İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 11

0

Sırların Masası

Varlığın ruhundaki ritim, kâinattaki en güzel müzik. Çünkü dinlenilen, yaradılıştaki saf ses. Dışarıdan katkı yok. Varlığı besteleyen Bestekâr her notayı en mükemmel şekilde düşünmüş. Varlığın ruhundaki şekil, en güzel şekil. Çünkü görülen, yaradılışındaki saf görüntü. Çizgilerine, rengine el değmemiş. Sanatçı’nın elinden ilk çıktığı gibi. Her çizgi, her gölge, her şekil hesap edilmiş. 

Belki de rüzgârı bu nedenle çok seviyorum. Ağaçlara bakmaya doyamıyorum. Rüzgârla ağacın bütünleşmesini, yaprakların içten içe titreyişlerini bıkmadan seyredebilirim. Rüzgâr! Varlıktan kendine kardeş seç deseler, seçeceğim kardeşim! 

Çevremde her şey kendi dilince varoluşun anlamını söylüyor. Meltem, sahil, dalgalar, dalgaya vuran mehtap… Her varlıkta içten dışa daireler bir gonca gibi açıldıkça kâinatın bu törenine katılmak istiyorum. Ruhumu böylesine coşturan, bulunduğum ortam. Muhterem’le Âdem yanımda değiller. 

.Mekâna anlamı veren, zamandır ve ona misafir olandır Ceylan. Var mısın, bu gece sahile misafir olalım? Dalgaların diyeceklerini başka boyuttan dinleyelim. 

Muhterem’in bu davetine sesimi çıkaramamıştım, ardından Efendi’nin sözleriyle de kalmam kesinleşmişti.

.Benim işim var Âdem. Buradan alınacak nasibi Ceylan’la birlikte değerlendirin. Mehtabı, yıldızları bir de bu âlemde seyretsin. Gündüz semaverin yüreğinde yanan ateşi, gece ney nasıl alevlendiriyor? Bunları yaşasın.

O an Efendi’den ney adını duyduğumda nasıl da sevinmiştim, ne büyük ikramdı benim için… Yan gözle bana bakan Âdem gülümseyerek bu durumu iyice kesinleştirmişti.

.Nasıl dilerseniz Efendim. Bu, Ceylan’ın da hoşuna gidecek.

Böylelikle bu gece misafiriz. Hem sahilin hem mehtabın, yıldızların hem neyin, neyin közünde yanan neyzenin hem Mülkün Sahibi’nin misafiriyiz.

.Allah’a ve kıyamete inanan, misafirine ikram eylesin! diye buyuruyor Peygamber Efendimiz sav. O’nun buyruğu canımız üstüne olsun.

Bir elinde ney çantası, bir elinde büyük saplı fenerle Muhterem ve yere serilecek şilteler ve minderlerle Âdem teşrif ediyorlar. Islanmayacak kadar uzak, kumların kıpırdanışını işitecek kadar yakın bir yer seçiyoruz. Fenerin ışığında birbirimizi rahat görebileceğiz.

Böylesine sıradan bir yer ve sırlar… Anlamam çok zor. İlk bakışta diğer sahillere benziyor; ama kalbimle baktığımda ve dinlediğimde öyle olmadığını yavaş yavaş görmeye başlıyorum. Acaba bu gece mekânın sırrı hakkında bir şeyler öğrenebilecek miyim? 

.Anlamam çok zor deyip de moralini bozma. Sabret! Unutma, sabır sırrın dilini çözecek ayrı bir sırdır. Şimdi sen de sabredersen içindeki merak, bu sırla şuura dönüşebilir. Ve zamanla seni hakikate ulaştıracak güçlü sezgilere sahip olabilirsin.

.Ben bu sırla sadece ceylan masumiyetime kavuşsam… O da yeter bana Efendim.

.Ceylan masumiyetin, nefsinin henüz kandıramadığı safiyet, duruluk… Aynı burası gibi. Sen farkında olmadan ne büyük bir şeye talip oluyorsun, biliyor musun? Bu mekânın sırrına. Buranın sırrı “yaratıldığı gibi olması” ve “yaradılış cevherini muhafaza etmesi.” Üç, dört kelimelik bir hakikat. Söylemesi ne kolay değil mi Ceylan? Ama bunlar ancak bir çocuk için kolay. Çünkü çocuk, safiyeti ve duruluğu elde etmek için hiçbir şey yapmaz. Hepsi Allah vergisidir. Muhafaza etmek için de gayret sarf etmez. Çünkü çocuk bozulma, kötülük nedir, henüz bilmez. Bu da Allah vergisidir. Yani yaradılışı 24 ayar altın. Sonra nefsi uyandıkça içinde kaliteyi bozacak maddeler çoğalır. İşte bundan sonra zorluklar başlar. Sabır cevheri de bu dönemde gerekir.

Muhterem, bir semaverciden çok başka bir hüviyetteydi. Daha oturmadan ayak üstü söyledikleriyle sohbete başlamıştı. Buradaki çay ziyafeti demek ki, hikmet ziyafeti olacaktı. Aynı semaverdeki ateşi körükler gibi gönül körüklenecek, korlaşan âlemden sözler alevlenecekti. 

Âdem’in minderlerle hazırladığı yere oturarak ‘ney’i çantasından çıkardı. Tüm merakım ve heyecanımla fenerin aydınlığında Muhterem’in her hareketini izlemeye başladım. Bir zamanlar neyi üflemeden önce dudağın ve neyin ısınmasının gerekli olduğunu öğrenmiştim. 

Muhterem ilk önce başpârenin1 içini ağzıyla hohladı. Sonra sol el yukarıda, sağ el aşağıda olacak şekilde neyi sağ dizine, başpâreyi dudağının sağ tarafına yerleştirdi. Biraz dinlendi ve sonra dudağını ıslık çalar gibi yaparak üflemeye başladı. İlk önce derinden yavaşça, ardından değişik tonlarda bunu tekrarladı. Sol başparmağıyla adını bilmediğim bir perdeyi kapattı ve vücudunun sol tarafına doğru üflemeye başladı. Üfleme aşaması bir müddet böyle sürdü. 

Çevremdeki her şeyin ilk yaratıldığı gibi olması ne gözlerimle fark edebildiğim ne de aklımla anlayabildiğim bir hakikat. Ama ruhum anlıyordu. Çünkü o da aynı fıtratı taşıyordu. Sahil, gökler, ney ve insan. Hepimiz bu yaradılış özelliğini koruduğumuz sürece kâinatı hem anlayabilir hem de birbirimize hizmet edebilirdik. Acaba buranın sihirli halini bir kerelik de olsa hissedebilen, yaradılışa ters yaşamıyla kendini ziyan etme konusunda hâlâ ısrarcı olabilir miydi?

.Şimdi bunları düşünmenin sırası değil Ceylan! Şimdi göğe bakarak yücelerle sohbet edebilecek misin? Sen ona bak. Gecenin bu sırlı sinesinde gerginliğinin nasıl geçtiğini hissedebilecek misin? Onu yaşa. Denizin sesi, sahilin huzuru, mehtabın elleri, gecenin yıldız gözleri… Her şey birbirinden çok farklı. Ama yine de bu sükûnetin koynunda aynı ritimdeler. Sense hâlâ bu ritme uyamıyorsun. Merakını, heyecanını sustur artık.

Utancımdan ne söyleyeceğimi bilemedim.

.Tamam… Tamam. Üzme kendini. Sen de alış, bizim bu takılmalarımıza. Biz seni sevdik Ceylan. Bunu böyle bil. 

Edebin parmakları öyle dokunmuş ki yüzüne
Apayrı nurla parlar aynı seherler gibi.

Bu tatlı sözlerle rahatladım. Bir müddet sonra ney sihirli değneğiyle önce sahile, sonra dağlara, aya ve yıldızlara dokunmaya başladı. Ses sanki neyden değil, göklerden geliyordu. Nağmeler etrafa yayıldıkça mekânla birlikte başka bir âleme taşındığımı hissettim. Sahil, dalgalar, kumlar nurdan bir tuvale dönüşüyor; sesteki hüzün arttıkça neyzenin hasreti her şeyi kendi rengine boyuyordu. Uzaklara dokunamayan eldi. Neyin sesi ise ulaştığı her yere dokunabiliyordu. Çünkü her nefeste uzak olan yaklaşıyor, gece çözülüyor, öz ortaya çıkıyordu. Bu sarhoşluk hali bir müddet devam etti. Kendimden öylesine geçmişim ki, neyin sustuğunu neden sonra fark edebildim.

Ufukların ardında, seni sürükleyen şey.
Ağır ağır dem çöker, sırra üflendikçe ney.

Bu ateş başka ateş, Ceylan. Seni de sardı değil mi? Bu dem başka dem. Ne semaverde demlenir ne kalpte. Koru çok; ama çok derinlerde. Âdem hep yaşadı bunları. Şimdi sıra sende. 

Her gece bu sahilde sırların masası kurulur. Her varlık kendi hakikatinden bir şeyler getirir masaya. Ay bırakır hakikatini, yıldızlar kucak dolusu taşır. Deniz getirir, kum getirir, rüzgâr getirir. Derken masa dolar. Bu hakikatlerden bir tek davete icabet edenler nasibini alır. Göklerin ney perdelerinden yıldızlar tüter, yakamozlar sim dağıtır. Üfler neyzen, üfler de üfler. Yorulmak nedir bilmez kimse.

Gece boyunca Muhterem, hiç bıkmadan neyi ve sahili anlattı. Bana sorular sordu. Bazen heyecandan ne yapacağımı bilemedim, bazen bir şeyler söylemeye çalıştım. 

.Neyin içi boştur değil mi? Peki neyle dolar o boşluk?

.Neyzenin üflediği nefesle. O nefes hangi duyguyu taşıyorsa onunla.

.Neden çalar değil de üfler tabiri kullanılır, bilir misin? Allah yaratırken bize ruhundan üflemiş. Ben de neye üflerken yüreğimdeki hasreti üflüyorum. O hasret kime? Yaradan’a. Sadece biz mi hasretiz O’na? Kapa gözlerini ve şu anda oluşan atmosferdeki hasreti hisset.

Her tarafım uyuşmuş gibiydi. Bir akım vardı ve ben ona kapılmış gidiyordum. Gözlerimi kapadım. Başka bir âlemin sınırından geçtim. Sadece görmüyor; gördüklerimi içimde hissediyordum. 

.Şimdi ne hissediyorsan anlatmaya başla. Fakat yavaş yavaş, acele etmeden. Derinlerde inci arayan dalgıç gibi, suda kayar gibi, gözbebeklerinden deryayı içine çeker gibi hissederek anlat.

Bu söylenenleri hissetmeye başlamıştım. Birden otomatiğe bağlanmış gibi dilimden irademin dışında cümleler dökülmeye başladı:

– Karanlığın içinden ışıktan bir el uzanıyor ve göremediğim bir yere küçük bir kâsede nur bırakıyor. Kimdir, nedir; bilmiyorum. Sadece söylediklerini duyabiliyorum:

Verdiğimin küçük olduğuna bakmayın. Bu nurun içinde mübarek bir Zat’ın teri, kokusu var. Kullanıldıkça çoğalır, yayıldıkça aydınlatır. Ben kamerim. O el bana dokunduğundan beri her gece kurulan sofralara o nuru ikram ediyorum. Sofrada oturanlara ‘İşte, siz de şahit olun!sözünü hatırlatıyorum.

El kayboluyor. Ardından şimdi de masaya içleri değişik içeceklerle dolu, altından, gümüşten ve billurdan yapılmış bardaklar konuluyor. Masanın üzeri şu anda bir sürü yıldızla ışıl ışıl. Her yıldız bir su kabını bırakarak uzaklaşırken içlerinden sadece bir tanesi konuşuyor:

Bütün bu su kaplarını cennetteki Kevser havuzunun kenarından alarak getirdik. Orada bizim sayımızca niceleri var. Hepsinin içi Kevser suyuyla dolu. Bu su sütten ve kardan beyaz, miskten daha hoş kokulu. Havuz öyle birine tahsis edilmiş ki, Cennet’te elinde altın tasla ümmetini bekleyecek ve oraya gelenlere ikram edecek. Hele senin gibi gençlere Ceylan…  Öyle bir sürprizi2 var ki… Kurduğunuz sofralarınıza bizler de O’nun ikram edeceği Kevser’den dağıtıyoruz. Ki tadını alanlar, Cennete layık olmaya kendilerini hazırlasınlar.

O da kayboluyor. “Hele senin gibi gençlere Ceylan… Öyle bir sürprizi var ki…” derken adımı söylemesi. Bütün bunlar aklımı aşan şeyler. Çok yoğun bir trafik var. Başım dönüyor. Hem de çok hızlı dönüyor. Bu müddet susuyorum. Belli ki bedenim ve ruhum bu frekansı karşılayacak güçte değil. Kendimi zamanın akışına bırakıyorum. Ne Muhterem’den ne Âdem’den bir uyarı geliyor.

Ben bu şaşkınlık içinde bocalarken birden gecenin içinde yankılanan tok bir sesle kendime geliyorum. Bir yerde kapı çalınıyor gibi. 

.Açma! Sakın açma gözlerini Ceylan! Böyle devam et!

Gecenin içinden yine bir el uzanıyor. El yaklaştıkça göğün her tarafında vurma sesleri… Ben geliyorum dercesine, bir tanıtım merasimini bütün gök âlemine sunarcasına yayılıyor. Yaklaşan öyle bir ışık ki, bütün yıldızları içinde toplamış. Ne olduğunu ancak masaya bırakıldığında görebiliyorum. Görmekten ziyade bir şeyler sezinliyorum. Billurdan bir top. İçinden yayılandan kendisi görünmüyor. Dikkatli bakınca billur da diyemem. Sanki ilahî ışıktan yapılmışa benzer. Tarif edebilmem mümkün değil. Ancak hissettiklerimi söyleyebilirim. 

Garip. İçimde tarif edemediğim bir ferahlama, göğe yükseliyormuşum gibi bir his oluşuyor. Kalbimin derinliklerinde kaynak var da kaynıyormuş gibi. Gövdesi göklere uzayan bir ağacın dalında yükseliyormuşum gibi. Sanki şuurum açılıyor da geceyi içimde eritiyormuşum gibi.

Ben Tarık yıldızıyım. Adıma yemin edilen yıldız. Hem karada hem denizde yol bulanlar bilirler beni. Güçlü ışığım ile gecenin karanlığını yararım. Bu gece sofradan nasibini alacak olanın yolu açıktır. Çünkü sofraya bıraktığım, ‘iman nuru’dur.

Korkma, çıkardığım seslerden âdemoğlu! Kapını çalmam, senin hayrına. Her vurmada şuurun ayrı, kalbin ayrı aydınlanır. Geceni delmem, nefsini saran karanlığı delmem, hayrına. İçinde tarif edemediğin ferahlamanın, göğe yükseliyormuş gibi bir hisle kanatlanmanın sebebi nerden gelir dersin? Nasibin hayırdır bu gece. Unutma! Yıldızlarla da insanlar yollarını bulurlar.3 

Bu nasıl bir sofradır? Bir kırıntısının bile değerini anlamaktan acizim. Hangi hisle hazmedeceğim işittiklerimi? İçimden geçenler aynen ifade edildiğine göre hitap demek ki, banaymış. O zaman “Nasibin hayırdır bu gece.” müjdesini nereye sığdıracağım? İçim içime sığmıyor. Gözbebeklerim yuvasına sığmıyor.

.Sakın… Sakın açmayı deneme!

.Muhterem’in gür sesi, şaşkınlığımı aynı Tarık yıldızı gibi delip geçiyor. Tepeden tırnağa duygu yoğunluğundan adeta alev gibiyim. Tam bu sırada denizden gelen bir esinti sahilde şöyle bir dolanıyor. Esinti yayıldıkça alev sönüyor; serinliyorum. Sonra masayı dolanıyor. Arkasından birkaç kez daha. Sonra etrafımda dönerek beni öyle sarmalıyor ki, verdiği huzuru tarif edemem. 

Ben rüzgârım. Sizinle iç içe yaşarım; ama kaç kişi bilir Allah’ın nefesinden olduğumu? Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü rüzgâr Rahman’ın nefesindendir.4 Benim için söylenen bu mübarek sözü kaç kişi düşünür ve sinesini bana farklı bir idrakle açabilir? Yaradan bana ferahlık vermek, rahat nefes aldırmak, dinlendirmek özelliğini vermiş. Her gece bu sofradan nasiplerini alanlara yavaşça dokunur, onları hem serinletir, sakinleştirir hem de onlara gönül rahatlığı sunarım.

Bunları der demez o da kayboluyor. 

Kamer, yıldızlar, Tarık yıldızı, rüzgâr… Her biri kendi hakikatini; daha doğrusu kendi yaşama sebeplerinden bir lokmayı sofraya bırakıp gittiler. Anladığım; sofraya konulan, onların yaratılış hikmetleri. Ne için yaratılmışlarsa onu sundular. Peki, niçin? 

.Aç olana gıda, yolundan çıkana rehber, kendini görmeyene ayna, kendini bilmeyene örnek olmak için. En önemlisi “Kâinat Sofrası”nın adabını öğretmek için. Her varlık o sofraya ne koyacağını, niçin konulacağını biliyor. Sen biliyor musun? 

“Hayır, bilmiyorum.” cevabını verecektim ki, sahilden nasıl geldiğini anlayamadığım bir dalga, masaya bir avuç kum serperek çekiliyor. Bu sefer sofranın yanına gidiyorum. Kum taneleri, diğerlerinin yanında ne kadar sönük ne kadar küçükler…

Bakanlar sadece deniz suyunu emen, işe yaramaz cisimler olarak görür bizi. Ama içimiz de öyleleri var ki, sinelerinden ab-ı hayat5 fışkırır. Onlar baştan başa Hak ile doludurlar. Onlar denizin ve sahillerin erenleridir. Bizler de her gece onları bulup sizlere ilahî sırları açıklasınlar, gönüllerinizi irfanla coştursunlar diye sofranıza davet ediyoruz. Buradan sakın yanına kum almadan ayrılma! Çünkü benim nasıl inciye dönüştüğümü asla unutmamalısın. Sabır acıyı, elemi inci haline getiren sedef. O sedefin içinde ne olur ve ne biter, Yaradan’dan başkası bilmez. Ama sedef açılınca sır zahir olur. Denizdeki kumu inci eden sır, bu kadar kıymetliyse düşünsene– kâinat denizindeki beşeri gerçek insan eden, nasıl kıymetlidir.

.Aç gözlerini Ceylan. Şimdilik bu kadar. Çünkü sabaha kadar bu sofraya sunulan hakikatlere takat getiremezsin. Sofranın sırrı arif olana bir iki örnekle de açılır açılmasına; ama mesele o şuura sahip olabilmekte. İnşallah bu da olur. Dediğimiz gibi sabır gerek. Bu geceden nasibini alabilene ne mutlu. Olanları izledin, dinledin, sofraya gittin, şahit oldun. Peki sen Ceylan! Ne sunardın bu sırlar masasına?

Ne mi sunardım? Eyvah… Ne sunardım?… Ne sunar… Ne su…. Ne… Aklımın içinde sözlerim eriyor, dilim tutuluyor. Seyretmek kolay da uygulamak ne mümkün. Bir anda aynı rüzgâr gibi ötelerden gelen ney sesiyle nefesleniyorum. Ama bu ses… Çok garip. Muhterem’in üflediği neyden gelmiyor mu? 

.Nasıl oluyor bu?

Benden başka kimseden ses çıkmıyor. Şaşırma yok. Sahilde oturduğumuz yer, el fenerinin aydınlığı, yere serili şilteler, minderler, Muhterem ve Âdem. Her şey yerli yerinde. Demek ki olayı kavrayamayan tek benim. Ney sesi tekrarlanıyor. Bir anda nasıl oluyorsa dilim çözülüyor:

.Müsaadenizle elinizdeki neyi sunardım Efendim diyorum.

Gökten gelen bu ikramı idrak ettin Ceylan. Aferin! Kâinatta hiçbir şey kaybolmaz. Üflediğim de kaybolmadı. Gökleri dolaştı, sonra bir nefesi gelip sana cevap oldu. Niye neyi sunardın?

.Kâinat, gezegenler, güneş, ay, canlı-cansız varlıklar. Hepsi bu dünyada görevlerini yapmak için varlar. Ve bu muazzam sistemdeki düzenin, ritmin sebebi, ilahî muhabbet. Her varlığın yaratılışında kim bilir ne hakikatler gizli? Kaç kişi biliyor bunları? Ney bize, dinlemesini bilenlere yaradılışın bu sırlarını anlatıyor. Ney sizin ruhunuzu sese dönüştürüyor. Ben de sesimde varlığın ruhunu taşımak istiyorum. 

Ney sesiyle dinleyenleri coşturuyor, onlara yaradılış hikmetlerini hatırlatıyor. Ne olduklarının, neden olduklarının farkındalığına vardırıyor. Ben de halimle, dediklerimle kim olduğumuzu, neden olduğumuzu hatırlatmak istiyorum.

Neyin içi boş. Boş olmasa üflediğinizi yansıtamaz, içine dolan ilahî sevgiyi her yere ulaştıramazdı. Ben de öyleyim. Nefsin bıraktığı tortulardan, öfkeden temizlendikçe varlıktaki sevgiyi, olayların ardındaki hakikati, eşyanın dilini idrak edebiliyorum. Verdiğiniz nefesle gönlünüzde ne varsa neyden o yayılıyor çevrenize. Ben de tutkulardan kurtuldukça hep ilahî sevgiye, varlığa, rahmete, dayanışmaya dair şeyler söylemek istiyorum.

Neyin değeri cisminde değil, içinde. Boyu dosdoğru ve düzgün. Ben de gerçek değerimin içimde olduğunu bilmeseydim bu yolculuğa çıkmazdım. Ve gayem düzgün, sağlam bir karaktere sahip olmak. 

Neyin kulağa hitap eden bir yapısı var. Dinleme kabiliyeti; tutma, koklama, görme, konuşmadan daha farklı bir hassasiyete sahip. Mesela göz sadece maddî olanı görüyor. Siz ney üfleyerek dinleyen kulağa görülemeyenleri, manevî âlemleri, dilin ifade edemediği hikmetleri verebiliyorsunuz. Gerçek insanın da görevi bu değil midir?

.Ve ayrıca gerçek insanın nefes telleri her dokunuşta “Hû” demelidir. Hû nedir bilir misin Ceylan?

.Hû, “O” demektir. Buraya geldiğimizde dediğiniz gibi üflediğinizde siz havayı değil, neyin yüreğinde yanan ilahî hasretin ateşini körüklüyorsunuz. Neyden yükselen de bu ilahî hasretin alevleri oluyor. 

.Hû diyen neyden nefha-i ilahî yayıldığında bu nefes, dokunduğu her zerreye “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabını hatırlatıyor.

.Onun için mi neyi dinlerken anlam veremediğim dalmaları yaşıyorum? Suskun oluşumun, gözyaşlarının sebebi bu olabilir mi? 

.Bu âlem zıtlıklar dünyasıdır. Derman diye aradığınsa derdinin eşi. Gece, karanlıktır dersin. Nurunu gönderir ay. İçin çekilir, daralırsın. Her dem gönlünde duan varsa, saf ve tertemiz bir damla yaşın varsa dermanını “ney”e söyletir Canan. Gönlün buğusu bazen sözlerinde tüter, bazen gözlerinde… Aynı şimdi olduğu gibi. Sözler ve gözler damla damla düşerken anlama; sen yeniden doğar… doğar… ağlarsın. Ağla Ceylan! Ne güzeldir huzur makamını gözyaşıyla tavaf etmek. Ağla ki, bereketi artsın gökyüzünün. Şimdi gözyaşındaki bereketi anladın mı? 

-.Onun için mi bu mekânın sessiz sinesinde nice dertli, garip huzur buluyor?

-.Ne güzel tanımladın. Burada olmak nefsin gürültüsünden, garipliği hissettiren anlayışsızlıktan uzaklaşmak demek. Bu sebeple sahilin yâreni olana da nice derde, gariplere neyzen olmak düşüyor.


1. Başpare: Baş parçası. Ney’in üst kısmına yerleştirilen, neyden daha pürüzsüz ses elde etmeyi sağlayan ve dudağa temas eden neyin üflendiği parça.
2. Efendimiz (sav) ‘Cennette elimde altın tasla Kevser suyunun başında ümmetimi bekleyeceğim, oraya gelenlere ikram edeceğim’ buyururken ahir zaman gençlerini görünce, elindeki tası bırakır. Bunu görenler; ‘Ya Resulullah (sav), onlara vermeyecek misin?’ diye sorarlar. Resulullah (sav); ‘Ahir zamanda alnını secdeye koyan gençlerle arama altın tası koymak istemiyorum, onlara elimle ikram edeceğim.’ buyurur.
3. ‘Ve alâmetler (işaretler) ve yıldızla onlar, yol bulurlar.’ Nahl/16
4. ‘Rüzgâra sövmeyin, çünkü rüzgâr, Rahman’ın nefesindendir.’ Hâkim el-Müstedrek
5. ‘Kum gibi ömür suyunu emen, bizi tüketen boş sözler olduğu gibi, içinden ab-ı hayat fışkıran kum da vardır. Bu kum pek az bulunur. Sen git de içinden irfan coşan, ilâhî sırları meydana vuran kumu ara. Evlâdım, işte yukarıda anlatılan o kum Allah adamıdır. Allah adamı, kendi benliğinden kopmuş, kendinden ayrı düşmüş, Hakk’a ulaşmıştır.’ Hz. Mevlâna
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply