İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 10

0

Ömrün Rengi Nerde Demlenir Âdem?

.Uyan, Ceylan! Hem hislerin hem düşüncelerin açılsın. Uyan!

Bir anda nerede olduğumu hatırlayamadım. Karşımda Âdem. “Hislerin, düşüncelerin açılsın.” diyordu. Düşünce ve hisler nasıl kapanır, nasıl açılırdı? Ne garip şeydi bunlar? Hiçbirini anlayamadım. Bildiğim, kendimi yemyeşil bir boşluğa bıraktığımdı. Sanki yüzüyordum.

Ne oldu, neden? Bilmiyorum. Etrafımı saran yeşillik, aniden görünmez bir hortumla çekilmeye başladı. Sanki yemyeşil bir gökyüzündeydim de bulutlar bilinmez bir güçle yutuluyormuş gibi. Bulutlar çekildikçe yavaş yavaş ortaya çıkıyordu evler, arabalar, insanlar… Ve yaşamın aşina çizgileriyle karşı karşıyaydım. Okunan ezan, Âdem’le namaza yetişebilmek için hızlı yürüyüşümüz, camiden çıkış ve dünya. Her şeyi bir anda gözümün önünden geçirerek nerede olduğumuzu anlamak istedim. Eve dönüş yolundaydık. Demek ki kaldığım yerden Âdem’le devam ediyorduk.

Peki, neydi biraz önce yaşananlar? Sanki bir hayal gemisiyle sır dolu bir karaya çıkmıştık. Zümrütten bir âlemin içinde dolaşan misk ceylanlarını az evvel bu gözlerle seyretmiştim. Şimdiyse neredeydiler? İçime bir hüzün çöktü. Ney sesi, reyhan, yasemin, karanfil kokuları ve sohbet. O güzellikleri bir daha yaşayamayacak mıydım? Hepsi avuçlarımdan kayıp gitmişti. Devam edebilseydi…

.Eder, eder… Sen iste, açılsın kapısı. İstemek, senin anahtarın.

Bir anda sesin geldiği yere döndük. Yaşlı, muhterem bir zat. Âdem koşarak eline sarıldı ve öptü. Ben de ürkerek yanına gittim ve elini öptüm. Hayret… Misk kokuyordu.

.“Sen iste, açılsın kapısı.” dedim. Doğrudur; ama sakın kapının herkese açılacağını zannetme! Açılması için ceylan olmak gerekir. Masum, hassas, temiz, edepli bir kalp gerekir. Nerden bulursun bu ceylanları Âdem? Belli ki bu da miski taşıyanlardan.

.Öyledir Efendim.

Âdem’in bu denli heyecanlı, adeta bir çocuk gibi mahcup haline çok az şahit olmuştum. Belli ki çok muhterem bir zattı. Kimdi? Soramazdım, saygısızlık edemezdim. Elbet günü gelince bana açıklanırdı. Zaten alışmıştım bu tür sırlı olaylara. Sabırla beklemeyi de öğrenmiştim. Ancak merakım hayli zorluyordu.

.Verdiğin değer kadar yeşillenen, düşündüğün kadar genişleyen ve derinleşen kelimeler âleminde neler buldun Ceylan?

Eyvah! Soru banaydı. Henüz yaşadıklarımın sarhoşluğundan çıkamamışken nasıl cevap verebilirdim? Neleri yaşadığımın bile idrakinde değildim.

.“Ruhlarınızı hikmetli sözlerle dinlendirin. Çünkü bedenler yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.” der Hazreti Ali. Çok mu yorgun arkadaşın, Âdem? Hiç sesi, soluğu çıkmıyor. Onu biraz dinlendirelim mi, ne dersin?

.Siz nasıl emrederseniz Efendim.

.O vakit yola düşelim. Her zamanki yerimiz çağırır bizi.

Âdem’in bir anda yüzü aydınlandı. Herhalde çok özel bir yerdi. Kim bilir daha neler görecek, neler öğrenecektim?

Ruh, ikizini bulduğunda beden de göz de dil de farklı hallere giriyor. Hiç konuşmadan yürümeye başladık. Onları seyredebilmek için birkaç adım geriden gidiyordum. Böylesi insanî görüntüleri günümüzde yakalayabilmek ne mümkün! Elimden gelseydi de bu tabloyu zihnime bir film gibi kopyalasaydım…

Az sonra yine gariplikler başladı. Etrafımdaki şekiller, yürüdüğümüz yol değişti. Zaman hızlandı. Sesler, görüntüler azaldı. Adeta uçar gibi bir mekâna geldik. Âdem yüzüme bakarak gülümsedi:

.İşte tam sana göre bir yer Ceylan. Burayı da birkaç kişinin dışında kimse bilmez.

.Bazı mahfazalar vardır ki, onlar yalnız kıymetini bilene açılmalıdır. Değerini idrak edene vermek, o emanete hürmeti gösterir. Sadece yediğimiz ve içtiğimiz değil, mekân da zaman da bize verilen birer emanet. Baş üstüne koymalı. Biz de bugün buraya “başım üstüne” demeye, verilene teşekkür etmeye geldik.

Ses de mi ruha göre tasarlanıyordu? Zatın ses tonunun çevreyle oluşturduğu ahenge bu türlü şahit olmamıştım. Hiçbir şey rengiyle, ışığıyla, kokusuyla bu dünyalı değildi. Bir mabedin verdiği huzuru hissediyordum. Sade, sakin, harikulade güzel olan bu emanete onlarla birlikte dua edecek, şükredecektim.

Bir deniz kıyısı. Ama daha önceki sahile benzemiyor. Haşmetli görüntüden ziyade bir dost sinesi gibi sığınılası bir koy. Az ötede kulübe denilecek kadar küçük, şirin bir ev var. Derme çatma değil; özenle yapılmış. Önünde her tarafı yeşillikle sarılmış bir çardak.

.Âdem! Arkadaşınla siz çardağa gidin. Ben az sonra gelirim.

Sıcakta sunulan buz gibi soğuk limonata. İçim serinleyiverdi birden. Çardağı gördüğümde ilk hissettiğim buydu. Denizden gelen esintiyle sarmaşıklar öyle güzel yelpazeleniyordu ki, hemen oracığa uzanıvermek istedim. Her yer süpürülmüş, yıkanmış; tertemiz. Üç taraf ahşap sedirle çevrili. Minderler belli ki yeni düzeltilmiş. Puf puf kabarık. Çardağın diğer tarafında uzun bir masa var. Üzerinde kutular, siniler, örtüler…

Âdem’in Efendim diye hitap ettiği zat çardağa girince yerimden kalktım. Çok kısa da sürse uzanmak iyi gelmişti. Zihinler karışık, gönüller yorgun… Onları dinlendirebilmek için böyle sakin, sade mekânlara ne kadar ihtiyacımız var. Sadece akan suyu, dalgaları, yeşilliği seyretmek, sadece tabiatın sesini dinlemek ve boş bir kağıda bakar gibi gözleri dinlendirmek… Sükûnet ortamındaki bu sadelik görülmez; ancak sezilebilir bir zenginlikti. Bilgelerin menkıbeleri geldi aklıma. Yaşadıkları sade mekânlar, eşyası az; ama anlamla dolu odalar. Âdem’le böyle yerlere birkaç kez gitmiş, oradaki sohbetlere katılmıştık.

.Böyle mekânlarda yapılan sohbetlere ne yakışır Âdem?

.Çay yakışır, çay…  Biraz sonra emrinize amadedir semaver.

Manevî âleme aşina olduğu halinden anlaşılır başka muhterem bir zat, elinde kocaman bir tepsiyle çardağa geliyordu. Arkadaşım hemen koşarak elindekini aldı. Ben de tepsidekilerini masaya yerleştirmeye giriştim. Bakırdan bir semaver. Yanda küçük bacası var. Odunlu veya kömürlü. Çok önceden içindeki ateş hazır hale getirilmiş. Eli yakıyor. İnce belli çay bardakları, kaşıklar, şekerlik, küçük tabakta dilimlenmiş limon, hurma, atıştırmalık bisküvi, ekmek, peynir, zeytin ve mis kokulu ekmek dilimleri… “Böyle mekânlarda yapılan sohbetlere ne yakışır Âdem?” denildiğine göre demek ki, burada da sohbet vardı. Allah’ım…. İçim kabardı, gözlerim doluverdi birden.

Muhterem, o sığınılası mavi gözleriyle yüzüme uzun uzun baktı.

.Nerden buldun bu güzeli Âdem? Ne masum bakışları var. Aynı ceylan gibi.

.Her zamanki gibi doğru okudun Dedem. O benim Ceylan ruhlu kardeşimdir. Efendim burayı görmesini arzu etti. İnşallah o da buranın huzurundan payını alır.

Bunlar konuşulurken Efendi birden ayağa kalkarak bana döndü:

.Çay demlenene kadar seninle sahilde biraz oturalım. Böyle temiz kumları başka bir yerde bulamazsın. Hiç çekinme. Pisliğin zerresine rastlayamazsın burada.

Balıklama atladım diyebilirim. Ama bir yandan da çekiniyordum. Böyle zatların yanında eline, ayağına, diline hâkim olabilmek hiç kolay değil. Bakışlarıyla gözlerini, dilleriyle yüreğini delebilirler. Ailemden aldığım edep -inşallah- beni zora sokmaz.

Gerçekten kumlar tertemizdi. Elime, ayaklarıma, duruşuma dikkat ederek Efendi’nin gösterdiği yere oturdum. Yüzüme baktı. Sanki “Hazır mısın?” der gibiydi.

.Elini daldır kumlara.

Dediğini yaptım. Elimi kürek gibi daldırdım. Bir müddet sessiz öylece durduk.

.Şimdi çıkar. Ne hissettin söyle?

Derin bir nefes aldım. Kendimi dağdaki kovukta farz ederek hissettiklerimi ifade etmeye başladım:

.Acıtmayan tatlı bir kayganlıkla önce kumlar avucuma doldu. Sonra sıcaklığı kollarımdan bedenime yayılmaya başladı. Sinirlerim sanki gevşeyiverdi, rahatladım.

.Biraz sonra aynı gevşemeyi çardakta çay içerken de hissedeceksin. Acıtmayan tatlı bir kayganlıkla önce çay boğazından geçecek. Sonra sıcaklığı bedenine yayılacak. Bir yudum, bir yudum daha derken sinirlerin gevşeyecek, rahatlayacaksın.

Fırtınayla sabah yelinin arasında etkileyici bir frekans… Sesin tonuyla gevşemeye başladım.

.Bak, suspus olmuş her yer. Susmak, sanki pusuda bugün. Peki, neyi avlayacak sence?

.….

.Zamanı. Zamanda nefeslenen anı. An dediğin, bir nefes. Her nefes de içimizde demlenerek gelir Ceylan. Görüyor musun? Bir an bile durmuyor sular. Kıyılara deryadan durmadan sayısız kum geliyor. Kumlar oradan oraya savruluyor, eziliyor. Dalgalar vuruyor. Vurdukça bu sefer kum tanesinin dönüşü başlıyor. Neden mi? Çünkü kum, hep hasrettedir. Çünkü deryaya vuslat, kumun kaderidir.

Uzakların tadını bir kez alan, kıyıda kalamaz Ceylan. Bak halimize. Kimimiz farkında, kimimiz farkında değiliz. Ama hepimiz bizi götürecek bir dalgayı gözlüyoruz. Gözler hep ufukta, bekliyoruz. Ve bu bekleyiş nice kelimeler üretiyor derinlerde. Yüreğimizi mercanlar sarıyor. İstiridyelerde kumlar incilere dönüşüyor. İncinin kaynağı nasıl derya ise sözünün kaynağı da kalbin olmalı. Bunu unutma! Yüreğinden dökülen sözler dinleyene tesir ediyorsa, sebebi kumun vuslatı tattığı yerden geldiğindendir.

.Efendim. Çay hazır, semaver sizi bekliyor.

Âdemin haber vermesiyle ayağa kalktık. Efendi, çardağa girerken şu sözlerle adeta mekânı selâmladı:

Sahilin yüreği güneşte yanar. Kavrulurken kumlar, gizler hasreti.
.

Tam o sırada semaveri kontrol eden Muhterem’in

Semaver yüreği ateşte yanar. Demlenirken çay, bekliyor sohbeti.
.

şeklinde karşılık vermesi çok hoş ve şaşırtıcıydı.

Şairlerin nazirelerine benzer bu durum, günün anlamlı geçeceğini gösteriyordu. Bu şiirsel diyalogla sedirlere karşılıklı oturduk. Demini almış çayın kokusunu içime çektim. Sohbet kime düşerdi bilmem; ama hikmetli sözlere hasret hepimizindi.

.Böyle güzel ortamda çay demlenir de akıl ferasetini, kalp hasretini, dil hikmetini yanına alıp gelmez mi? Hasret benim, hikmet senin yine bugün Muhterem.

Ev sahibinin bu anlamlı girişinden sonra bir müddet sessiz kalındı. Herhalde o an akla, kalbe, dile ve bilhassa nefse şöyle deniliyordu:

Hikmetten söz etsem de kavrayış, feraset senin değil, sana emanet. Sultan’a hasretten söz etiğimde bak içine. Ne kadar layıksın? Konuşmaya kabiliyetin varsa, bu sana verilen bir lütuf. Şükrünü eda edebilecek misin? Hele sen….  Yıllarca kandırdın beni. Artık Rabbin izniyle kanmayacağım. Sözün sahibi sen değilsin, O’dur.

Ve bu hissettiklerimi özetleyen nurlu bir başlangıçla sohbete girildi:

 Bismillahirrahmanirrahim
.

.Kalbin dünyası, beden dünyasına benzemez. Kalbin kelimeleri, dilinkinden çok farklıdır. Mesela çay ve söz. İkisi de boğazdan geçer. Mideye geçen, çaydaki demdir. Kalbe geçen ise kelimedeki dem.

Nedir kelimedeki dem? diye sorulsa “sabır” de. Çünkü hisler telaştan, gürültüden ürker. İç âlemde sohbet, telaş istemez. Aynı semaverdeki çay gibi yavaş yavaş, sabırla demini alır. Hiçbir dem, ateşsiz olmaz. Acı görmemiş söz işlemez kalbe. Kalbi eriten, sözdeki çile. İçten içe kaynamayanda ne renk vardır ne koku… Demini almamış çay nasıl da çiğ kokar değil mi Ceylan? Anlamını bulmamış sözler de böylesine hamdır, rahatsız eder.

Eyvah dedim. Acaba bir kusur mu işledim de böyle söylendi.

.Sitem sana değil, sakın alınma. Sitemim ulu orta konuşmalarını sohbet zannedenlere. Sohbetin asıl özelliği nedir? diye sorarsanız, “Sohbetin özünü yaşamaktır.” derim. Sohbetin niyetinde hak ve doğruluk olmalı. Konuşan dilden değil, kaynayan gönülden nasiplenmek önemlidir. Çünkü sohbetin doğduğu yer, gönüldür. Sohbet edenin dilinden ruh ve akıl birlikte akmalıdır. Konuşanın aklı, belki dinleyeni hayran bırakabilir; ama ruhu, söyleneni ebedî kılar. Sohbette kalbin titreşimleri kelimelerin ahenginden daha tesirlidir. Dilden dökülenler, kalplerde o titreşimlerin ihlasına, samimiyetine göre şekillenir.

Çay sohbete -şimdi olduğu gibi- nasıl renk katıyorsa, sohbet de çaya ruhunu katar. Ruhun şevkini aradığı ortamdır, dostla sohbet. Bu sohbetten kıvılcımı alan, içindeki ateşi canlandırır. Yaradan içimize ruhundan üflediyse o ruhun içine sevginin ateşini de koymaz mı? Bu durum, herkeste var. Ama kiminde sönerek kül oluyor; donduruyor. Kiminde yanarak kor oluyor; ısıtıyor.

Efendi, hikmetleri gönüllere dağıtırken Âdem de çay dağıtıyordu. Ev sahibinin işi, semaverdeki ateşi kontrol etmekti. Dört kişilik sohbette üçünün görevi vardı. Bir tek ben sadece dinliyordum. Çünkü bu sohbetin misafiri bendim.

.Gönül, sevginin ocağıdır. Onun için sohbet edenler, sözlerin çıtırtısıyla keyiflenir, anlamın alazıyla bir hoş olurlar. Onun için ocağı devamlı körüklemek gerekiyor ve çayları da tazelemek. Sohbetin sırrı, ruhun içindekini harekete getirip ilahî kıvılcımlar oluşturmak. Bunu da ben yapmaya gayret ediyorum. Şimdi sıra sende Ceylan. Sohbetin portresini kelimelerle çizebilir misin?

Bir anda nutkum tutuldu zannettim. Onların karşısında ben ne söyleyebilirdim ki? Muhterem önüme atıştırmalık bir şeyler koyarken yüzüme öyle baktı ki, bende o anda ne heyecan kaldı ne mahcubiyet. Başta irademin dışında bir şeyler söyledim. Dilimden dökülenleri dinledikçe yavaş yavaş gayrete geldim:

.Çayın rengi aynı kora benziyor. İçtikçe damarlarımda bir yolculuk başlıyor. Değdikçe sanki maddem eriyor da benliğim yok oluyor. Şu anda bunları hissediyorum. Çayın sıcaklığı gönlümden girerken sanki içimde mayalanan hikmetli sözlerden manalar oluşacak da dilimden doğacak. Bu doğuşun adına “sohbet” diyebilir miyiz Efendim?

Her yana zamanın ve kelamın ruhu yansıyor. Zaman ilerledikçe havanın zerreleri sohbeti öylesine emiyor ki, nefeslenmek şifa veriyor. Ondan mı hakikatle işlenen her mekân, huzur veriyor Efendim?

.Sen neymişsin Ceylan… Ne güzel konuştun. Semaverin de yüreği seninle dile geldi. Bak! Ne diyor: “Yüreğimdeki bana sığmıyor. Dağıtılsın yeniden çaylar.”

Ev sahibinin bu sözlerine karşı Efendi gülümseyerek devam etti:

.Kanat sesleri duyuyorum uzak âlemlerden. Belli ki huzur almaya gelen misafirlerimiz olacak. Huzur, “Huzur”a götürülmeye layık her şeydedir. Çayın güzelliği ne bardakta ne de suda… Sadece zamanı içinde yoğuran deminde. Ömrün rengi nerde demlenir Âdem? Neyi ister gönlün, bu hayat sohbetinde?

Şimdiye kadar konuşmayan Âdem bu sefer bir anda dökülmeye başladı:

.Çayın rengi semaverde demlenir, ama sırrı ancak dediğiniz gibi gönülde. Zamanın telleri nurunu nefese işler. Bu durumda kulak nasıl meftun olmaz, dil nasıl coşmaz… Çayı her bekleyişinde nasıl iç geçirmez zaman….

Semaverde bir yandan çay kaynar, sinede bir yandan can. Çay rengini alırken ilahî renkler yansır cana. İnsanda bir yandan kalp yanar, bir yandan mana. Kalp muradını alırken manada ihlas dillenir. Ve kalp ve mana birleşerek “hakikat” olurlar.

.Kelimeleri döndür devranında Âdem. Kim bilir neler çıkacak karşına?

Âdem, Efendi’nin bu sözleriyle iyice coştu:

Ömrün demi uzakta… Hasretinle iç gönlüm.
Günün demi ufukta… Gözlerinle iç gönlüm.

Bütün kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur. Çayın demini yudumlayan, öyle bir dillenir ki, her sohbet O’na beste olur ve o bestenin her notası “Huzur”una bir melek kanadıyla ulaşmaz mı Efendim? 

.Olmaz mı Âdem? Dağıt bir kez daha çayları. Kanat sesleri duyuluyor. Misafirlerimiz var. Huzur içmeye geliyorlar sohbetimizden.

Gözüm melekleri görmedi, kulağım seslerini duymadı. Ama ruhum ifade edemeyeceğim bir şeyleri yaşadı. Mekân inceldi, zaman hafifledi ve aynı dağdaki kovukta olduğu gibi bir haldeydim. Kimsede ne bir hareket ne bir kelime… Öylece bir yerlere dalıp gittiler. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum; sarmaşıklara önce pembe, sonra kızıl gölgeler düşmeye başladı.

.Akşam oluyor. Semaverin ateşi herhalde sönmüştür.

.Evet, akşam oluyor. Semavere ilişmeyin. Görevini hakkıyla yerine getirdi. O da bu vaktin renklerinden nasiplensin.

Muhterem’in ve Efendi’nin sözleriyle sırlı muhabbetin sona erdiğini anladım.

.Ufukta dönüşün rengi neden kor gibidir, bilir misin Ceylan? Dilde hasret neden yakar? Bir düşün. Şu an hasretin en güzel tonu sır kapısından geçerken sahildeki kum bilir ki, bu kızıllık başka âlemde altın zerrelere bürünerek yeniden doğacaktır.

Az sonra etrafı karanlık bassa da etrafı görmez olsak da ne kum yok olacak deryada ne de varlığımızda içtiğimiz çay. İkisi de ruhun başka bir boyuta açıldığı kapıdan geçecek ve sonsuzlaşacaklar. İşte o zaman sonsuzluğun dili başka konuşacak. Çünkü kelimelerinde sınır olmayacak. İlahî renkler sahili, deryayı sardıkça saracak. Her dalga, vurduğu sahile kendi yolculuğunu bir başka boyuttan anlatacak.

Hikmet, feraset ve ihlas… Ne müthiş hazine. Ve bulmak ne kadar zor. Çok şükür ki, böylesi âdemlerle birlikte olmak zoru kolay eyliyor. Rabbim! Onlardan ayırma beni!

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply