsız gibi. Ayrıca her zihin de aynı değil. Yaban arısı da arı; ama onun sokmaktan başka bir görevi var mı, bilmiyorum. 

.Var. Onlar olmasa ekinlerden mahsul alınamazdı. Tarlalar, zararlı böcekler sardığında çoraklaşırdı. Ama saldırganlıkları, her an sokma tehlikesi korkutuyor. Her zihnin de ürettiği güzel şeyler vardır elbet. Ama taşıdıklarıyla düşünceni zehirleyecek olanın zararı, faydasından çok fazla. Bir de günün modasına, popüler görülene takılma varsa, özenti kıyafetleriyle ortalıkta salınanlar gibiyse herkes. 

Yazık! Âdemoğlu bu hale düşmemeliydi. Oysa zihin, kitaba dalar gibi varlık âlemine dalsa. Bulduğu tecellileri içine çekebilse. O zaman zihnin yaptığı balın tadı öylesine yayılır ki iç âleme; göz neye baksa güzeli görür, kalp neyi yaşasa “hayırdır” der. İşte gerçek huzur, o zaman meydana gelir. Haydi bir tane daha seç!

Bu sefer hareket etmeye gerek duymadan başımın tam üstündekini aldım.

.Elinde tut, açma sakın! Sen neden geldin buraya? 

.Kendine baktım, halimi, kaygılarımı düşündüm. Çaresini sordum, soruşturdum ve sonunda burayı buldum. 

.Yani emek sarf ettin. Sabrettin. Ve soru sormaktan korkmadın? Çünkü merak ediyorsun. Peki, neden?

.Çünkü bir gerçeğin peşindeyim. Kendimle ilgili bir hakikatin. Onu arıyorum.

.Yani sen bir insansın ve bir problemin var. Nerede o problem? Zihninde. Zamanla oluşturduğun düğümlerde. Onları çözebilmek için sorular sordun kendine. Soru sormak ancak düşünenin, farkındalığa sahip olanın işidir. Soru soracak hale gelmek bir olgunluk meselesidir. Problemin farkında olmayan, çözme arayışlarına girer mi? 

.Nasıl girsin ki? Çevremde benim yaşadıklarımı yaşayan çok. Ama bu sokağı, bu âlemi tanımıyorlar. Çünkü buraya gelmeyi akıllarına bile getirmiyorlar. Haklısınız, benim onlardan farkım cesaretim ve gayretim. Ama yine de ümidi kesmemeliyim insanlardan. Çünkü başa gelenler farkındalığı tetikleyebiliyor. Hiç tahmin etmediklerimle burada karşılaşabilirim. Bu sokakta yavaş yavaş şunu anlamaya başladım: Kötümserlik, eleştiri, uzaklaşma kolay iş. İyimserlik, hoşgörü, karşındakine zaman tanımak ise zor. Galiba benim problemimde biraz da bu vardı.

.Şimdi elindekine bak ve onu açarak oku.

Elimdekine baktım. İki tırnak işaretini seçmişim. Demek ki yazıda özellikle vurgulanmak istenen bir söz vardı. Bu, bana bir uyarı da olabilirdi. Açtım:

İnsanı gördüklerinden ibaret sayma. Göremediklerinde ara. İçidir hakikatin resmi, dışı sadece bir manzara.

Hz. Mevlâna

Tahmin etmeme rağmen bu kadarı da olmaz dedim içimden. 

.Şaşırma! Bu yolda ilerledikçe iç âleminde şimdiye dek oluşan sisler dağılıyor. Karmaşalar çözülüyor. Perdelerin kalkıyor. Arşiv odasının camları açılıyor. Küf çıkıyor, hayat giriyor. Zihnin, aklın, kalbin kendinde var olanı daha net görecek hale geliyorlar. Elindeki bu hikmetli sözü daha okumadan dillendirmenin sebebi hep bunlar. Unutma! Her soru bir adım gibidir. Bir soru sorarsın; önün açılır ve adımını atarsın. Sen de sana yakışanı yaptın. İradenden sonra zihnindesin. Her köşeyi gereksiz, yanlış olandan, istiflediklerinden temizledikçe gerçek kendini bulma yolundasın. Her adımda varoluşunda programlanmış değerlere, gerçek düşüncelerine ve duygularına yaklaşıyorsun. 

Bu olanlar çok heyecan vericiydi. 

.Yalnız, benim adımlarım hayli fazla. Bu kadar adımla kim bilir daha nerelere yürüyeceğim?

.Sevin; ama tedbiri elden bırakma. Her an bir şeyler değişebilir. Çünkü her merak; hatta her şüphe ve her soru zihin âlemini titretir ve onu harekete geçirir. Çevrende ne yaşanıyorsa, ondan süzülenler zihnine durmadan akıyor. Bunların iyisi de var, kötüsü de. Bu dükkânda asılı olan işaretler, akan şeylere zihninin birer tepkisi. Yol uzun, hazne geniş, akan değişken. Hep tetikte olmalısın. Zihninde sürekli çatışmalar olacak. Hangisi seçilecek? Ne ile ilgileniyorsan onu seçeceksin. İsteyerek, kendi dileğinle, iradenle sahipleneceksin. En çok neyle meşgulsen o baskın çıkacak. Baskın çıkan, zihnindeki levhalara çizilmeye, yazılmaya başlayacak.

.Kısacası zihnim ya kirlenecek ya parlayacak. Az önce ne çok sevinmiştim. Şimdi ise söyledikleriniz ürpertiyor. 

.Bu yoldaki yolculuk, sınava girmek gibidir. Biraz evvel “Bir gerçeğin peşindeyim. Onu arıyorum.” demedin mi? O zaman demek ki bir sınavdasın. Sınavın özelliği, sorulan sorudadır. Bu sebeple soruyu iş olsun diye sormayacaksın. Çünkü zihnini şekillendirmede büyük tesiri olacak. Kısacası sorunun kalitesi yine sana dönecek. Her zaman ağzından çıkan sözlere dikkat et. Neden yeni kapılar açabilmen için hep bilgelerin, ariflerin sözlerini seçtiriyorum sana? Bir düşün. Bilge sözleri aynı ayçiçeklerine benzer. O sözlerin her kelimesi, anlamını sadece güneşten alır. Çünkü onların hem akılları hem kalpleri sadece güneşe dönüktür. Burada istediğin kadar işaret seçebilirsin. Her biri kendini arayan, sorgulayan ve farkındalığının tadını alanlar için var. Bu dükkânı sana özel hazırlanılmış bir sofra gibi de düşünebilirsin. Sofradaki her nimetten alacağın lezzet, iştihanı artıracak. Sorduğun her soru, fikir kaliteni geliştirecek. Böylelikle düşünce kaynağın coşacak ve sen tatmin olacaksın.

Dolduruluşa gelmek denir ya, bu sözlerle öyle heyecanlanmıştım ki, refleks halinde benden istenmeden bir işaret seçiverdim:

İnsanın zihni ya işe yarayan ya da zararlı otlar yetiştirir; bu sebeple işe yarayanları mevsiminde sulamalı, yaramayanları da söküp atmalı.  

Francis Bacon

Zihnim ve orada yetişen otlar… Zararlısı, yararlı olanı iç içe. Muhakememin sınırları genişledikçe genişleyen toprak alanım. Bir de çok sevilen, fikirlerine hayran olunan dostlar varsa. Sorularımla adeta çembere aldığım yarenlerim varsa. Hele birisi… Muhteşem tespitleri, birbirinden taze fikirleri… Aynı nisan yağmuru gibiydiler. Çiftçinin beklemesi gibi bekliyordum sohbetini. Nereye gitti o günler? Giderken benim heyecanımı da şevkimi de götürdüler. 

.Anlaşıldı; çok kederlisin. Mevsimlerin değişmesi nasıl yazılan bir yazgıya bağlıysa senin de yaşadıklarının elbet bir yazısı var. Yazan belli de yine onun izniyle böyle yazılmasında senin hiç mi katkın yok? Yolcuysan yol burada bitmeyecek; devam edecek. Sana sunulan bu hayatta hedefine varabilmen için sokaktaki her dükkâna birer görev düşüyor. İradeninkini öğrendin. Benimki ne olabilir?

.Verilen her karar-tercih kimden yana yapıldıysa, onu tanımaya, bilmeye götürür. Tanıdıkça yaklaşılır. Yaklaşıldıkça onun hakkında daha çok bilgi edinmek istenir. Bilgiyi elde eden akılsa ve aklın hanesi de zihinse sizin göreviniz “Allah hakkında bilgilenmek” olmalı. 

.Doğru bildin. Hakikat dilinde buna “mârifetullah; Allah’ı tanımak” denir. Şunu aklından hiç çıkarma! Her anı anlamlandırmak istiyorsan onu tamamlayacak hakikati de bulmalısın. Bu da sadece Allah’tır. O’nda tamamlanmayan cümlenin anlamı yoktur. Hakikati orda burda arayanlar, bulduklarını sanıyorlar. Anlamsız soluklarında harcanılanın, esasında kendi hayatları olduğunu bilmiyorlar.  

Hayatın bir cümle, sen bir cümlesin. Kalem senin ömrünü yazarken mürekkebi Yaradan’dan gelmiyorsa yazman kısa sürecek. Bu da elem ve hasret demek. Hasret duyduğun şey, ne kadar değerli de olsa Gerçek Mevlâ’ya ulaşman için sadece bir sebep. Anlamını göklerden almayan eser, bugüne kadar yazarına hiçbir şey katmamış. Böyle bil!

 Sesin tonundan, son cümlenin vurgusundan anladım ki buradaki işimiz de bitmişti.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply