Bir Ağaç Gibi Yavaşça Devrildi 

0

Bu dünya hayatı her varlık için bir hicret. Yaradan’dan geliyoruz dünyaya. Dünyadan yine Yaradan’a dönüyoruz. Bebek doğduğundan, çekirdek ve tohum çatladığından itibaren her varlık için bir yolculuk başlıyor. Kiminin yolu düz, kısa; kiminin çok aşamalı. Elma olgunlaşıyor dalında; alıp yiyorsun. Elma senin bedeninde hicret ediyor. Koyun besleniyor, süt veriyor; zamanı gelince güç veriyor canına. Her şey önüne ayrı birer nimet olarak konuyor. 

.Ama hepsinin içinde ekmek neden bu kadar mübarek sayılıyor?

.Çünkü onun hicreti başka; daha çok emek ister yolculuğu: Buğday ekilir, başak verir, toplanır. Kurur; harmandan geçer, ezilir. Tane, kabuğundan; özü, batıldan ayrılır. Değirmen taşında kendinden kendine bölünür de bölünür. O da yetmez; avucun içinde suyla imtihan edilir. Bitti mi? Hayır. Ateşe sokulur, yanar, kavrulur. Yandıkça kokusu dağılır etrafa. Pişmemiş hamurun çiğ kokusu gider. Onun için ekmek mübarektir. Çok uzaktan gelen sevgili gibi öpüp can üstüne konur. Ne güzel nimettir…

Ruh da ekmek gibi… Yaradan üfler cana. Can başak verir, gelişir. Kış üşütür, bahar tazeler, yaz kurutur. Beden kabuğundan can ayrılır. Zaman döner aynı değirmen taşı gibi. Dünya avucunda nice tutku, yalan, kibir, eza… Ham duyguların nefesi ağır kokar. İmtihan ateşi kavurdukça kavurur. Pişmişsen eğer, bu sefer öteler seni öpüp, “âlem üstü âlem”e kor. Ne güzel ölümdür…

O gece yola çıktığını görmedim. Hiç ses çıkarmadan kalkıp gitmişti. Ona yetiştiğimde çabuk ve kararlı adımlarla yürüyordu. Beni görünce, ‘Demek geldin,’ dedi yalnızca.

Elimden tuttu. Endişeliydi hâlâ.

Gelmemeliydin. Acı çekeceksin. Ölmüşüm gibi olacak, ama ölmeyeceğim…

Bir şey söylemedim.

Anlamalısın. Çok uzak. Bu gövdeyi oraya taşıyamam. Çok ağır.

Bir şey söylemedim.

Atılmış, eski bir deniz kabuğu gibi olacak. Bunda üzülecek bir şey yok…

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.111

İnsanın bir maddî bedeni, bir de manevî bedeni var. Bir meyvenin kabuğu ve özü gibi. Özü koruyan, kabuk. Kabuğu değerlendiren de öz. 

Öz, kapta zamanla zerrelerin gelgitiyle oluşan bir anlam. Ağız durmadan konuşur, dudak açılır kapanır. Ağız kap; anlam ağzın özüdür. Anlam yoksa dudak kabuktan başka bir şey değildir. Testinin içinde olan, onun özü. Bedenin içinde olan ruh, bedenin özüdür. Yaşamın özü hayat, aynanın özü ise arkasındaki sır.

Sevda nereye düşer? Göze mi, gözbebeğindeki anlama mı? Yıllarca tükenmeyen sevgi nereden gelir? Ne ki çabuk tükenir ve arkasında iz bırakmaz; o kabuktur. Duygusuz kalp kabuktan başka ne olabilir? Ancak bazı durumlarda öz gidince kabuk kaybolmaz. Çünkü beden, ruhun letaifine; kabuk, özün saflığına bürünür. Yani dönüşüm olur.

Beden gider, fotoğrafın kalır. Kokun gider, üzerine sinmiş elbiselerin kalır. Konuşmaların gider; yankıları kalır. Zaman öyle savurur ki, gün gelir onlar da gider. Ancak gitmeyen bir şey vardır: Kalplerde, zihinlerde demlenir. Özlem olur. Kalan; insanlığındır, sevgindir. İşte öz denilen de budur.

Sonra yine, ‘Biliyor musun,’ dedi. ‘Çiçeğim… Ondan ben sorumluyum. Ve o çok güçsüz! Çok saf! Kendini savunmak için dört işe yaramaz dikeni var…

Ben de oturdum. Ayakta duracak halim kalmamıştı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.113

.Emanet ehline verilir; değil mi can? 

.Öyle bilirim. Peki emaneti veren kim?

.Rabbim. Verilen ise kulu. Kul; emanet ne ise, ona gereken değeri veren, onu koruyan, onu başım üstü eyleyendir. Mesela sevgi bir emanettir. Sana verilse ne yapardın?

Sevginin göze değse parmakları
Sevdam akardı oluklarından.
Hasretin gönlüme eğilse başı
Canda bir alev olurdu zaman.

Zaman, canda tutuşturulan kibrit alevi. Onunla bir mum yakamamışsak, hemen sönüp gidiyor. Basiretler birer fitil, yürekler birer fanus olursa, zamanı elimizde nurdan bir lamba gibi taşıyabiliriz. Çünkü can bir gün ölecekse, o nur için ölmelidir.

Çünkü insan koyunlar için, keçiler için, evler için, dağlar için ölmez. Çünkü eşyalar var olurlar ve onlar için hiçbir şeyin kurban edilmesi gerekmez. Ama insan, onları bağlayan görünmez düğümü kurtarmak için ölür ve onları mülke, imparatorluğa, tanınabilen ve bildik bir yüze dönüştürür. Bu birlikte ilişki kurulur; çünkü insan öldüğünde de onu inşa eder. Ölüm aşk için bedel öder. Ve yaşamını, yaşamdan daha kalıcı olan eserle, yüzyıllar içinden kendisine yol açan tapınakla yavaş yavaş değişen biri de eğer gözleri sarayı bir yığın farklı bir şey arasında seçebiliyorsa ve o gözler sarayın ihtişamı karşısında kamaşmışsa ve oracıkta erimek istiyorsa ölümü kabul eder. Çünkü kendisinden daha büyük olan tarafından kabul edilmiştir ve onun aşkına teslim olur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.67

Ak iplik karadan çözülürken
Şafaktan gülleri devşirebilsem
Nice kör ağlara can takılırken
Gölgeden ışığı bir süzebilsem… 

Gölgeler düşerken aklın üzerine, ruhun gözleri dalıp kaldı uzaklara. En son ufkun seheri nasıldır acep diye sordu? Can, göbek bağından koparken, ışıkları nasıl düşer yüze? Bir melek kanadı örttü ışıkları. Başka sabahlara yine onun kanatlarında yükselmek niceydi?

Bir ses geldi uzaktan: “O meleği sevmek muradınsa, doğacak seherlere uyandır başkalarını. Sabahlara kaldırmak için onlara gecelerindeki mehtabı anlat. Seyrettir yıldızları.”

Ve kuşaklar arasında sürüp giden hiçbir şey olmadığında artık mümkün olmayan alışverişi ve kum saati gibi boşuna akan zamanı düşünerek halkımın içinde yaşadım. Ve düşünüyordum: Bu ev kesinlikle yeterince büyük değil ve karşılığında kendini verdiği eser de kesinlikle kalıcı değil. Ve firavunları düşünüyordum… Eskimeyen, yıkılmayan ve köşeli, onları yavaş yavaş eskitip kum haline getiren zamanın okyanusunda ilerleyen büyük lahitler yaptıran firavunları. Kimi zaman içlerinden yarısı suya batmış ve görünmeyen mavi fırtınada direkleri yıkılmış, yarısı yüzen; ama iflah olmaz eski bir tapınağın çıktığı kervanların el değmemiş kumlarını düşünüyordum. Ve düşünüyordum, uzun insan hayatlarına mal olan ve süsleri, değerli objelerden oluşan yükü ve birçok kuşağın oluşturduğu pisliğiyle, altın telleriyle… 

Yaşlı zanaatkârların üretmek için yavaş yavaş hayatlarını verdiği dinî süslemeleriyle ve yaşlı kadınların üstlerinde gözlerini yaktıkları ve bedenleri sertleştiğinde öksürüklere boğularak ve ölümün getirdiği sarsıntılar içinde kendilerinden geriye bu büyük karışıklığı bıraktıkları işlemeli örtüleriyle, bu tapınak kesinlikle kalıcı değil diye.

Açılan ve ayılan yeşillik. Ve bugün onu fark edenler şöyle düşünüyorlar: Ne kadar güzel bu nakış! Ne kadar güzel…

Ve bu yaşlı kadınların ipeklerini dönüşümleri içinde eğirdiklerini fark ettim. Bu kadar büyüleyici olduklarının kesinlikle farkına varmadan. Ama onlardan kalanları taşımak için büyük bir kasa yaptırmak gerekiyor. Ve de götürmek için bir araç. Çünkü ben öncelikle insanlardan daha uzun ömürlü olanları tercih ederim. Ve böylelikle onların alışverişlerinin anlamını kurtarıyorum. Ve onların her şeyi kendiliklerinden emanet ettikleri büyük çadırı inşa ediyorum.

Bu ağır gemiler, çöllerde de karşıma çıkıyor. Yollarına devam ediyorlar. Ve esas olan bir şey öğrendim: Şöyle ki, önemli olan öncelikle gemiyi inşa etmek ve kervanı donatmak, insanlardan daha uzun ömürlü olan tapınağı inşa etmek. Ve işte kendilerinden daha değerli şeyleri verenler ve alanlar. Ve ressamlar, heykeltıraşlar, gravürcüler ve işlemeciler doğar. Ama sadece kendisi için çalışan ve ölümsüzlük için çalışmayan insandan hiçbir şey umut etme.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.37-38

Hayat denilen deryada yol alan bir gemideyiz. Gideceğimiz yere varabilmemiz geminin sağlam oluşuna bağlı. Ve gerekli hazırlığı yapmadan yola çıkılamıyor. Dünya denilen çölde bir kervandayız. Bu öyle bir kervan ki; kervan başı da biziz, yolcusu da. Çölde yolculuk çetin. Donatılmadan yola çıkmak aptallık. Hayat da dünya da varacağımız yere sadece birer vasıta. Yakıtını nerden, nasıl, neyle alacağız? Bu da yolcunun ödeyeceği bedel. O bedel öyle bir yerden sağlanmalı ki çabuk tükenmesin. Çünkü yol uzun. 

Neler tükenmez? Verdikçe çoğalan emek, tükenmez. Aktıkça coşan pınar, tükenmez. Sardıkça, sevdikçe sonsuzlaşan gönül, tükenmez. Ziyaretçisi çok olan mabette dualar, tükenmez. Gerçek Dost’a yol alan adımlarda takat, tükenmez. Peki ölüm? Adım adım ilerlerken sadece tükenen nefestir. Ruhu bir eşikten geçirirler… Bundan öte atılanlar tükenmez.

Giyinirken, ‘İnsanın son anları nasıldır acaba? diye düşünüyordum. Yaşam, kafamda yarattığım şeyleri boşa çıkarmıştır hep. Ama bu sefer, serseri yumruklar altında, dirseğimiz yüzümüzü bile koruyamadan, çırçıplak ilerlemek zorundaydık.

Sorunu beden açısından görüyordum. Acıyı etimde duyacağım sanıyordum. İşi hep beden açısından ele alıyordum. Bedenle o kadar çok uğraşmışız ki! Onu o kadar çok giydirdik, yıkadık, temizledik, tıraş ettik, besledik ki! Sonunda evcil bir hayvana benzedi. Terziye, hekime, cerraha götürdük onu. Onunla birlikte acı çektik. Birlikte bağırdık. Birlikte sevindik. Ona bakıp, ‘Ben buyum,’ dedik. Ama bu yanılsama, bir anda yıkılıp gidiyor işte. 

İnsan vücuduna aldırmıyor bile! Uşak takımından sayıyor onu. Biraz öfkelendiniz mi, sevginiz kabına sığamayıp taştı mı, yüreğiniz kinle doldu mu, aranızdaki sağlam dayanışma bozuluveriyor. Oğlun alevler içinde mi kaldı? Çaresi yok, koşup kurtaracaksın onu! Kimsecikler tutamaz seni! Yanarsın! Ama vız gelir.”

Kişiliği yaptığı iştedir. Yaptığın iş demek, sen demektir. Başka yerde değil, yaptığın iştesindir artık! Vücudun senin bir parçandır, sen değildir. Vuracak mısın? Vücudunu bekleyen tehlike seni durduramaz. Nesin sen? Düşmanın ölümü. Başka? Oğlunun kurtarılması. Kol ve bacakların mı? Sadece birer araç

Ateş, etini yakmakla kalmamış, etine tapmayı da yok etmiştir. İnsan ondan sonra bedenine aldırmaz. Parçası olduğu, katıldığı şey önemlidir artık. Ölürse bütünden kopmaz:

Ona karışır, onun içinde erir. Tüm yitip gitmez: Kendini bulur.

Bana bak vücudum, vız gelirsin bana! Senin dışına sürüldüm artık, ne bir umut besliyordum, ne de bir eksiğim var! Şu ana kadarki kişiliğimi toptan yadsıyorum. Düşünen de hisseden de ben değildim. Vücudumdu. Sürüye sürüye şu noktaya getirmek zorundaydım onu: Şimdi artık en küçük bir önem taşımadığını görüyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.121-123

Ağaçlar içlerindeki onca alışverişe rağmen sessiz ve vakurdurlar. Onların ölümleri de böyle gerçekleşir. Exupéry’nin ölüm halini yaşayan kardeşinde bir ağacın duruşu var. Sükunet ve huzur… Onurlu bir duruş ve hakikate teslimiyet. Bunların kaynağı ise özdeki kalite. Aynı Küçük Prens gibi:

İşte hepsi bu…

Biraz daha durakladı, sonra ayağa kalktı. Bir adım attı. Ben kımıldayamadım.

Ayak bileğinin dibindeki sarı bir parıltıdan başka hiçbir şey görülmedi. Bir an hareketsiz kaldı. Çığlık atmadı. Bir ağaç gibi yavaşça devrildi. Kuma düştüğü için hiç ses çıkmamıştı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.113

Ölüm doğanın ritminde normal bir hadisedir. Yaşamımızın uzunluğu önemli değildir; asıl önemi olan yaşamı dolu çizgilerle, sevinçlerle ve sorumluluk bilinciyle yaşayıp yaşamadığımız, ya da sadece alıp gitmesine seyirci kalıp, yılları müsrifçe harcayıp harcamadığımızdır.

Seneca şunu özellikle vurdular: Yaşamın istifadesi uzunlukta değil, kullanıştadır. Bazıları uzun yaşamış olsa de az yaşamıştır; yaşadığımız sürece buna dikkat edin. Yeterince yaşamış olmanız yılların sayısına değil, sizin iradenize bağlıdır.

Küçük Prens’in ölümü işte bu yüzden acılı olmaz. Ölümün yılanı onun dostudur. Ayak bileğindeki sarı bir pırıltıdan başka hiçbir şey görülmedi. Bir an için hareketsiz kaldı. Bağırmadı. Bir yaprak gibi usulca düştü. En ufak bir gürültü çıkarmadan kuma düştü.

Ölümü kabul etmem, kendimi özgür kılmam demektir. Esasen kaçınılmaz olana karşı artık daha fazla mücadele vermiyorum. Ölüm beni de es geçmeyecek. Ben kâinat yasalarına tabiyim. Her kedi, her ağaç, her okyanus meydana gelir ve ölür. 

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.129-130

On beş yaşımda almıştım ilk dersi: Küçük kardeşim, birkaç gündür umutsuz durumdaydı. …

‘Ölmeden seninle konuşmak istedim,’ diyor. ‘Az sonra öleceğim çünkü.

bir nöbet geliyor, susmak zorunda kalıyor. 

Korkma sakın… Hiç acı çekmiyorum. Sıkıntım yok. Ama elimde değil. Vücudum beni dinlemiyor.’

Vücut çözülüp dağıldı mı, asıl öz çıkıyor ortaya. İnsan için yalnız ilişkiler önemlidir.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.123-124

Exupéry kardeşi Francois’nın halinden öylesine etkilenir ki, gerek ölümüne yaptığı uçuşlarında ve gerek eserlerindeki ölüm sahnelerinde bunu rahatça görebiliyoruz. Kahramanların hayat, ölüm, beden ve ruh üzerindeki düşündürücü konuşmaları, derin tahliller, ortam tasvirleri etkileyici oluyor.

Kabilelerimin içinde ölüm tehdidi altında olan ve hiçbir şey söylemeden solukları kesilen, gözleri yarı kapalı, muazzam kirpiklerinin altında bir köz kalıntısı bulunduran çocukları gördüm. Çünkü kimi zaman Tanrı hasat yapan biri gibi olgunlaşmış arpaya karışmış çiçekleri biçer. Ve tanelerle dolu ekin demetini getirdiğinde bu işte yararsız lüks görür.

Ölen İbrahim’in oğlu,’ diyordu halk. Ve onlar fark etmeden yavaş yavaş İbrahim’in evine gittim. Biliyordum ki insan sevginin sessizliğine kapandığında dilin yanılsamaları aracılığıyla anlar. Onun ölümünü dinlemekle meşgul olduklarından bana hiç dikkat etmediler.

Onu fark ettiğimde soluğu tıkanmış olduğundan, yumruk yaptığı küçük ellerinden, çok hızlı yükselen ateşine yapışmış olduğundan, ısrarla kapamış olduğu ve görmek istemeyen gözlerinden kaçmakta olduğunu anladım. Çevresindekileri fark ettim. Küçük vahşi hayvanları ehlileştirir gibi onu ehlileştirmek istiyorlardı. Adeta titreyerek, ona süt kasesini uzatıyorlardı.

Ama öyle ciddi ve kayıtsız duruyordu ki… Ona gerekli olan şey kesinlikle süt değildi. Ve yaşlı kadınlar yavaşça, çok yavaşça kumrularla konuşur gibi alçak sesle sevdiği bir şarkıyıpınarda yıkanan dokuz yıldızı şarkısı- söylemeye başlıyorlardı; ama o besbelli çok uzaktaydı ve işitmiyordu. Kaçarken arkasına bile bakmıyordu. Ölüme hiç inanmıyor gibiydi. Kendisinden hiç değilse bir yolcunun, yavaşlamadan bir dostuna göz atması gibi bir hareket bekleniyordu. Bir minnettarlık işareti.

Ah! Dokuz yaşındaki bu çocukla rahatlamak ne kadar kolay. Ve onu mutlulukla bağlamak için kendisine oyuncaklar uzatmak. Ama bu oyuncaklar çok yaklaştırıldığında onları küçük eliyle sertçe itiveriyordu. Dörtnala giden bir atlının önüne çıkan çalılıklardan sıyrılması gibi.

Ve ayrıldım oradan ve eşiğe doğru yürüdüm. Orada bir anda bir pırıltı, bir kent görünümü ve daha başka şeyler ortaya çıktı. Kendisine yanlışlıkla seslenilen bir çocuk gülümsemiş, cevap vermişti. Duvara doğru dönmüştü. Çocuğun bir kuşun varlığından daha kırılgan olan varlığı… Ve ölen çocuğu evcilleştirmek için sessizlik sağlamaları için bıraktım onları.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.40-41-42

Mevlâna der ki:

Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allah’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.

Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin ruhun bir ağaca benzer. Ölüm ise, o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir…

Bir kul olarak her şeyi iç bahçemizde yetiştiriyor; sonra sunuyoruz çiçek pazarına. Sevgiyle, Hayy Olan’dan gelenlerle yetiştirdiklerimiz şebnemi üstünde diri, mis kokulu güller gibi.

İhmal ettiğimiz bahçeden edindiklerimizin çoğu ise güdük, kuru, çürük oluyor. Ölüm de hayat pazarına sunduğumuz bir ürün. Ya kar edeceğiz ya zarar. Ehline sordum: Bu işin sırrı nerde? Cevap verdi:

Ve kimi zaman şafak vaktinden biraz önce sarayımdan bahçeye doğru ağır ağır yürümek istiyorum. Gül bahçelerine doğru gidiyorum. Sağa sola bakıyorum ve öğle vaktinde bağışlama ya da ölüme, barış ya da savaşa karar verecek olan ben, bir gülün sapına doğru eğiliyorum. 

İmparatorluğun yaşaması ya da ölümü. Sonra yaşlı olduğum için yaptığım işi zar, zor bırakarak yaşayan ya da ölmüş olan bütün bahçıvanlara ulaşmanın olası en etkili yoluyla şöyle diyorum:

Ben de bu sabah gül ağaçlarını budadım.

Dolayısıyla işimi bitirdiğimde halkımın ruhunu güzelleştir. O işini bitirdiğinde halkının ruhunu güzelleştirir. Ve onu düşünen ben, beni düşünen o, buluşmalarımızda bize katiyen sunulmasa da töreni değerlendirdiğimizde ya da başlattığımızda, cezalandırdığımızda veya bağışladığımızda o benim için, ben de onun için, Bu sabah gül ağaçlarını budadım…’ diyebiliriz.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.568-569

Bilsen ki bir gülün yapraklarında eriyecek hırsların, zaafların; onu rahatça tutup koklamak için dikenlerini budamaz mısın? Bilsen ki kalbini sevginin toprağı yaptığında ışıl ışıl coşacak. Temizlemez misin ayrıklarından? Hele gönlündeki niyet Mevla’ysa… Bilsen ki nefreti, öfkeyi O’nun için unutmak, sana ne denli yakışacak… Gönlün sınırı olur mu? Kâinata sığmaz Allah. Ama bir kulumun kalbine sığarım diyorsa… Yakıtını o sınırsızlıktan alan ışığı, kim söndürebilir?

Ömrün bir gül gibi kızarıyor. Kızardıkça açılıyor yaprakları. Birazdan kızıllığı da kaybolacak. Kızarmak neyin rengi Elif? Ateşin rengi kırmızı. Ayrılık ayrı yakar, vuslat ayrı tutuşturur. Ateşin alazları her bedene farklı farklı sarılır. Alazlar kalem olur; sema eder ucunda ruhun. Neye, niye dönersin? Canın zamana; zamansa Mevla’ya yazılır.

Ama sen her şeyi yok ettin, saçıp savurdun, şenliğin anlamını yitirdin ve zenginliklerini her gün dağıtarak zenginleşeceğini sandın. Çünkü sen zamanın anlamı konusunda yanılıyorsun. Tarihçilerin, mantıkçıların ve eleştirmenlerin geldiler. Malzemelere baktılar ve hiçbir şey anlayamadıklarından bunlarla mutlu olmanı tavsiye ettiler. Ve sen şenlik yemeğinin koşulu olan yemeği reddettin. Buğdayın bir bölümünün dökülmesini kabul etmedin… Şenlik için yakılan bu buğday, buğdayın ışığını yaratıyordu.

Ve yaşamda eşdeğer olan bir anın olmasını anlamıyorsun. Sen sefil aritmetiğinle körleşmişsin.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.499

Öyle bir Mevla’n var ki O’nun yolunda gerçekleştirebildiğin her emeğe kat kat lütfediyor.

Sen bir tohum ekiyorsun toprağa, “Her başağında yüz adet tohum olmak üzere, yedi başak” veriyor.

Sana düşen; tohumunu ekmen, toprağına iyi bakman, ürünü zamanında toplaman. Kim bilir, gün gelir ekmeğini ötelerin rahmet sofrasında önüne koyarlar. 

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply