Gökyüzü Tüylerini Yitirince

0

Annemin oturduğu yer, İstanbul’un eski köylerinden. Şimdi ise kalabalık bir şehir gibi. Dedemin 40’lı yıllarda buraya yerleşerek gözden ırak bir nevi inzivaya çekildiğini söylüyor annem. Çocukluğumun güzel günlerinden bazıları burayla ilgili. Benim de aynı Exupéry gibi sığındığım anılarım var. Bilhassa koştuğumda hiç bitmeyeceğini sandığım çayırım var. Karanlıkta evin bahçesinde otlar arasında aradığım kirpi. Yan komşunun kat kat sardığı bezler arasından çıkarıp bana verdiği çinko kasedeki yoğurt, eve götürürken titreyen ve ağzımı sulandıran kaymağı. Evin önündeki heybetli ağacın kalın dallarına kurduğumuz salıncakta arkadaşımla karşılıklı ayakta durarak ayaklarımızla kolan vurmamız1 ve kendimi uçar gibi hissetmem. 

Son yıllarda alabildiğine değişti buraları. Siteler, cam binalar, iş yerleri… Aralarında yaşamını sürdüren tek tük eski evler hâlâ var. Bunlardan üçü aynı sokakta. Biri tam karşımda, diğerleri onun arkasında kalıyor. Ağaçlardan göremiyorum. Hepsi tek katlı. Oturanlar eski olmanın bir takım mahrumiyetini belki de yaşıyordur; ama dışarıdan sevimli görüntüleri insanı kendine çekiyor. Karşımda duranın eski kiremitlerine sapsarı hülyalar yağmış. Çatısı bir çam ağacına doğru alçalıyor. Sanki sığınır gibi. Kiremit aralarına birikmiş çam yaprakları çatıda yeşil şeritler oluşturmuş. Aynı bir bahçenin tarhlarına benziyorlar.

Manzaraların güzelliği, bakışlardaki hayret kalbin sesinden alır rengini. Kasım ayındayız. Sonbahar bütün cazibesiyle her yerde. Sonbahar! Her mevsimi seviyorum; ama sana aşığım. Rüzgarın dallarda, renklerin yapraklarda, gizemin ruhumda harmanlanıyor. Karşımdaki üç evin bahçesi, parmaklıklarındaki sarmaşıklar, çevrelerindeki ağaçlar senden nasiplerini almışlar. Ne acıdır ki elin bir tek oturduğumuz binaya değmiyor. Çünkü burası camdan bir bina ve senin sarılacağın omuzları yok. Mevsimlerin yansıdığı evleri seyretmeyi çok seviyorum… Mevsimin bir izini; ya balkonunda ya cam önünde ya bahçesinde muhakkak görürsünüz.  Ama cam binalara sadece yağmur yansıyor nokta nokta. Duvarlar donuk gözler gibi; ürpertiyor.

Ruhumun aynasında hüznün rengi sonbaharım. Sadece görüntüden mi ibaretsin sen? Ağaçlar tam anlamıyla bir kuş sarayı. Hele çitlembik ağaçları… Dalları minik toplarla dolu. Kuşlar fır dönüyor etrafında. Sığırcıklar… Rahmeti haber veren yağmur kuşları. Gün batmadan önce başlayan, hava kararınca biten danslarıyla sanatı gökyüzüne işleyen kanatlar. Cıvıltıları bir başka işliyor içime. Gözün ayrı, kulağın ayrı, dilin, kalbin ayrı ayrı gıdalandığı bir yaradılış sofrası sana buyur diyor. Oturmamak olur mu? Ötüşlerini duyunca çocuk olup koşturasım geliyor. Ancak yüreğim koşabiliyor, yorgun bedenimin yerine. 

Hız mimariyi de değiştiriyor: Artık ‘revnaklı şehirler’e, durup temaşa edeceğimiz süslemeli, oymalı binalara ihtiyaç yok. Hızlanan sürücünün gözü tarafından daha kolay algılanacak beton ve cam karışımı binalar şehirlerin yeni tarzını oluşturuyor.

Otoyollar, içinde yaşadığımız doğayla duygusal bağımızı kesintiye uğratıyor ve çarpık bir şehirleşmeyi beraberinde getiriyor. Bizi bir yerden diğerine, içinde yaşadığımız doğayı fark etmeksizin taşıyor. Hız ve hareketliliğin sınaî ilerlemenin merkezi kabul edildiği bir anlayışı yansıtıyor. Bir metro veya hava seyahati gibi, yer duygusunu yok ederek, zaman ve mekânı sıkıştırarak her şeyin aynı olduğu bir yaşantı doğuruyor.  

Kemal Sayar / Yavaşla Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin /
Otomobil Uçar Gider / s.12-13

Kemal Sayar’ın ifadesiyle yer duygusu yok yaşamımızda. Zaman ve mekan daracık. Oysa yer duygusu vatan toprağını hissettirir, zaman ise yaşadığımızı. Cam evler ve bizler. Aynı minik akvaryumlardaki süs balıklarıyız.

Huzuru mavi kristal bir kaseye koymuşlar. İç diyorlar. Gökyüzü şu anda pırıl pırıl ve kuşlara takılmışım, kendimden gidiyorum. Bütün bu harikuladeliklerle çevriliyken nasıl olur da onları elimizin tersiyle itebiliyoruz. Aklıma Kale’den bir cümle geliyor: “Gökyüzü tüylerini yitirince insan teni için de bir tehlike ortaya çıkar.” Şu anda üstümde tüylerle ışıldayan bir gökyüzü, içimde kuşlar. Ne zenginim… Kuşlarını yitirmemiş gökyüzü için şükrediyorum. Ve kalbindeki varlık sevgisini dile getiren Exupéry’e bir kez daha hayran oluyorum. 

Susuzlukla ilk tanışmamızda ve hava çok sıcak olduğunda bir mucizeye tanık olduk. Geometrik kent yansıyordu. Sakin sulardaki arı çizgiler… Bir adam delirdi, bir çığlık attı ve kente doğru koşmaya başladı. Yeni göç eden bir yaban ördeğinin ötüşünün bütün ördeklerde yansıması gibi insanın çığlığının da öteki insanları sarstığını anladım. Bu esinlenmiş kişin peşinden bir mucizeye ve hiçliğe doğru koşmaya hazırdılar. İyi nişan almış birinin karabinasından çıkan mermi onu devirdi. Ve bir ceset haline geldi. Nihayet rahatladık.

Askerlerimden biri ağlıyordu,

‘Neyin var?’ diye sordum.

Ölüye ağladığını sanıyordum.

Ama ayaklarının dibinde çıtırdayan bir hayvan kabuğu gördüm ve kuşlarından mahrum kalan gökyüzüne ağlıyordu.

‘Gökyüzü tüylerini yitirince insan teni için de bir tehlike ortaya çıkar,’ dedi.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.386

Yazık… Bütün bu güzellikler ve gökyüzü nice saf, temiz çocuk gülüşlerini yavaş yavaş yitiriyor. Bencilliğin, gözü dönmüşlüğün, kabalığın ayakları altında nice kabuklar çatırdıyor. Ne acıdır ki binlerce çocuğun kuruyan ruhlarının kabukları, ayaklarımızın altında çıtırdıyor; ama hiçbirimiz onlardan mahrum tertemiz bir toplum için ağlayamıyoruz.

Exupéry’nin çizdiği askerin ağlamasındaki saflığı ve şuuru yaşayabilecek miyiz? Bir sızı burnumda… İçerden gelen televizyonun sesiyle sihir bozuluyor. Evde devamlı izlenen, hâlâ mantığını çözemediğim bazı kadın programlarından bugün de nasıl kaçabileceğimi düşünüyorum. Çünkü şu anda algıladığım zamanın saflığını, sanatını boşa harcayamam. Dünyam güzelliklerle doluyorken onu çirkinliğin ortasına atamam.

Refah toplumunda kayıplara karışıyor artık güzellik, tıpkı anlam ve değerlerin yitimi gibi. Ruhun çorak ülkesi: Her şeye sahip olabileceğimizi sanıyor ancak sonunda yine de kendimizi bir hiç gibi hissediyoruz.

Ruh güzellikle beslenir, beden için besin neyse, insanı afallatan ve öte âlemlere taşıyan güzellik de ruh için odur. Mucize havada ve suda yürümekle değil, yeryüzünde yürümektedir. 

Güzellik karşısında hayrete düşmüyorsak, ruhumuz hayret vadilerinde dolaşmıyorsa uyuşmuşuz demektir. Sen uçuşu hatırla, kuş ölümlüdür,’ demiş şair Füruğ, ölüp gideni değil, hiç solamayacak olanı, ölmeyecek olanı, güzelliği hatırla. Ruhuna onu nakşet.

Kemal Sayar / Beni Sessiz de Sevebilir misin? / s.123

Ebedî olanla gıdalanan hayat da ölmüyor. Geçip giden sadece zaman; kalan ise sonsuza yol alan. Hayat bir sanat. “Gerçek Sanatçı”nın bizler için hazırladığı muhteşem bir eser. 

Bir şeye sanat eseri demek için hayatın yepyeni bilmediğimiz bir yanını gözümüzün önüne sermesi lazım. Her an kim bilir neler sunuluyor bizlere? Ama farkında değiliz.

“Sanat” ustalık, işçilik, hüner, “hayat” ise canlı, diri olma.  Sanatı diri tutan, hayat. Hayata anlam katan ise sanat. İkisinin uyumu iç dünyamızı tatmin ediyor. Maalesef bu uyum günümüzde gittikçe bozulmaya başladı ve bizler gitgide yaşama sanatını kaybediyoruz. İşte o zaman hayat, suyu köklerinden çekildikçe kurumaya başlayan bir ağaca dönecek. Ağacı ayakta diri tutabilmemiz ve diriliği hünerle, ustalıkla işleyebilmemiz, bu makineleşmiş dünyada daha da zorlaşacak.

Şair bir akşam, çölde bir ateşin etrafında sadece ağacını anlatıyordu. Ve çoğu deve otu ve cüce palmiyelerden başka bir şey görmeyen adamlarım onu dinliyorlardı. 

Şöyle diyordu şair: Ağacın ne olduğunu bilmiyorsun sen. Ben tesadüfen terk edilmiş bir evin, penceresiz bir barınağın içinde bitmiş ve ışık arayan bir ağaç gördüm. İnsan hava içinde, sazan balığı suyun içinde, ağaç da aydınlık içinde olmalıdır. Çünkü ağacın kökleri toprakta, dalları yıldızlardadır ve bizimle yıldızlar arasında kurulacak ilişkinin yoludur. Kör doğan bu ağaç gece karanlığında güçlü kaslarına kavuşmuştu ve bir duvardan ötekine yoklamalar, denemeler yaparak dolanmıştı ve kıvrımlarından bir dramın izleri vardı. Sonra doğan güneşin istikametinde kendine yer açarak bir sütun gövdesi gibi dimdik fışkırmıştı ve ben bir tarihçi gibi belli bir mesafeden zafer hamlelerini izliyordum.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.56

Hayatın sağlıklı geçmesi beden ve ruhun ahenkli beraberliğine, kalbî değerlerin varlığına bağlı. Duyguda derinleştikçe, düşüncede ufuklar ötesine genişledikçe beşer olan bizler, gerçek insana dönüşüyoruz. İşte o zaman istidatlarımız toprakta nice filizlere yürüyor, hedeflerimiz yıldızlara merdiven dayıyor. Başımıza gelen musibetler, yolumuza çıkan engeller esasında iradenin çelikleşmesi, aklın yeni yollar keşfetmesi, ruha nakşedilmiş İlahî isimlerin gün yüzüne çıkması için bizlere verilen sırlı fırsatlar. Ve bu sırrı çözebilmek; vicdana kulak vererek, özdeki hamuru kirletmeden temiz şartlarda yoğurarak gerçekleşecek.

O zaman ağaç, toprağın altında yol bulduğu her yere kök salabilecek, gövdesi genişledikçe her dal taşıdığı sanatını yücelere sunacak. Ve meyvesi bol olan bu ağacın her sehere uyanışı, her günü uğurlayışı çok farklı olacak. 

Tabutunda, kıvrımlarının çabasıyla toplanmış düğümlerle şahane bir zıtlık oluşturarak sessizlik içinde gelişiyor ve dallarıyla yapraklarını güneşin ikram edildiği bir masa gibi yayıyor, tanrılar tarafından emziriliyor ve şahane bir şekilde besleniyordu.

Ve ben bu ağacı her şafak vaktinde doruklarından köklerine kadar görüyordum. Çünkü kuşlarla doluydu. Ve şafak vaktinden başlayarak yaşamaya ve ötmeye başlıyordu. Güneş doğduktan sonra da kalender, yaşlı bir çoban gibi üstündekileri gökyüzüne gönderiyordu… Ev ağacım, şato ağacım akşama kadar boş kalıyordu…

İşte böyle anlatıyordu ve ağacın aynı şekilde bizde de doğması için ağaca uzun süre bakmamız gerektiğini biliyorduk. Ve yüreğinde bu dal, yaprak ve kuşlardan oluşan kütleyi taşıyanı herkes kıskanıyordu.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.56

Evet, bütün didinmelerimiz ayakta kalabilmek için. Ancak bizler sadece parayla, mülkle, iktidarla diri olmaya çalışıyoruz. Gün boyu süslüyoruz, titizlikle işliyoruz bir tadımlık isteklerimizi, bir kullanımlık zevklerimizi. Ve maddî kalıplar sevdiklerimizle aramıza perdeler çekiyor. Yuvamıza kuşlar gibi başka âlemlerin kokularını, havasını getiremiyoruz. En yakınımıza; hatta ruhumuza ayrılacak zamanımız yok. Bir ağaca ne zaman uzun süre bakabildik? Bir düşünelim. İçimizde ağaçlar onun için doğmuyor. Onun için çiçekten, meyveden, yeşil dallardan ve üzerlerine konacak kuşlardan mahrumuz.

Kuşlar ve zaman… Günler bir kanadında acı, bir kanadında sevinç taşıyan kuşlar gibi konuyor yaşamımıza. Gönül gözüyle izleyebiliyorsak, cam önüne konan kuşları sever ve besleriz. Çünkü gönül insanı, onlardaki İlahî isimlerin tecellilerini gözleriyle görür, elleriyle toplar ve gönlünde özleştirir; yani bal yapar. Bilir ki; Yaradan adına olmayanın ne tadı vardır, ne huzuru…

Huzur sadece yeni doğmuş çocuklardan, devşirilen hasatlardan, sonunda belli bir düzene girmiş evden gelebilir. Tamamlamış işlerin bulunduğu sonsuzluktan gelir. Dolu ambarların, uyuyan sürülerin, katlamış çamaşırların huzuru, sadece mükemmelliğin huzuru, Tanrıya armağan olmuş, iyi yapılmış bir şeyin huzuru.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.23

Hangi insan hayatında huzuru aramaz ki… Onu bulmak için hepimiz çeşitli denemelerden geçiyoruz. Ve bu denemeler bizi bir dönüm noktasına getiriyor. Bütün mesele bu noktada neye karar verdiğimiz ve noktadan hangi yöne döneceğimiz, hangi yoldan gideceğimiz. Seçim, genelde bir kriz halinde oluşuyor. Kriz “karar verme” demek olduğuna göre bu durumda önümüze iki karar çıkıyor: Ya kendimizden kaçacağız, işin kolayını seçerek kendimizi uyuşturacağız, ya da zoru, yanlış olanla mücadeleyi seçip kendimize dönerek tanımaya çalışacağız. Ve burada, irademiz, içimizde biriktirdiklerimiz tüm alacasıyla ortaya dökülüyor

Exupéry ikinci yola karar verenlerden. 29 Aralık 1935’te yaşadığı uçak kazası sonucu Sahra çölündeki ölümüne yolculuk; yani kriz, onun kişiliğinde bir dönüm noktası olur. Öğrendikleri, gördükleri ve hissettikleri, ruhen görüşüne, hissedişine bir derinlik kazandırır. Kazanılan bu derinlik, eserlerinde işlene işlene en son emeği olan Kale’de adeta doruğa çıkar. Kale, önyargılarla, yanlış bilgilerle, alışkanlıklarla, anlamsızlıkla bozulmuş iç dünyamızın yıkılarak tekrar inşa edildiği muazzam bir ev. Yazar bu eserinde insanı bir kaleye benzetiyor ve konusunu bir gaye üzerine kuruyor: Kaleyi; yani insanı kendi içinden yeniden yapılandırmak.

Ben sadece olabilecek olanı ve iç avlunun çevresinde örgütleneni kurtarırım. Servinin kendisini tohumu çevresinde inşa etmesi ve kendi sınırları içinden gelişmesi gibi. Öncelikle sonbaharı değil, ilkbaharın içine kapandığı herhangi bir çiçeğin oluşumunu severim.

Çünkü insanın bütünüyle kaleye benzediğini sandım. Özgürlüğünü güvence altına almak için duvarları yıkıyor; ama delik deşik olmuş, yıldızlara açık bir kaleden başka bir şey değil. O zaman da kesinlikle var olmamanın sıkıntısı başlıyor. Gerçeğin çıtırdayan bağ çubuğunun kokusundan ya da kırkmak zorunda olduğu hayvanın kokusundan yapsın. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.23-24

“Servinin kendisini tohumu çevresinde inşa etmesi ve kendi sınırları içinden gelişmesi” gibi her ağaç, bitki kendisini kendinden dökülen tohumun çevresinde filizlendirir ve geliştirir. Aileler de, toplumlar da, coğrafyalarda böyledir. Her çocuk yuvasında yetişir, doğruyu yanlışı emekleyerek öğrenir. Karadenizlinin fıtratı denizine göre. Karakteri çetin dağ yamaçlarında kurulu evlerde inşa edilir. Hepimiz insanız, bizi insan yapan ortak özelliklerimiz de olsa farklı coğrafyaların üzerimizdeki etkisini unutamayız. Doğduğumuz yuvanın, ailenin, sıcaklığa sarılmanın kokusunu unutamayız. Belki bunun için ilişkilerde yaşanılan karışıklıklar varlığımızın dokusunu bozuyor. Ayrıca ne kadar özgürlüğü sevsek de alabildiğine özgürlük, varlığımızın yapısına ters. Yaşamımızı belirleyen doğru çizgilerimiz olmalı. Yoksa hatlar karışıyor. Davranışlarda edep, saygı kantarının topuzu kaçıyor. Nitekim ki kaçtı. Ölçüsüzlük bulaşıcı bir hastalık gibi. Kale’de denildiği gibi duvarlar yıkılıyor, delik deşik olmuş her yanı açık evlerden yıldızları seyretmek hiç zevkli değil. 

Kale, seni insanın kalbinde yeniden inşa edeceğim.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.24

İnsanların evi, kim akıl üstüne bina edecekti seni? Kim seni inşa etme mantığına sahip olacaktır? Varsın ve yoksun. Oluyorsun, olmuyorsun. Farklı gereçlerden yapılıyorsun; ama seni keşfetmek için icat etmek gerekir. Aynı şekilde, tanıma iddiasıyla evini yıkan kişinin elinde artık taş, tuğla, kiremitten başka bir şey kalmamıştır ve bunların sağladığı gölgeyi, sessizliği ve mahremiyeti bulamaz artık. Bu tuğlalardan, taşlardan, kiremitlerden ne beklemek gerektiğini de bilmez; çünkü bunlarda kendilerine egemen olan yaratıcılık, mimarın ruhu ve kalbi yoktur. Çünkü taşta insanın ruhu ve kalbi bulunmaz.

Ben mimarım. Benim bir ruhum ve bir kalbim var. Taşı sessizliğe sadece ben dönüştürebilirim. Ben geliyorum ve bana sadece Tanrı’dan ve mantık yollarının dışından gelen ve yaratıcı imajı gören maddeden başka bir şey olmayan bu hamuru yoğuruyorum.

Ben kendi uygarlığımı inşa ediyorum ve tek tutkum bu uygarlığın zarafeti ve çekiciliği… 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.31

Ev denilen şey sadece duvar, kapı, pencere midir? Hayır. Bu nedenle içindeki yuvayı görmeden evi tanımak olamaz. Karpuzu kesip yemeden sadece kabuğunu incelemekle tadı bilinemez. Ev kabuk, yuva ise onun özüdür. İnsanın da kabuğu bedenidir; özü ise ruhu. İnsanı tanımak istiyoruz. Ama ruh sahibi bir varlık olduğunu düşünmeden onu davranışlarıyla, sözleriyle deney masasına yatırıp adeta kesip biçiyoruz. Aileyi tanımak istiyoruz; ancak onu aile yapacak değerlerini düşünmeden evi tanımak istermişiz gibi odalarını sayıyor enini, boyunu ölçüyor; içinde yaşayan ruhu unutuyoruz. Oysa insanı da, aileyi de toplumu da ayakta tutan onların ruhu ve kalbidir. Bir sofra istenildiği kadar özenle hazırlansın, sıcaklıktan, içtenlikten yoksunsa etrafında oturanlara lezzet adına hiçbir şey veremez.

Abdulhakim Arvâsî Necip Fazıl’a sorar: Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap falan oldu mu?’ Bahriye Mektebi’nde okuduklarını söyler. Efendi hazretlerinin cevabı: Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?

Exupéry de yeni “Kale”sini ruhun ve kalbin elleriyle bina ediyor. Hedeflediği toplumun mayasının güzellik, hassasiyet, estetik gibi insanî duygulardan meydana gelebileceğine inanıyor: “Ben kendi uygarlığımı inşa ediyorum ve tek tutkum bu uygarlığın zarafeti ve çekiciliği…” 

Exupéry bunun yanında kuşaktan kuşağa yol alan bir gemi inşa etmeyi de tasarlıyor Kale’sinde. İçinde bütün insanlığın taşındığı çok büyük bir gemi. En zor şartlarda Nuh’un gemisi gibi ilerleyen, yolcularını selametle sahile çıkarabilecek bir gemi. Çünkü her çağ, her kuşak nasıl birbirine benzemezse, denizin her hali de birbirine benzemez. An olur sütlimandır; an olur dalgalar birden ayyuka çıkıverir. 

Bu sırada tanınacak hiçbir şeyi olmayan denizin ağır omzu ağır ve müthiş hareketleriyle onların içlerine giriyordu. Kimi zaman dalgaların yüksekliğinin zirveye ulaştığı bir anda her şey bir tür yokluk içinde zıplıyordu. O zaman gemi bütünüyle titriyordu ve ortadan yarılmış gibi oluyordu. Dağılıyordu sanki ve bu gerçeklikler eriyiği kaldıkça, onlar durup dua etmeyi, konuşmayı, çocukları emzirmeyi ya da saf gümüşü işlemeyi bırakıyorlardı. Ama sürekli ve birbirine benzeyen çıtırtılar duyuluyordu, yıldırım gibi sert bir çıtırtı baştan sona gemiyi kat ediyordu. Gemi sanki kendi içine düşüyor, bütün direkleri çökertecek gibi oluyordu ve bu tahribat insanları kusturuyordu.

Şöyle cevap verdi bana:

Tanrı denizi yoğuruyor mahvolduk. Geminin en büyük ıskarmozları çatırdıyor. Sesleri duyuyorum… Bu sesler çerçeve ve iskeletlere ait olduğu için aslında duyulmamaları lazım. Evlerimizi emanet ettiğimiz dünyanın temelleri, sıra sıra zeytin ağaçları ve geceleri Tanrı’nın otunu sessizce çiğneyen, kırkılan koyunların yumuşaklığı gibi… Zeytin ağaçlarıyla, koyunlarla ve evde yemek ve aşkla ilgilenmek iyidir. Ama çevrenin bize sıkıntı vermesi kötüdür. Yapılmış bir işi yeniden yapmak. İşte burada susması gereken konuşuyor. Dağlar mırıldanmaya başlarsa halimiz ne olur? Ben bu mırıldanmayı işittim ve bir daha unutamazdım…

Nereye götürüyorsun bizi? Bu gemi bizim çabalarımız sonucu batacak. Dışarıda zamanın boşuna geçtiğini hissediyorum. Böyle aktığı hissedilmemeli, güçlenmeli, olgunlaşmalı ve yaşlanmalı

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.35-36-37

Yaradılışın sesi kendi içinde yankılanır. Damarlarda akan kanın sesini duyamazsınız. Saç diplerinden uzayan saçın sesini duyamazsınız. Dakikada 10-20 kez göz kırpan göz kapaklarının sesini duyamazsınız. Bahçelerde nice doğum vardır; seslerini duyamazsınız. Güneş doğarken, ay buluttan sıyrılırken, yıldızlar parlarken seslerini duyamazsınız. Çünkü varlıktaki sükunet onun yaradılışındaki ahenkten gelir. İçten içe köpürüp varlığına sığamayan, çizgisinden sapan ise feryat eder. Buluttan buluta; buluttan yere elektrik boşalırken gürültü çıkar; gök gürültüsü olur. Toprak kabarsa, dağlar feryat etse, ne canlı kalır etraflarında ne de ev. İnsanın iç huzuru, yaşamı dengeler. İçindeki kavgalar ise dengeyi bozar, sarsar.

©20. yüzyılın insanı iki büyük savaşı yaşayan yaralı bir ruh. Exupéry de onlardan biri. Bu ruhtan başka kim isteyebilir ki insanlığı böylesine sarabilmeyi? 

İnsan olmak demek, aslında sorumlu olmak demek demektir. İnsan olmak, suçu başkasına ait görünen bir yoksulluk karşısında utanç duymaktır, başkalarının kazandığı başarıdan kıvanç duymaktır, kendi başına düşen taşı yerine yerleştirirken, dünyanın kurulmasına yardımda bulunduğunun farkına varmaktır.

Antoine de Saint-Exupéry

21. Yüzyılın savaşları ise daha bir başka. Kimi silahla vuruyor, kimi sevgisizlikle, duygusuzlukla. Yaşıyorum demekle yaşamıyoruz. Seviyorum demekle de sevgi olamıyoruz. İçinde sayısız odası olan gönül evlerini yeniden kurmak lazım aynı Exupéry gibi. Yüzyıllardır nice gönül ustası aydınlık, ferah evler, burçları sağlam kaleler kurabilmek, fırtınaya karşı koyan gemiler inşa edebilmek için çaba gösteriyor, ter döküyor; hatta bu yolda canını veriyor. 

Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun.
Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun.

Yunus Emre

Bu selamı almayanların ellerinde gittikçe çoraklaşan çağın kurbanı olmaktan kurtulmak için bütün ruhunla al selamı; koy başın, hayatın üstüne. 


1. Kolan vurmak: Salıncakta sallanırken, hız almak için vücudu öne büküp doğrultmak.


‘Ağaç ve Yıldızlar’ Fotoğrafı © Jeff Bartlett

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply