Gidenler Bizim Üzerimizde İz Bıraktıkları Özleriyle Kalırlar

0

Lisenin müdürü, teftişe gelen müfettişi okulun en başarılı sınıfına götürür. Ders edebiyat; kompozisyon konusu işleniyor. Sınıfta yazı yazmada iddialı öğrenciler var. Müfettiş onlara bir konu vereceğini söyler. Kağıtlar çıkartılır, kendine güvenle ve heyecanla beklemeye başlanır. Ve konu verilir: “Elimdeki bu tebeşiri anlatın.”

Öğrenciler şaşkın; ellerinde kalem, kalıverirler. Küçücük bir tebeşir… Onca hakkında hazır bilgilere sahip konular, o kadar güzel, etkili sözler, herkesin fikir yürüttüğü önemli meseleler, gündemdeki olaylar varken nereden çıkar bu saçma konu. Birikime, hazır bilgilere dayanarak yazı yazmak kolaydır. Olay büyükse, hakkında anlatılacak malzeme de çoktur. Ama bu bir tebeşir. Eni, boyu ne? Ne yazacaksın? Nereden bulacaksın?

18. bölümün karşısındaki halim buydu. Eserin en kısa bölümü diyebilirim ve beni en fazla zorlayan yer oldu.

Küçük Prens’in yorum yapmadığı, sadece bir sorunun yer aldığı bir anlatım… Küçük Prens’in içsel yolculuğunun neresiyle bağlantı kurabileceğimi kestiremediğim 14 cümle. Sadece okuyucunun kavrama ve üretebilme yeteneğine bırakılmış. Eserdeki ana temadan yola çıkarak çiçeğe gelebilir miydim?

Varoluşuna anlam arayan çağın insanı, cevabını ancak içindeki çocuğun masumiyetinden alabilir. Bu nedenle onunla içsel bir yolculuğa çıkarak kendisini tanımalı ve nefsinin keşfettiği kötü yanlarından arınarak kalbî değerlerle dünyasını yeniden inşa edebilmelidir. Bunalımdan huzura da ancak böyle geçebilir. Çıkış noktam bu olmalıydı.

Saint-Exupéry, bir kavramı iletirken ilk önce okuyucuda o kavrama ihtiyaç duygusunu oluşturuyor. Sonra bu ihtiyacı tetiklemek için etraflıca nedenleri üzerinde duruyor ve öğretiyor. Sabırla yavaş yavaş ilerleyerek vermek istediğini okuyucunun aklında, kalbinde iyice pekiştiriyor. Tabi bunları yapabilmesi için okuyucuyla empati kurabilmesi lazım.

Bu bölüme kadar yapılanlar bu anlatım metoduna birer örnek: Küçük Prens’in pilotla yaptığı konuşmalarla, pilotta gördükleriyle, pilotun mantar benzetmesiyle nefsin kötü özellikleri, çağın insanının bunalımı pilotla özleştiriliyor. Prens’in altı gezegende tanıdığı tiplemeler ve onlarla yapılan kısa cümlelerle nefsin durumu ve yaşanılan yalnızlık iyice ortaya konuyor. Böylece okuyucuda “kendini bulma”, “kendini tanıma” gereksinimi uyandırılıyor. Giderek bu olumsuzluklardan kurtulma duygusu artırılıp doğru ve sevilen bir kişiliğe, huzura, dostluğa şiddetli bir gereksinme oluşturuluyor.

Dünyanın geçiciliği, ölümün korkutmayan yüzü bilge yılanla veriliyor. Sorumluluğu olanın, bir davaya sahip insanın her zorluğa karşı ayakta kalabileceği, olmayanın ise köksüz otlar gibi savrulup kaybolacağı küçük bir çiçekle anlatılıyor; yalnızlığın dramı dağla; sevgi, dostluk kalbî değerlerin önemi tilkiyle tanımlanıyor. Ve bu kavramların hepsi basit cümlelerle, bilhassa çocuklara hoş gelecek sevimli metaforlarla somutlaştırılıyor.

Küçük Prens’in dünyada karşılaştığı yılan, çiçek ve tilkiyle yaptığı kısa konuşmalarla hayatı nasıl doğru değerlendirebileceğimiz, huzuru, güzeli, sevgiyi nasıl elde edeceğimiz tekrar, tekrar dile getiriliyor. Egomuzdan kurtularak kendi hakikatimizi bulma hasreti içimizde iyice pekiştiriliyor.

Bu üslubun izinden giderek bölümdeki metaforları tek tek aramak için yola düşmeliydim.

Bölüm 18

Küçük Prens çölü geçerken yalnızca tek bir çiçeğe rastladı. Üç taç yapraklı önemsiz bir çiçekti bu.

‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens.

‘Günaydın,’ dedi çiçek.

Küçük Prens, ‘İnsanlar nerede?’ diye nazikçe sordu.

Çiçek bir kez bir kervanın geçtiğini görmüştü.

‘İnsanlar mı?’ dedi. ‘Sanırım onlardan altı ya da yedi tane var. Birkaç yıl önce görmüştüm. Ama nerede olduklarını kimse bilemez. Rüzgâr sürüklüyor onları. Kökleri yok, bu yüzden de yaşam onlar için güç.’

‘Hoşça kal,’ dedi Küçük Prens.

‘Hoşça kal,’ dedi çiçek.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.78-79

Çöl, çölde yalnız üç taç yapraklı, önemsiz bir çiçek. Tek soru: “İnsanlar nerede?” Çiçek bir kez bir kervanın geçtiğini görmüştü. Cevap:Altı ya da yedi tane var. Sanırım. Birkaç yıl önce görmüştüm. Nerede olduklarını kimse bilemez. Rüzgâr sürüklüyor onları. Kökleri yok, bu yüzden de yaşam onlar için güç.”

‘Çöl’

..

Daha önce üzerinde durduğumuz bir metafor. Yaşama daha sıkı tutunmalıyım duygusunu tetikleyen bir mekân. Gerçeği her şeyden soyutlanmış şekliyle görebileceğimiz bir ayna. Hayatın, kaybettiklerimizin kıymetini, pişmanlıklarımızı bize hatırlatan bir nasihatçi.

‘Sade üç taç yaprağı olan bir çiçek.’
.
.

Yılandan sonra Küçük Prens’in karşısına çıkan bir varlık. Başka çiçekler olsa, belki de aralarında görülemeyecek kadar basit görünüşlü. Aynı yılan gibi. Ama o da cüssesinden beklenmeyen laflar ediyor. Belli ki çiçek de bu âlemin ayrı bir bilgesi. Yılan öldürücü yönünden dolayı ölümden bahsetmişti Küçük Prens’e. Çiçeğin vatanı toprak. Rüzgâr, kök onun yaşamından parçalar ve yakından tanıdığı meseleleri dile getiriyor. Yani yılan, yılan diliyle, çiçek de bitki diliyle hakikatin kendilerine bakan yönünden yola çıkıyorlar.

‘İnsanlar nerede?’
.
.

Onları nerede aramak gerekir? İnsan, yaşamını anlamlı yapan şeyin peşindedir. Yaşamı anlamlı yapan şey ise kendimizden başka bir şey için yaşamak. 

Hayatın, bir insanın yeteneklerini sergileyerek, yapabileceklerini yaparak, üretken olarak ona verdiği anlamdan başka bir anlamı yoktur.

Erich Fromm

Ancak günümüz insanı yaşamının ortasına kendi varlığını koymuş, sadece arzularının peşinde koşturuyor. Bencillik ve huzur aynı yerde var olamayan iki zıt yapı. Birinin girdiği yerden muhakkak diğeri çıkıyor. Vericilik, fedakârlık, alçakgönüllülük artık günümüzde nadir görülen birer erdem. Erdemli olmak hüner işi. Her insanın harcı değil. Yiğitlik, cesaret ve emek gerektiriyor. Çünkü bu meziyete sahip olan, ilk önce kendi içinde iyiliğin oluşmasına çalışmalı, sonra eti, kemiği, yüreğiyle başkalarına iyilik edebilmek için yaşamalı.

İnsanın kendisini ıslah etmesi erdemle, başkalarını ıslah etmesi bilgi ile olur.

Konfüçyus

Bütün bunlar başlı başına mutluluğun ve huzurun kaynağı. Huzurun olduğu yerde de zaten bencilce duygular etkisini yitirmiş demektir. Çünkü erdem gibi değerler, nefsin kanallarında adeta bir pınar akarak içimizde olumsuz ne varsa hepsini sürükleyip temizliyor.

Zira nasıl objeler eserin bütününde, ona iştirak etmiş olmakla bir anlam kazanırlarsa, mesela gene kendi deyimiyle, nasıl ki taşlar taş olarak bir şey ifade etmedikleri halde katedralde anlam bulurlarsa, insanlar da ‘İnsan’ denen bütünün içinde bir anlamları olduğunu fark ederler. İnsan anlayışı bu olunca, insan ilişkileri de fertten ötede ‘İnsan’a saygı’ prensibi ile izah edilir. İnsan’a saygı bütün insan ilişkilerinin temelini teşkil eder. Bu anlayış insanların şahsî ve basit menfaatlerine yer vermez. Tam aksine başkalarına bir şeyler vermek, insanı ruhen zenginleştirdiği gibi yalnızlıktan da kurtarır, dostluğa yol açar. Dostluk ‘müşterek bir gayeye yönelmektir.’ Dostluk vatana bağlılığı meydana getirir.

Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.109

İnsanın kendisinden daha önemli amaçlar için yaşaması, onun varoluşuna yüklediği en derin anlam. İdealinin olması, bir davanın peşinde koşabilmesi, ruhundaki coşkuyu asla yitirmemesi onu ayakta tutan dinamikler. İnsanoğlu bunlarla yüceliyor, kendini aşarak varlığını geliştiriyor. Varlıkla bütünleşerek egosunun sığlığından, kısır döngüsünden kurtulabiliyor. Başka insanlara saygısı, iç âlemini zenginleştiriyor. Ve sonucunda hayatına başka boyutlar kazandırıyor.

‘Çiçek bir kez bir kervanın geçtiğini görmüştü.’
.
.

Pilot, benliğinin çölünde yol alan bir beşer kervanı. Küçük Prens’le çıkıyor yola. Çölde yola çıkan, her şartta yol almaya mecbur. Çünkü kervana uymayan geride kalır. Çöl ise her türlü tehlikenin ve korkunun yaşandığı bir yer. Maksadı olan, devamlı yol almalıdır.

Exupéry’nin ‘pilot’un beşer yapısında gerçekleştirmek istediği bir maksadı var. Pilotu, yani çağın madde insanını, beşerî yapısından alıp ilahî özelliklerle bezenen kalbin manevî âlemine götürebilmek. Bunu da Küçük Prens’le gerçekleştiriyor.

Kervan… Farsça kârvân; kafile, yolculuk, özellikle ticari yolculuk demek. İnsan da bu dünyaya ömrünün üzerinden ticaret yapmak için gelmedi mi? Hayat bir yolsa insan da kafilede bir yolcu. Kervan bir yerden mal alıp, aldığını başka bir yere değerlendiren; tekrar buradan aldığını başka bir yerde değerlendiren bir araç. Alıp satıyor, alıp satıyor… Biz de zamandan bir şeyleri alıp satıyor ve değerlendiriyoruz. Ama neye göre değerlendirip, kime satıyoruz? İşte asıl mesele burada.

Bu dünyada kendine verilen her nimeti kalbine, ruhuna, vicdanına göre değerlendirip, ‘Gerçek Mülk Sahibi’ne satan kervan kazanıyor. Kazandıkça yollar emniyetle açılıyor ve kervandakiler bereket alıp bereket satıyorlar. Nefsine göre değerlendirip geçici dünyaya satanlar ise zararı alıp ziyana satıyorlar. Yol tekinsizleşiyor, yaşam daralıyor.

Bu dünyada davası, ideali olmayanın hayali de heyecanı da yoktur. Sadece ‘yat ve kalk’tan ibaret ruhsuz, sorumsuz günleri aynı kısır döngüye benzeyen gidiş ve gelişlerle bir kervan gibidir. Tarihi yoktur. Köksüzdür. Tarihi olmayanın geleceği de olamaz. Ufuksuzdur. Ve zaman; rüzgâr onu ordan oraya savurur durur. İşte çiçeğin anlatmak istediği de bu.

Cevap: ‘Altı ya da yedi tane var.’
.
.

İnsanoğlu yaşamında ne kadar başarılı olursa olsun hep anlam arayışındadır. Çünkü içinde taşıdığı ve ne olduğunu tanımlayamadığı bir boşlukta olması, soluk alamaması onu bu arayışa götürüyor. Anlamsız, tadı olmayan günlerini bir anlamla tatlandırmak ve boşluktaki perişanlığını sorumlulukla toparlamak onun çıkış noktası olacak. Yalnızca “ben, hep ben” diyen, çevresini, varlığı önemsemeyen insan kendine dönük yaşamını aynı bir hücreye çeviriyor.

Dünyada insanın yaşamında manevî değerlerden çok maddî değerler hâkim. Her şeyini yönettiğini söyleyen bir kral, kendini beğenmiş bir adam, sayılarla uğraşan bir iş adamı, devamlı fenerini yakıp söndüren bir fenerci ve devamlı içen bir ayyaşla yerinden kalkmayan, masaya mahkûm bir coğrafyacı… Bunlar bu dünyada insanlık hamurunu oluşturan ana maddeler. Böyle bir hamurdan yapılan aş da kuru, katı, taş gibi. Midede yumruk gibi kalıyor. Ruhlar sancı içinde. Yaşamın lezzeti yok.

Exupéry çiçeğe söylettiği “Sanırım altı ya da yedi tane var,” sözüyle dünya insanının bu altı karakterle bütünleştiği ve belki de yedinci olarak doğru insanın da olabileceği gerçeğini ifade ediyor olabilir mi?

‘Birkaç yıl önce görmüştüm.’
.
.

İnsanın dünyadaki bu durumu yeni bir şey değil. Belki mekanik çağın getirdikleri acısını daha da artırmış olabilir; ama “nefsindeki olumsuzlukların yaşamına ördüğü çorap hikayesi” ta Habil ve Kabil’e kadar dayanmakta.

‘Ama nerede olduklarını kimse bilemez.’
.
.

İçindeki boşlukta kaybolan insan kendini bulamazken başkası onu nasıl bulabilsin? Günü gününe uymayan davranışları, sağlam bir yerde duramayan çekirge gibi oradan oraya zıplayan düşünceleri, sadece maddî başarılara odaklanmanın getirdiği tatminsiz duyguları onu öylesine susatmış ki belki de bir gün su kaynağına götüren yollarda bulabiliriz onu.

Küçük Prens, gezegenlere yaptığı yolculuk boyunca her bir gezegende tek başına yaşayan karakterlerde insanoğlunun sorumsuzluğunu ve yalnızlığını gözler önüne seriyor. Geldiği dünyada da bu durum yılan ve şimdi de çiçekle tekrar dile geliyor.

‘Rüzgâr sürüklüyor onları.’
‘Kökleri yok.’
.

Kökü zayıf bitkinin bitimi bir rüzgarlık. Aynı tüy gibi oradan oraya savrulup durur. Arasanız da hiçbir yerde bulamazsınız. Dünya insanının belki her anı dolu dolu gözüküyor dışarıdan; ama yapılan işte ruh olmayınca oyalanıp tükettiğimiz bir metaya dönüşüyor. Köksüz otlar gibi yaşamlar tüketiliyor anlamsızlıkta.

Davud Peygamber’in dediği gibi:

‘İnsan yaşamı çayır gibidir; kır çiçeği gibi çiçek açar: Rüzgâra tutulduğunda savrulup gider ve toprağı artık onun hakkında hiçbir şey bilmez.’

İnsanca yaşamış ve dünyaya yüreğimizden bir şeyle bırakabilmişsek, onları armağan ettiğimiz insanların hafızalarında yaşamaya devam ederiz. Bu bizim şansımızdır. Dünyayı terk ettiğimizde geriye kalan son şey sadece sevgidir.

Yazar ve şair Hermann Hesse şöyle der:

‘Gidenler bizim üzerimizde iz bıraktıkları özleriyle kalırlar ve biz yaşadığımız sürece bizimle birlikte yaşarlar. Hatta arada bir onlarla iyi fikir alışverişinde bulunabilir ve yaşayanlardan almaktansa, onlardan nasihat alabiliriz.’

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.128

Yaşamın değeri uzunluğunda değil, kullanılışındadır. Bir gün 24 saat. Herkese aynı pay verilmiş. Ancak bir günü yıllara çevirmek de bir dakikaya çevirmek de insanın elinde. Kalpten bakışımız, ona ruhumuzla dokunuşumuz, aklımızla yararlanışımız zamanı ya genişletiyor ya da daraltıyor. Yaşamı çoğaltan en büyük iksir, insanlığın hayrına bir şeyler yapabilmek. Yürüdüğümüz yolda insanlığımızla, fedakarlığımızla, emeğimizle izler bırakabilsek… Gece bile olsa ay ışığında üzerinden gidilecek kalın çizgiler çizebilsek…

Ölüm doğanın ritminde normal bir hadisedir. Yaşamımızın uzunluğu önemli değildir; asıl önemi olan yaşamı dolu çizgilerle, sevinçlerle ve sorumluluk bilinciyle yaşayıp yaşamadığımız, ya da sadece alıp gitmesine seyirci kalıp yılları müsrifçe harcayıp harcamadığımızdır. Seneca şunu özellikle vurgular:

‘Yaşamın istifadesi uzunlukta değil, kullanıştadır. Bazıları uzun yaşamış olsa de az yaşamıştır; yaşadığınız sürece buna dikkat edin. Yeterince yaşamış olmanız yılların sayısına değil, sizin iradenize bağlıdır.’

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.129

Vermek ve paylaşmak insanın en büyük zenginliği. Varlıklı olmak, servet, mülk sahibi olmak demek. Zenginlik ise kaliteli bir hayatın, doygun bir kişiliğin ölçüsü. Sahip olduklarının şuurunda olan ve sevgiye, paylaşıma, güzelliğe verdiği değerle hayatına anlam katan insan varlıklı olmasa da zengindir. Ama çok varlıklı olmasına rağmen çevresiyle bütünleşemeyen, paylaşımı bilmeyen, kalbî değerlerden yoksun insan asla zengin değildir. Varlıklı olmak başka, zengin olmak çok daha başka bir şey. Gönlün zenginliği deniyor; ama gönlün varlığı denmiyor.

Varlık, yaşamı rahatça geçirmemizi sağlar; ancak ruhun aradığı varlık değil, zenginliktir. Aynı şu kıssada anlatılanlar gibi: 

Dağlarda gezen bilge bir kadın, nehirde çok değerli taş bulur. Alır, torbasına koyar. Ertesi gün kendisi gibi bir seyyahla karşılaşır. Seyyahın karnı çok açtır ve bilge kadın torbasından çıkardığı yemeğini onunla paylaşır. Torba açıldığında seyyah içinde değerli bu taşı görür ve onun güzelliğinden o kadar etkilenir ki kendisine verilmesini ister. Bilge kadın hiç tereddüt etmez; taşı seyyaha verir.

Karşısına çıkan böylesine bir cömertlikle sevinen seyyah, bilge kadının yanından ayrılır.

Taş, seyyahın yaşamının geri kalan kısmını rahatça geçirtecek kıymettedir. Bu sayede uzun yıllar yoksulluk çekmeden yaşar. Ancak seyyahın içinde gittikçe artan bir merak vardır. O merakla kadını aramaya başlar ve uzun uğraşların sonunda bulur. Karşılaşır karşılaşmaz:

.Senden bu taşı değil, bundan daha değerli bir şeyi istiyorum. Bana onu verebilir misin? der.

Bilge kadın neyi diye sorduğunda seyyah, yıllarca kafasını kurcalayan merakını dile getirir:

.Bu kadar değerli bir taşı hiç düşünmeden bana vermeni sağlayan şeyi.

Gönül zenginliğidir bunun adı. Hayatın anlamı ve huzur onun içindedir. Gönülden gelmeyen, çabuk biter. Gönülden verilen her şeyde Rabbin sırrı var. Değirmeni döndüren su vadilerden gelmelidir. Vadilerin nasibi ise göklerden. Yüreğini yaşama taşıyanlar yağmur damlaları gibidir. Hafif, saf ve bereketli. Çünkü çorak toprakları diriltenlerdir onlar.

Babama karşı çıkan kişi geldi: ‘İnsanların mutluluğu…’ diyordu. Babam sözünü kesti:

Benim yanımda bu kelimeyi telaffuz etme. Duyarlılıkları olan ağır olan kelimeleri seviyorum; ama boş kabukları atıyorum.

‘Ama,’ dedi öteki, ‘Sen bir imparator olarak öncelikle insanların mutluluğuyla ilgilenmezsen…’ 

‘Biriktirmek amacıyla rüzgârın peşinden koşmak beni hiç ilgilendirmiyor,’ diye karşılık verdi babam; çünkü hareketsiz hale gelirsem artık rüzgâr falan olmaz.

‘Ama’ dedi öteki, ‘Ben imparator olsaydım, insanları mutlu olmalarını isterdim…’

‘Ah!’ dedi babam, ‘Şimdi seni iyi anlıyorum. Bu boş bir laf değil. Gerçekten de ben mutlu insanları da mutsuz insanları da tanıdım. Sıskasını da gördüm, şişmanını da, hastasını, sağlıklısını, canlısını, ölüsünü… Ben de insanların mutlu olmalarını istiyorum; aynı şekilde, ölmelerinden çok yaşamalarını istiyorum. Ama bir yandan da kuşakların gitmeleri gerekir.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.226-227

‘İnsanlar mutluluk peşinde koşmuyorlarsa neyin peşinde koşuyorlar?’

‘Ben bunu sana daha sonra söylerim,’ dedi babam.

‘Ama öncelikle şunu söyleyeceğim: Sen mutluluğun çoğu zaman çaba ve zaferi taçlandırdığı tespitiyle, aptal bir mantıkçı olarak bundan insanların mutluluk için mücadele ettikleri sonucunu çıkartıyorsun. Benim buna cevabım şudur:

Yaşamı taçlandıran ölüm olduğundan insanların ölümden başka bir dileği yoktur. Ve biz böylelikle omurgasız denizanaları olan kelimeler kullanıyoruz. Ve ben sana diyorum ki mutlu ve savaşa gitmek için mutluluklarını feda eden insanlar vardır.

Demek ki onlar ödevlerini yerine getirmeyi mutluluğun en yüce biçimi olarak görüyorlar…’

Gene babamın söylediği başka bir şeyi hatırlıyorum:

‘Portakal ağacı dikmek için gübre ve kürek kullanıyorum; bazı dalları da kesiyorum. Ve böylelikle meyveleri taşıyabilecek bir ağaç yetişiyor. Ben bahçıvan olarak toprağı belliyorum, karıştırıyorum, çiçeklerle ve mutlulukla ilgilenmiyorum; çünkü çiçek açan bir ağaç olması için öncelikle bir ağaç olması gerekir ve mutlu bir insan olması için öncelikle bir insan olması gerekir.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.229

‘Bu yüzden de yaşam onlar için güç.’
.
.

Ahlakın kökü kurudukça dökülüyor yaprakları. Her gelen gün bir evvelkini aratır oldu. İnsanlık yeniden eski haline nasıl gelecek? Ne zaman hamlıktan olgunluğa, bencillikten fedakarlığa döneceğiz? Ne zaman sığ sularımız derinleşecek? Maddî kalıpların içinde gönül nefeslenecek?

Ne yapıyoruz? Hiçbir şey. Sorumuz yok ki cevabını bekleyelim. Bize verilen bunca muhteşem nimeti heba ediyor, gözümüzde çok büyüttüğümüz maddi dünyaya harcıyoruz. O dünya kendi içinde bir damla iken, o damlanın içinde boğuluyoruz.

Ve ihmal ettiği her anın bedduasıyla bugünün insanına yaşam çok güç geliyor.

‘Tanrım,’ diyordum kendi kendime, ‘Sadece toprağını kazıyan, zeytin eken ve arpa tohumu eken biri için dönüşümler zamanı gelir ve böyle biri eğer ekmeğini fırından alıyorsa bunların keyfini çıkaramaz. Hasat şenlikleri zamanı gelir. Hasadı ambara yığma şenlikleri gelir ve o gıcırdayan kapıyı bir omuz vurarak depolanmış güneşin üstüne doğru açar. Çünkü zamanı geldiğinde senin geniş kara topraklarını, tohum ektiğin ve kapatmış olduğun ve üstünde hâlâ tam anlamıyla konmuş olmayan bir ses tozunun ihtişamının dalgalandığı tepeyi tutuşturma gücüne sahiptir.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.522

Bir dilim ekmeği, bir bardak suyu, neşeyi, kederi paylaşmak sultan sofralarından çok daha değerli. Birinde ‘Gerçek Sultan’ı hoşnut edersin, diğerinde dünya sultanını.

Düşün; hangisi daha önemli?


‘Küçük Prens ve Çöl Çiçeği’ İllüstrasyonu © Nika Goltz

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply