İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 2

2

İşte Bu İki Tercihin Arasındaki Sınır Benim

O da neydi… Muazzam bir kapı. Sırf aynadan. Güneşten aldığını her yana serpen bu cömertliğin karşısında öylesine kalakaldık. Bu tecellinin gölgesinde ne kadar küçüktük. Neden sonra billur kapı ardına kadar açıldı ve adeta hayallerin üzerinden kayar gibi giriverdik.  

Önümüze iki kapı çıktı. Birinin üzerinde “Bedene ait” yazıyordu, diğerinde “Ruha ait.” Aradığımız, ikinci kapının ardında olmalıydı. Önüne geldiğimizde bu kapı da kendiliğinden açıldı. Karşımıza bir başkası daha çıktı. Nasıl bir çarşıydı burası? İç içe kapılardan mı geçecektik? Kapının akarsu gibi duru, ay ışığı gibi nurdan bir rengi vardı. Üzerinde, yazılı boydan boya bir tabela. Okumak için yaklaştık:

Ey yolcu!
Demek ki aradığını bulacaksın. Çünkü beni buldun.
Peşinde olduğun hakikati aramaya meylettiren benim. Doğuştan özüne yazılmışım.
İçindeki cevherin saflık ölçüsü benim. Ben bir hakikat miyarıyım.
Manevî güneşlerin doğduğu şafak benim.
Ben Vicdan’ım.
Başka âlemlerde başka boyutları arayan beni bulmalı.
Beni bulan, rahat eder, huzur bulur.
Çünkü
‘Gerçek Huzuru Veren’i gösterecek benim.

Bu kapı da öncekiler gibi kendiliğinden açıldı. İçeri girdiğimizde bir sokağın ağzında bulduk kendimizi. Sokak geniş mi, uzun mu, kalabalık mı; anlayamadık? Çünkü etraf görülmüyordu. Sihirli bir rüzgâr esiyor ve o esintiyle neye tutundukları belli olmayan gümüşten küçücük levhaların yüzlercesi döneniyordu etrafımızda. 

Çocuk olsaydım dönen salıncaklara benzer bu levhaları seyrederken kendimden geçerdim. Ama buraya kendimi öğrenmek için gelmiştim. Sokağın her köşesinin bana göstereceği hakikatleri merakla bekliyordum. Gerçek insanın söylediklerini hatırladım birden: 

Sinende neler yaşanır? İçinde kaç âlem dönenir? Nedir latife dediğin, sır dediğin; kalbin, aklın, iraden, ruhun nedir? Önce tanıyacaksın bizleri. Yol arkadaşına bir adres verdim. Yer, bir çarşı. Oradaki dükkânlarda aradığın cevapları bulabilirsin.

Burası verilen adresse demek ki öğrenim başlamak üzereydi. Bu levhalar içimde dönen âlemler olabilir miydi? Heyecandan hareket edemiyor, sadece şaşkın şaşkın bakıyordum. Bazıları ellerime konacak gibiydi. Biri dokundu parmaklarıma, içim titredi; hemen kavrayıverdim. Üzerinde bir yazı: 

Kâinatı örneksiz, mükemmel yaratan; her şeye gayesine uygun kabiliyet ve teçhizat veren FATIR.

Sonra bir başkası:

Kullarına bütün hayır kapılarını sonuna kadar açan, her türlü engelleri kaldıran FETTAH.

Sonra bir başkası daha:

Yarattıklarını koruyan ve her an gözetleyen, onların her haline şahit olan MÜHEYMİN.

Daha sonra bir başkası. Okumam bitince bir yenisi avucumdaydı:

Kullarının günah, ayıp ve kusurlarını örten ve bağışlayan SETTAR.
.

Dünyada bütün mahlûkata merhamet eden, ayrım yapmaksızın nimet veren RAHMAN.

Her levhada bir esma. “Allah kimin hayrını dilerse onun kalbine bir nur bırakır.” der arifler. Sanki O’nun sonsuz isim ve sıfatlarının nurları perdelerden geçerek sineme yağıyordu. Her biri yazılı levha değil de şerbet dolu birer bardak gibi. İçtikçe içesim, içtikçe “Zaman dur!” diye haykırasım geliyordu. 

Zaman dur! Derinde mayalansın gördüklerim. Meltem, es! Göl, söyleş! Nabzımdan kudüm sesi gelir. Ney sesi, yüreğimden. Şuur kanatlanmış, nazar hayran. Ceylan ruhumda derviş hali. Dil şükret! Yürek üfle! An o andır; an açılma vakti.

“An o andır; an açılma vakti.” deyince birden bir şeyi fark ettim: Levhalar bir mesaj verir gibi sırayla konuyordu avucuma. Önce Fatır, sonra Fettah, sonra Müheymin, Settar, Rahman.

Evet, bir mesaj vardı bu sıralanışta. Varlığıma kul olma kabiliyetini veren, gerçek insan olarak yaşamam için beni cihazlarla donatan Fatır, hayra götürecek hayır kapılarını Fettah ismiyle açıyordu. O, yarattığını her an koruyandı. Şu an şahit olduğum da gözeten bir Müheymin nazar değil miydi? Sanki şunları söylüyordu Rabbim:

Kulum çekinme! Ben seni utandıracak hallerini, kusurlarını örterim. Çünkü ben Settar’ım. Affeden, üstünü örterek seni kirlenmekten koruyanım. Çünkü bütün yarattıklarıma olduğu gibi sana merhametim, şefkatim de sonsuzdur. Ayrım yapmaksızın nimet veririm. Tek sen idrak et bunları. Unutma! Ben, senin benim hakkımdaki zannına göreyim. Bana güven, bana dön. Ama önce kendini, ilahî bir öz olduğunu idrak etmelisin.

Bunları aklımdan geçirir geçirmez sihirli esinti duruverdi. Levhalar sanki göğün çekimiyle aniden kayboldular. Yan yana dükkânların sıralandığı bir sokağın karşısındaydık. An işte o andı. İdrake açılma vakti. Hiç düşünmeden tam önünde durduğumuz dükkâna dalıverdik.

Büyük bir oda. Ortada bir masa ve iskemle. Tam karşısında iki koltuk. Son derece sade bir mekân. Masanın üzerinde üst üste kağıtlar istiflenmiş. Kağıtlarla ilgilenen adam, girdiğimizi fark edince yüzünü kaldırdı. O an şaşkınlıktan ne yapacağımızı bilemedik; çünkü tıpatıp bize benziyordu. 

.Şaşırmayın tıpatıp size benzediğime. Buraya kendinizi bilmek için gelmediniz mi? Bilmek, görmek demektir. Ben sizin içinizdeki o bilgiyim. Oturun, dedi. 

Kimsiniz, necisiniz gibi sorulara girmedi. Sadece önündeki kağıtlardan birini uzattı: 

.İnsan en çok kimden emin olmalıdır? Kendinden. Karşısındakini kendi gibi görürse mutmain olur. Şimdi bunu oku. Okuduktan sonra etraflıca düşünmeni istiyorum. Sakın endişelenip aceleye getirme! Burada zamanın sınırı, yaşayana aittir. Onu uzatıp kısaltmak senin elinde. Zamanı elindeki kağıt gibi görebiliyor ve tutabiliyor musun? Hayır. Ama duygunun rengine büründüğünde görebiliyorsun. Kısacası zamanın kalitesini kendi âleminde sen oluşturuyorsun. Burada da yapacağın bu. Onun için okuduğuna verdiğin ehemmiyetle, muhakeme kabiliyetin ve yüreğindeki şevkinle zamanı istediğin kadar uzatabilirsin. Aksini söylemeye kalkamazsın. Yoksa burada işin ne?

Yazıyı okuduğumda bir tuhaf oldum. Geldiğim yer gözlerimin önünde canlandı. Yazı, toplumun sorununa parmak basıyordu:

Bir şeyini kaybedip de kaybettiğini aramaya koyulan kimse; kendini özünü kaybettiğinde onu aramazsa ona şaşarım, hayret ederim.

Hz. Zekeriya 

Ben de biraz onlar gibiydim. Bir kitabım kaybolsa çılgına dönüyordum. Çok basit olaylardan nem kapabiliyordum. Birilerinin nazarında neredeyim derdindeydim. Gittikçe artan alınganlıklarıma anlam veremiyordum. Özümü tam anlamıyla kavrasaydım böyle olur muydum?

Masadaki adam bir şey söylemeden bu sefer iki kağıt uzattı:

İradenin istediği yerde bir yol açılır.

J.R.R. Tolkien

Hayret! Nasıl bir şeydi bu? Yine tam isabet. Evet, sıkıntı çekerken içimdeki sesin uyarmasıyla uyanmıştım ve kendi isteğimle gelmiştim buraya. Birçok insan da benim gibi yaşadığı topluma uyamıyor, yaşama katlanamıyor ve acı çekiyordu. Ancak aralarında arayışa çıkan nerdeyse yok gibiydi. Çok şükür, ben irademle istemiştim. Bunun üzerine yardım edilmiş, yol haritası çizilmiş, iç sesim; gerçek varlık özüm ve “gerçek insan”la buraya yönlendirilmiştim. Vardığım her kapı kendiliğinden açılmıştı. Demek isteyene yol açılıyordu. O zaman başkalarının kayıtsızlığı değil, kendime gösterdiğim kayıtsızlıktı benim problemim.

Hakikat, asla kalabalıkların etrafında toplanabildiği bir şey olmamıştır. 

Nurettin Topçu  

Senelerce aklıma, mantığıma güvenerek elde ettiklerim yetmiyordu işte. Bundan dolayı aradığımı ancak içe dönerek bulabileceğim hatırlatılmıştı. Onun için buradaydım. Denilenleri harfi harfine uygulayabilirsem edindiğim bilgiler iç dünyamda harmanlanacak, öz kabuğundan ayrılacaktı. Ancak kalabalıkta yalnız olmak, bir tek benim gerçeğim miydi? Çünkü bilge kişilere göre arayanların çoğu, kalabalığın içindeki yalnızlığı yaşayanlardı. Çünkü çoğunluğun ne zamanı ne mekânı onlara göreydi. Onlar farklı boyutların insanıydılar. 

Bir kağıt daha uzatıldı:

Bütün iyiliklerimiz ve kötülüklerimiz irademizin esiridir.

Epiktetos

İradeyi, insanın maddî ve manevî özelliklerini ortaya çıkaran, hayata sunan bir ele benzetirdim. Peki bu eli kim uzatıyordu kullanmam için? Her şeyimi düzenleyen, programlayan. Peki yaradılışım neye göre programlanıyordu? Soruyu içimde tam cevaplamaya hazırlanıyordum ki başka bir kağıdı elimde buluverdim. Ne acayip bir durumdu? Burada bilgilendirecek, sorularıma cevap verecek birini beklerken soru soramıyor, sadece okuyor ve değerlendiriyordum. Ancak ne gariptir ki verilen kağıtlarla kendi kendimi adeta çözer duruma geldiğimi fark ettim. Demek ki aradığım malumat zaten bende vardı da idrakinde değildim. Anladım ki bu bir farkındalık, anlam bulma eğitimidir. 

Kağıdı okuduğumda haklı olduğumu anladım: Bir ayetti:

Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım.

Zariyat / 56

Evet. Bir hedefe doğru yönlendiriliyordum. Neler olmuştu şimdiye kadar? Fıtratımdaki sırlı yazıların ortaya çıkması için önce dev aynadan geçmiştim. Sonra ruh kapısından ve ardından vicdan kapısından… Bu sokağa gelmiş, adeta dükkâna itilmiştim. Ve burada benden uzatılan kağıtları okumam, onlar üzerinde düşünmem isteniyordu. 

“…yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye.”  İnsanların çoğu Allah’ı bilir. Çünkü yer, gök, her şey O’ndan haber verir. Nefes almadan atmosferdeki oksijenin ciğerlere uyumuna, yaradılıştaki muazzam düzene kadar her şey. Ve bu bilgiyi yeterli görür, çoğumuz kendimizi kul zannederiz. Ancak yaşamımız mercek altına alındığında görülenler hayal kırıklığına uğratacak; aklımızdaki şüpheler, kalbimizdeki vehimler “Bu, Allah’a nasıl kulluktur?” dedirtecektir.

Ne Garip! Bir farkındalığı daha yaşıyordum. Ne zaman bir şey düşünsem, hissetsem sanki düzenlenmiş program var da onun düğmesine basıyor gibiydim. Çünkü arkasından birtakım haller gelişiyordu. Ayeti düşünürken de aynısı oldu. Aklım aynı gonca gibi açılmaya başladı. Tefekkür, böyle bir uyanmaydı demek. Kelimeye dokunuş bir açılışı getiriyordu. Şu an zihnimden geçenler de acaba bir mesaj olabilir miydi?

Allah’ı sadece bilmek asla yetmeyecek insana. O’na kulluk edebilmek için emirlerinin uygulanma, gereken ibadetlerin yapılma da gerekecek. İki seçenek çıkacak karşımıza: Ya uygulayacağız ya tembellik edeceğiz. İşte tam bu noktada atacağımız ilk adım, irademiz olacak.

Bir anda hiç düşünmeden soruverdim. Sesim elimde olmadan biraz yüksek çıkmıştı:

– Siz kimsiniz? Siz neyi temsil ediyorsunuz? Hiçbir bilgi vermiyor; sadece beni yokluyorsunuz. Öğrenmek istiyorum: Neden hep iki tercihin ağzında buluyorum kendimi? Okumamı istediğiniz her yazı, her düşüncem beni neden hep “irade”ye götürüyor?

Adam tebessüm etti:

.Yavaş ol! Heyecanlanma! Dikkat edersen hiçbir yerde adım yok. İşaret yok. Üstelik sana kendimi de tanıtmadım. Sadece “Ben sizin içinizdeki o bilgiyim.” dedim ve kağıtlar verdim okuman için. Bunu ben dükkâna giren herkese yapıyorum. Dikkat ettin mi? Dışarda dolaşan çok az insan var. Bazı günler hiç denecek kadar. Gelenlerin çoğu da senin vardığın sonucu bulamadan buradan çıkıyor. Ama sen buldun beni. Sorularında haklıydın. Evet, ben iradeyim. Senin iraden. Ve bunu kararlılığınla, potansiyelinle ve hakikate açlığının şiddetiyle buldun. 

.Kararlı olmam ve hakikate bu denli açlığım normal değil mi? En başta ruhum, vicdanım, sonra kalbim ve aklım bu dünyaya sığamazken başka nasıl davranabilirim? Huzursuzum. Onların sığacakları, soluklanacakları yeri bulmalıyım. Çünkü inanıyorum ki o yer, benim huzurum olacak. 

.İnandığın doğrudur. Arif olanlar bu dünyada huzurun lezzetini nerede bulmuşlar? Vicdanda. Bu sokağa gelmeden önce geçtiğin kapıdaki yazıyı hatırla:

Manevî güneşlerin doğduğu şafak benim. Ben Vicdan’ım. Başka âlemlerde başka boyutları arayan, beni bulmalı. Beni bulan, rahat eder, huzur bulur.

Demek ki hakikatini bulduğun vicdanın ardında manevî güneşler var. Her güneş, doğarken canına selâm vererek hayatına selâmet, huzur getiriyor. Sen huzuru tattığında ruh da beden de nasiplerini alıyor. 

.Peki vicdan bu huzuru nerden, nasıl bulur? diye soracaktım ki sorum ağzımda kalıverdi. 

.Kapıdaki yazının sonunu belli ki unutmuşsun. Ben söyleyeyim:

Çünkü ‘Gerçek Huzuru Veren’i gösterecek benim.
.

Kelimelere dikkat et. “Gerçek” huzur. Demek ki huzur diye nefsin insana yutturduğu sahte duygular varmış. Sultan hazinesinden cevher taşıyan, boncuğu ne yapsın? O’nun bahçesinden has gül devşiren, ısırganlara nasıl dayansın? Tabii ki ruhun, kalbin, aklın; vicdanında hep var olan cevheri kaybetmemek, gülü koklamak isteyecektir.

Dikkat edeceğin bir kelime daha var: “Veren.” Huzur sana verilen bir şey. Vicdanı yaratan Allah, ihtiyaç duyulanları da vicdan eliyle kuluna verir. Huzur vicdanın olduğu yerdedir. Aynı çiçekli dallara konan kelebek gibi. Çiçek, dal yoksa kelebek arama! Peki senin dalların, çiçeklerin bu durumda ne oluyor? 

.Biraz önce verdiğiniz kağıttaki ayette bildirilen hakikat. 

.Çok güzel. Beni sevindirdin. 

“Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım.” ayetini bu sefer kendisi okudu ve devam etti. Yaradan’ın yarattığından bir muradı var bu ayette. Yaradılış gayesini ortaya koyan bir hakikat. Nedir bu gaye? 

.Kulluk. 

.Ve bir de ibadet değil mi? İbadet bütün manevî değerlerin, yeteneklerin gücü ve koruyucusu. Onunla hem kulluğun pekişiyor hem imanın ziyadeleşiyor hem vicdanın arınmışlığını koruyor. Ancak bu gücü isteyenlerin yanında istemeyenler de var. Seni yine iki tercih arasında bırakıyorum. 

.Ve siz de bu iki tercihin arasındaki sınır oluyorsunuz; yani iradem. 

.Buradan bayağı kârlı çıkacağa benziyorsun. Beklediğim cevabı verdin. Şimdi diyeceklerimi çok iyi hazmet! Her tanımak bilmeyi getirir. Sonra bilmek muhabbete, muhabbet de emniyete götürür. Emniyete erince irade seçeceği yeri net görür ve o yere doğru rahatça yol alır. Aklın ve kalbin beni kollayan iki kuvvet. Onlar gayret edip kendilerini koruduklarında istikametten sapmazlar. Ayakları kaymadığı içinde de benim bu yolda isabetli, doğru kararlar almam kolaylaşır. Böylelikle senden çıkan her fiil, senin yüz akın olur. Bu hakikati aklın anladığında, kalbin tasdik ettiğinde bana da onları dinlemek ve fiile geçirmek düşer. Yani kararı veren ve bu kararla yola ilk düşen hep ben olurum. 

Diğer dükkânları dolaştıkça şunu çok daha iyi idrak edeceksin: Kendini bulmanın anahtarı benim. Benimle doğru karar verdiğinde bereketi aklına ve kalbine yeni bir idrak, nur olarak yansıyacak. Yansımayla vicdanda huzur tazelenecek. Ruhun özgürleşecek. Kısacası hepimiz, yaradılış nizamında boy atan bir ağaç gibiyiz. Kimimiz kök, kimimiz gövde, kimimiz dal, kimimiz yaprak. Ama hepimiz bir meyve için yaşıyoruz. O meyve de sensin, dedi ve ayağa kalktı. 

.Bir isteğim daha olacak sizden. Buradan sonra hangi dükkânı gidelim?

.Belirli bir sıralama yok. Çünkü mizaçlar farklı olduğu için, insanın mevsimine göre olaylar da farklı etki bırakabiliyor. Bir meselenin çözümü veya bir hakikatin ortaya çıkması için yapılacak görev taksiminde kalp, his, akıl, zihin, vicdan yer değiştirebilir. Bir gün başta, bir gün sonda olabilirler. Buraya benimle; iradenle geldin ve yollar kendiliğinden açıldı. Aynı şey bundan sonra da olacak. Sen şimdi arkadaşınla çık ve sonrasını oluruna bırak.

Anladım ki buradaki işimiz bitmişti. Ve kalktık. Dükkândan dışarı adım atarken başka türlü bir güç hissettim kendimde. İradenin dediği gibi buradan alacağımı alarak bayağı kârlı çıkıyordum. Kudretin eliydi yolumu açan, rahmetin eliydi elimden tutan. Şükrettim:

Ne eken bendim ne suyunu veren
Var olan, içimde yeşerirken.
Yaşam denilen şey ya evet ya hayır.
İki yol ağzında zorlu bilmece.
Neyi düşünür, neyi beklerdim hâlâ
Çözüm irademse…

Seninle birliğim senden ırılmaz1,
Hayat seninledir sensiz dirilmez.

Benim münacatım senden yanadır,
Sana varan yolum sensiz varılmaz.

Varlığım sendedir ben bir aletim,
Sun’ ıssı
2 sunmasa alet kurulmaz.

Alet ve hareket kamu senindir,
Onunçün işine kimse karılmaz3.

Yunus Emre / Divan-ı Yunus Emre / 107

1. Irılmaz: Uzaklaşmak, ayrılmak.
2. Sun’: Maharetle yapıp meydana getirmek. / Issı: Sahibi.
3. Karılmak: Karışma
Paylaşın.

Yazar Hakkında

2 yorum

  1. ‘Bir şeyini kaybedip de kaybettiğini aramaya koyulan kimse; kendini özünü kaybettiğinde onu aramazsa ona şaşarım, hayret ederim.’

    Bu alıntı Søren Kierkegaaard’ı anımsattı:

    “dünyada çok sessiz bir şekilde olabilecek en büyük tehlike; sanki orada hiçbir şekilde hiçbir şey olmamış gibi birinin kendini kaybetmesidir. başka hiç bir kayıp böylesine sessiz bir şekilde olamaz, diğer her kayıp – bir kol, bir bacak, beş dolar, bir eş vb.- muhakkak fark edilir.”

    “mesele kendimi anlamamdır, tanrı’nın benden yapmam için ne istediğini görmemdir; mesele benim için gerçek olan bir hakikat bulmamdır, uğruna yaşayabileceğim ve ölebileceğim fikri bulmamdır.”

    Selamlar.

    • Selâmlar…
      Günümüzde insanın en zorlandığı şey, bir parmak temasıyla her türlü bilginin önüne geldiği şartlarda neye inanacağını belirleyememesi, doğruyu bulamaması ve oluşan kafa karışıklığı, kalbî bulanıklık.

      Sören Kierkegaaard’ın belirttiği gibi uğruna yaşanabilecek ve ölünebilecek fikri bulan, bunu aşabiliyor. Çünkü fikir onu“sonsuz olan”a götürüyor. Ve sonucunda böyle bir insan geçirdiği zamanı hayata, mekânı güzelliğe, çevresini huzura çeviriyor.
      Bu fikri bulanların çoğalması dileğiyle.
      Elif Kaya

Leave A Reply