Sokak – Bölüm 4

0

Sayın İlhan Akıncı’nın “Ümit, İkna, Dua” yazısından esinlenerek yazıldı.


Anlatılar ve Kafes 

Cebimde her zaman küçük bir defter tutarım. Okuduklarımdan, dinlediklerimden not aldığım hikmetli sözlerin, cevap bekleyen soruların, önemli tespitlerin yer aldığı bir defter. Yürüyüş yaptığımda ara sıra bir yerde oturur, hemen çıkartarak bir bölüm seçer, hakkında uzun uzun düşünürüm. Yorumlarımı yazmayı ihmal etmem. Yıllardır edindiğim bir alışkanlık. Ve bu alışkanlık, bana çok şey kazandırdı. Bunun gibi bir sürü defterim var. Geçen gün okuduğum yazıyı tekrar gözden geçireceğim. Konu, insanla ilgili sorunlarsa dikkatimi çekiyor. Hele konunun merkezinde bir genç varsa düşünmeden edemiyorum. 

Hava sabahki gibi değil. Adaların arkası kurşunîye boyanmış. Üşütse de çok seviyorum böyle havaları. Attila İlhan geliyor aklıma. Hüznü, sorunları ve sisli renkleri birleştiren dizeleri.

sen yağmur karanlığı
onlar camlarda hüzün
ufukta şafağın çığlığı
işitilir elbet bir gün
sırtımızdan ağırlığı
kalkar acı sömürünün

Sırtımıza yüklenen sorunlara sebep nedir? Günler sadece bir yolsa ve yolcu da hatalıysa zaman ne yapsın? Ufuklar çığlık çığlığa… Sömürülmüş olmanın acısıyla içi yansa da insanın, kendi sesini duyamazsa elinden ne gelebilir? 

Boş bulursam aynı yerde oturacağım. Ağaç altı. Tam önünde küçücük bir koy var. Hava rüzgârlı olmasına rağmen sahil umduğumdan kalabalık. Düşünceler, sakin adımlar ve dalga sesleri beni en iyi anlayan yakın dostlarım. Şu anda sığındığım yapmacıksız, çelişkisiz varlığın tatminkâr sinesi bana yetiyor. Hava tahminimden soğuk. Şimdiden üşümeye başladım. Biraz ileride yürüyen bir siluet dikkatimi çekiyor. Dikkatli bakınca; a… Mümtaz Bey bu. Hızlı yürüyerek yanına varıyorum.

.Yine karşılaştık Mümtaz Bey. Sizi görmek ne güzel. 

.Sizi görmek de çok güzel Elif kardeşim. 

.Rüzgâr hazırlıksız yakaladı. Galiba yağmur yağacak. Bu hava üşütmesin sizi?

.Yok üşütmez. Severim böyle havaları. Yaşım geçkin de olsa alışkınım; dayanabilirim. Maide’m sanki havayı hissetmiş. Bugün yürüyüşe çıkmak istemedi. 

Yerim boş. Oturmayı teklif ediyorum. Kabul ediyor. Bir müddet konuşmuyoruz. Belli ki Mümtaz Bey de benim gibi gerekmedikçe konuşmayı sevmeyenlerden. Önümüzden geçenlerle ilgimiz yok. Sadece Adalar’ı seyrediyoruz. Tam karşımızda Kınalı. Dilsiz konuşmanın en güzeli, varlıkla olan. Suskun ve gözler uzaklara dalmış; öylece kalıyoruz. Neden sonra Mümtaz Bey, parmağıyla uzaklarda kabaran dalgaları göstererek:

.Dalganın tarifini nasıl yaparsınız?

Uzaklara bakıyorum. Denizin üstünde rüzgâr estikçe hareketlenen bir buğday tarlası Burgaz’a ve Kınalı’ya doğru uzanıyor.

.Dalgalar aynı buğday tarlasındaki başaklara, filizlere benziyor. Rüzgâr üfledikçe hareketleniyorlar. Bir aşağı, bir yukarı doğru eğilip bükülüyorlar. Deniz yüzeyindeki bu hareketlenme de dalga oluyor.

.Güzel örnek.

Bunları söylerken belli belirsiz sesinin titrediğini hissediyorum. Bu yaşta soğuk hava, tehlikeli olabilir; ama nasıl söyleyebilirim? Benim de üşüdüğümü belirtirsem…

.Hava bayağı soğukmuş. Bu havaları severim; ancak son günlerde direncim eskisi gibi değil. Hiç üşümek bilmezken artık üşüyorum. 

.Elif kardeşim. Doğruyu söylemek gerekirse benim de direncim azalmış. Oturunca soğuktan etkilendiğimi anladım. İsterseniz şöyle yapalım. Evde acil yapılacak işiniz yoksa bir saatinizi bize ayırın. Hem Maide’m de sevinir. Bugün Salı. Arif oğlum zannederim evdedir. Onu da çağırırız. Çay, kahve ziyafeti olmaz; ama muhabbet her şeye değer. Dalga konusuna da evde devam ederiz. Ne dersiniz?

Bu güzel insanlarla yeniden bir araya gelebilmek sevindiriyor. Hatta yazıyı onlarla paylaşabilirim. Kabul ediyorum. Maide Hanım her zamanki zarafetiyle karşılıyor. Az sonra Arif Bey geliyor. Hemen geldiğine göre demek ki o da bu beraberlikten memnun. Yazı hakkında konuşmak için uygun bir ortam. Bir saatten fazla zaman ayırabilirim. Dinleyeni ve yorum yapanı izlemek, insanı tanımanın yollarından biri. Kelimeler, ses tonu, üslup, mimik ve jestler adeta konuşanın kişiliğini yavaşça, maharetle çiziyor. Ve ben bu resmi seyretmeyi seviyorum. Onlar konuşurken defteri çıkarıyorum. Yazının neredeyse çoğunu yazmışım. Aldığım bir hayli not var.

.Geçenlerde “Ümit, İkna, Dua” adlı bir yazı okudum. Genç bir kalem. İlhan Akıncı. Arif Bey gibi dolu biri. Kendinden yola çıkarak toplumun bir sorununa değinmiş. İsabetli tespitleri var.

Müsaade ederseniz sizlerle paylaşmak isterim.

Memnuniyetle kabul ediyorlar. Heyecanla konuya başlayacağım kısmı seçiyorum:

1980’li yıllarda bulduğu her şeyi okuyan, sonrasında zaman içinde aktarım araçlarının da çeşitlenmesiyle, pek çok popüler ya da yarı popüler içeriği de okuyan ve izleyen bir kişi olarak, zihnimde yaşadığım karmaşık ve kopuk, ama yoğun halin bana özgü değil, kitlede de yansıması olan bir hal olduğunu yeni fark ediyorum.

İlk adım Arif Bey’den geliyor:

.Bir farkındalık yazısı. Çözüm bekleyen sorunlar ve sebepleri. Bunlar benim her zaman tercih ettiğim konular. Yazar arkadaşımızla aynı kuşaktanız. Bulduğu her şeyi okuyan bir jenerasyon. Hızlı ve hırslı bir eğitme çabası. “Ne kadar kitap okursa o kadar başarılı olur.” diyen büyüklerin önümüze sürdüğü kitaplar. Ancak okuduğumuzu birlikte yorumlayacağımız kimse yok yanımızda. Daha doğrusu yorumun, okuyana neler kazandırabileceğinin çok az kimse farkında. Ayrıca hangi kitaplar? İçinde ruha yararlı ne var? Bunlar düşünülmeden akışa kendimizi kaptırarak ne bulursak okuyoruz. Çünkü toplum böyle istiyor ve sunuyor. Sadece popüler olsun yeter. Peki ne oluyor sonucunda? “Zihinlerde içten içe büyüyen kaoslar.” 

.İçi kof, magazin kokulu yazıların yanında, düşünen, insanı önemseyen bunun gibi örnekler insanlıktan asla ümit kesilemeyeceğinin belgesi. Açıkçası meraklandım. Dediğiniz doğru Arif oğlum. Karmaşık, kopuk; ama yoğun çıkmazlar. Ve her çıkmaza girildiğinde hissedilen psikolojik hal. Özellikle yeni bir şey öğrenildiğinde, yepyeni bilgilerle karşılandığında zihinde oluşan karışıklıklar.

.Evet, Maide teyze. Yabancı bir düşünceyle, inançla karşılaştığımızda bu karışıklık iyice artıyor. Önceden edindiklerimiz, durmadan yeni sunulanlar ve bizim gerçekten ihtiyaç duyduklarımız. İlk ikisine revaç çok, ama üçüncüye revaç pek yok. Yeni bilgilerle bizde olanın arasında bir ahenk, bir uyuşma var mı? Yok. Sadece ardı ardına sıralanan cevaplanmayan sorular, beyni tırmalayan şüpheler ve doldurulamayan içine düştüğümüz boşluklar, aldığımız yaralar… Bunlara çareler düşünülmüyor. Sadece neden bu kadar zihnim bulanık sinyalleri veriyoruz.

.Ve bu karışıklık, kalbî dalgalanmalara sebebiyet veriyor Arif oğlum. Kısacası Gazali’nin dediği gibi uyuşmazlıklar, aykırılıklar derin bir denize benziyor ve dalan, boğuluyor. Elif kardeşimle bugün sahilde bir bankta oturup konuşmadan Adalar’ı, denizi ve dalgaları seyrettik. Hava hayli rüzgârlıydı. Aynı toplumda durmadan esen rüzgâr gibi. Estikçe insanların iç dünyasında oluşan dalgalanmaları düşündüm. Meğerse bu yazıya hazırlık yapıyormuşum. Tam bir tevafuk. İlahî programın bu mükemmelliğine gel de hayran olma! 

Peki, Elif kardeşim her dalgalanma aynı mıydı?

.Hayır. Rüzgârın şiddetine göre değişiyordu. Bir okşamak vardır, bir de şiddetli sarsmak. Okşayış melteme, şiddetli sarsma fırtınaya benzer. Dalgalanma daha çok sarsmaya yakın gibiydi. 

.Sahilden tam karşımızda olan Kınalıada’ya doğru baktığınızda denizin üzerinde neler gördünüz? 

.Rüzgâr şiddetini artırmış, sahile vuran her dalga kendi içinde bir boşluk oluşturup onun etrafında hızla dönerek bir noktada kırılıyordu. Ve sonra geldiği hızla köpük köpük geri dönüyordu.

.Bu kırılmalar çatlama olarak tabir ediliyor Elif Hocam. Sahilden uzaklaştıkça dalganın boyu kısalıyor; ama bu sefer de iki dalganın arası uzuyor. Bu durum gemiler için çok tehlikeli. Bir belgeselde izlemiştim.

Ayrıca dalgaları meydana getiren başka bir şey daha var, Mümtaz Amca. O da denizin dibindeki hareketlenmeler, deprem ve çökmeler. Bunu bir de açık denizde düşünün. Herhalde otuz, kırk metre boyunda tsunamiler olur.    

.Evet. Peki neden dalga örneği üzerinde durmamızı istedim Elif kardeşim?

.Uyguladığımız bakır telde olduğu gibi dalga örneğiyle de insan yapısında bir gerçeğe değineceksiniz. Öyle tahmin ediyorum. Büküldükçe ısınan ve ısındıkça inceldiği yerden kırılan tel. Ve rüzgârla inip kalkan ve oluşan boşluğun çevresinde dönerek kırılan dalgalar. İkisinde de aynı sonuç. Ancak en acı vereni, insandaki ruhsal kırılmalar.

.Doğru tahmin. Dalgalar ve içimizdeki dalgalanmalar. Arif oğlumun sözünü ettiği, denizin dibindeki çökmeler, oluşan boşluklar ve boşluk dolarken meydana gelen sarsıntılar, kırılmalar… Çünkü yaradılış boşluğa yer vermiyor. Varsa boşluk, yeri hemen bir şeyle doluveriyor. Sorunların şiddeti arttıkça hayatımıza hızla vuruyor. İç dünyamızda oluşan boşluğun etrafında dönerek, bir yerleri kırıp dökerek geldiği gibi hızla uzaklaşıyor. Ne vurdu? Neden vurdu? İç dünyamız bir anda neden böylesine karıştı? Bunları anlayamıyoruz. Elimizde tutabilsek, incelesek önemsiz birer safsata ve köpük olduğunu anlayacağız. Lakin bir var bir yok misali her şey hızla gelişiyor.

.Evet, Mümtaz Bey. Sorunun başı, boşluk ve kırılma. Doğrudan kopuyorsak boşluk, yalanla doluyor. Muhakemeden uzaklaşıyorsak ya saçmalıklarla kendimiz dolduruyoruz ya da bizi maşa gibi kullanmak isteyenler safsatalarla dolduruyor. Şu anda insanlar; bilhassa gençler, dıştan ve içten gelen iki olayın etkisinde. Bunun sonucunda -deniz örneğinde olduğu gibi- bir yandan dışta şiddetli esen rüzgârla, bir yandan içte hareketlenen depremle durmadan çalkalanıyorlar. Tabii bu karışıklığın tam ortasında zihin ne yapacağını bilemiyor. Düşünceye daldığında da Gazali’nin dediği gibi karışıklık insanı dibe çekiyor ve kalbinde boğulmaya başlıyor.

.Ve bütün bunlar planlı yapılıyor Maide teyze. Hedefe göre tasarım, uygun kelimeler, kavramlar, konular, kitaplar, oyunlar, sanal dünyalar; hatta sanal kahramanlar… Her şey önceden bizim yerimize düşünülmüş, tasarlanmış. Nerede ne hissedilir? Nerede aşka gelinir? Nerede korkulur? Gelecekte olacaklar çoktan hazırlanmış. Hepsi ölçülmüş, biçilmiş ve dikilmiş. Sadece manken lazım. O manken de biziz. Zannediyoruz ki, giydiğimiz bizim zevkimizdir. Bizi güçlendirecek ve bize kişilik kazandıracaktır. Ve çok zekiyiz, her şeyi öğreniriz, başarabiliriz. Korkunç bir aldanış!

.Her şeyin önüne konulduğu bir yaşamda hayaller barınacak yer bulamaz Arif oğlum. Hayalin olmadığı yerde merak kimsesizdir ve ümit tükenir gider. Haklısın. Ne korkunç bir aldanış! Vah, tohumun, istidatların haline Elif’cim! Nerde görülmüş hayalin, merakın, ümidin olmadığı bir toprakta insanlığın baş verebileceği? Nerde görülmüş kanatları koparılmış kuşların uçabileceği?

.Doğru söylüyorsunuz. Bildiğiniz bir hikâyedir: Kartal yumurtasını tavuk folluğuna koymuşlar. Yavru yumurtadan çıkmış; ama uçmayı nerden öğrenecek? Yavru geliştikçe, içindeki fıtrî halleri sergiledikçe tavuk annesi yanına gelmiş ve onu korumak düşüncesiyle hep şöyle demiş: “Sen bir tavuksun ve tavuk gibi olmalısın.” Bize de aynen böyle davranılıyor. İçimizdeki istidatlar hareketlenip kendimizi ortaya koydukça biri hemen yanımızda bitiveriyor ve hep şöyle diyor: “Sen benim çocuğumsun, eşimsin, arkadaşımsın, öğrencimsin, çalışanımsın, halkımsın. Ve istediğim gibi olmalısın.” Yazı bu duygulara benzer şekilde şöyle devam ediyor:

Bugün benim zihnimde geleceğe dair söylenebilecek bir söz yok. Çünkü aklıma gelen her gelecek tasviri, her ütopya, distopya ya da adına ne dersek bu hayallerin hepsi bir anlatıyla, çoğunlukla da bir görsel anlatıyla eşleşiyor ve zihnimdeki bu eşleşme en hafif tabirle beni kısıtlıyor.

.Yazık değil mi, bu zihinlere, yüreklere? Buradaki gerçek, genç kuşağın kendini kapattığı hücre. Bu hücreyi hazırlayan da modern zamanın modern anlatımı; daha doğrusu baş belası.

.Haklısınız Mümtaz Bey. Değindiğiniz bu hücre gerçeği -bakın- şöyle ifade edilmiş:

İnsanoğlunun hep bir anlatı çabası içinde olduğunu biliyoruz, ancak ben bugün anlatılardan oluşan bir kafes içinde hissediyorum kendimi. Aynı dili ve aynı üslubu sadece kültür içeriklerinde değil, haber içeriklerinde, hatta kurumsal içeriklerde bile görebiliyoruz. Bu dilin ve üslubun düşüncemi, tahayyülümü ve sonunda ruhumu daralttığını hissediyorum.

.Adeta çevremdeki çoğu arkadaşın hâlet-i ruhiyyesi çizilmiş. Bir dil var; bizim hayallerimizi daraltıyor. Bir üslup var; hem zihni hem kalbi hem ruhu cendereye almış. Gerçekten dalga örneği, dalga çatlamaları bu halimize çok benziyor. Her anlatı içindeki boşluğun çevresinde dönerek öyle bir çarpıyor ki dünyamıza, köpükleriyle o geriye dönerken biz de bizde bıraktıklarıyla parçalara bölünüyoruz. Bu sıkıntıyı dile getiren arkadaş, bizimle aynı kuşaktan olmasına rağmen şanslı. Çünkü bunun farkındalığını yaşıyor. 

.Gözlemin ve yorumun çok isabetli oğlum. Farkındalığı yaşayabilmek, büyük nimet. Aklımız var; düşüneceğiz elbet. Dilimiz var; konuşacağız. Elimiz var; yazacağız. Lakin suyu olmayan değirmenin gürültülü çabası ürün vermiyor. İçinden verim alınamayan üslubu, hikâyeyi, yazıyı neyleyim? Bu gerçek bir sorundur. İçinde gizli tuzakların olduğu üslûplar, hikayeler, sorundan da öte felaket getiriyor.

Bir şey söylemeden deftere yazdıklarımı okumaya devam ediyorum:

Burada form ve norm üzerine konuşulabilir, ama bunu erteleyerek, ruhumdaki daralmanın sonuçlarını tartışmayı tercih ediyorum. 

Bu sonuçlardan ilki, insana kendisini kurulu bir saatin içinde hissettirmesi. Kurulu bir saat varsa, ben de bu saatin bir bileşeni olarak işleyeceğim için, gelecekle ilgili tahayyülüm, anca bir çarkın döndüğü anda, bir sonraki anda da döneceğini tahayyül etmesi kadar garip ve sonuçsuz oluyor.  

.Sekiz-dokuz sene önce ben de kendime böyle bir teşhis koymuştum. Koyar koymaz bir yakınıma açıldım. İyi ki açılmışım. Bu iletişim benim şifam oldu. Yaşadığımız gerçek, çok tüketici bir şey Mümtaz amca. Kurulu bir saate bağlı kalıyorsunuz; hatta kendinizi saatin içinde hissediyorsunuz. Tik tak… Tik tak… Bir değil, iki değil. Önceden kurulmuş. Sunulanlar aynı yelkovan gibi bir daire çiziyor. Ve siz akrep olarak noktayı koyuyor, saati belirliyor; bu budur diyorsunuz. Veya şöyle de düşünülebilir: Siz saniyeler, dakikalar gibi devri tamamlıyorsunuz. Biri gelip “Sonuç budur.” diyor. Hep üstü örtülü bir müdahale. Duruma göre değişen taktikler; yani tik taklar… 

.Tabii durmayan bu tempoda geleceğe yönelik meraklar, heyecanlar, tahayyüller, projeler, telaşlar yok. Nasıl bir şey ki bu boşluk, tedirginlik ve korku hissi bile kendisine tercih ediliyor.

Bunları diyerek okumaya devam ediyorum:

Bu bakış ya da anlayış beni büyük bir problemle karşı karşıya getiriyor. Ama bu halde hissettiğim şey bu bağlamda ümitsizlik değil, ümit kavramının yok olması gibi daha çok. Ben bugün dün bana anlatılan haldeysem, yarın da bugün bana anlatılan halde olacağım gibi basit bir denklem içinde hissediyorum kendimi. 

…ümitsizlik değil, ümit kavramının yok olması gibi daha çok.
.

Bu ifade çok acı Mümtaz Bey. Genç insanlar, arkadaşlarınız bu hâli mi yaşıyor Arif oğlum? O zaman yaptıklarına neden kızıyoruz? Hele daha yirmili yaştalarsa… Onların delicesine araba sürmelerine, laubali tavırlarına, adamsendeci benliklerine neden takılıyoruz? Ümitsiz de olsam üzerinde tartışır, düşünür ve belki bir gün ümidi yakalayabilirim. Ümitsizliğim ümidi aklıma getirir. Ama düşünün ki, böyle bir kavram, ihtimal yok. Dehşet verici. Her sonuca varmada bu kadar aceleci davranılırsa, geçmişten kopup tarihten ders alınamazsa “doğru olanlar” bu hızda ve bilgisizlikte nasıl bulunacak? Bu da ayrı bir sorun.

.Yazıda bu soruna da değinilmiş Maide Hanım. Şimdi okuyacağım paragraf, rikkatime en çok dokunan yer:

Gaye ya da hayal benim için bu denklemde var olmayan kavramlar, fakat ruh sahibi bir varlık olarak, bu kavramların yokluğunun ruhumda yarattığı açlığı doldurmam gerekiyor, bunu da yeni anlatıların peşinde koşarak yapmaya çalışıyorum. Bir nevi tuzlu su içmek gibi bir hal.

.Mevlâna gönlü bir testiye benzetir; içine akan olumsuz duygu, düşünce ve davranışları da tuzlu suya. Ona göre bizler testilerimizi tuzlu suyla dolduruyoruz ve bu sular gönüllerimizi hasta ediyor ve sonunda gönül gözümüz kör oluyor. Ona göre nasıl tuzlu su insanın susuzluğunu gideremez; hatta daha da artırırsa sahte bilgiler ve sahte rehberler de ruhun ihtiyacını gideremiyor. Kısacası her çakma, gerçeğini bulma yolunda perde olup insanı hakikatten mahrum bırakıyor. 

Maide Hanım bunları söylerken bir anda duruyor:

.Ah, Mümtaz Bey… Yine kütüphaneye koştunuz. Dilinden, ruhundan anlayanları buldu ya, muhakkak Mevlâna’dan delil getirecektir. Yıllardır kitap okur. Önyargısız, hakkaniyetle değerlendirir. Okuduklarının fihristini çıkartır. Hangi konu, hangi tema hangi kitaptadır, kimin eserinde var? Hepsi için ayrı defter tutar. Salonda adeta bir hazine var. 

Mümtaz Bey, Maide Hanım’ın dediği gibi elinde bir kitapla geliyor ve getirdiği kitaptan bir sayfa açarak okumaya başlıyor:

– 4306. beyit:

Tuzlu su, susuz kimseye derman olmaz; içildiği zaman insana hoş ve serin gelirse de hiçbir fayda sağlamaz! Tuzlu su; kendisini bize iyi su gibi gösterir, bize hile yapar da yüzlerce sebze yetiştiren tatlı suyu aramamıza mâni olur. Yani; zevkler, lezzetler su gibi içildiği zaman insana hoş gelir, oyalar fakat, onun manevî susuzluğunu gidermez! Bilakis, hakikati aramasına engel olur! 

Şefik Can / Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi /
Birinci ve İkinci Cilt / s.673 

İnsan bir bilse, gerçek hakikatin kendisi olduğunu. Su gibi kendi kaynağından aktığını ve aktığı yerden güzelliklerin bittiğini. O zaman bu yanılgıya düşmeyecektir. Deniz de sudur; ama fıtratı başka. İnsandaki su ihtiyacını karşılamaz. Lakin su kaynağı olarak insana sadece deniz sunulmuşsa o zaman problem başlar. Susadıkça içer, içtikçe içi yanar ve daha fazla susar. Çünkü tuzlu su susatır. Yine Mevlâna’nın dediği gibi günümüzde gençlere sunulan bilgiler faydasız ilaçlar gibidir. Derde deva olamazlar. Hileler yapar, hastaları aldatırlar! Yol kesicidirler; onları soyarlar, paralarını alırlar!1

.Başka kaynak aramadan sadece gösterilen kaynaktan içilirse bunun sonucu, kaos. Kaosun farkına varılmadan içmeye devam edilirse durum gerçekten çok tehlikeli. Tabi bunun sonucunda ruh daralır. Ancak bu acıyla kendine gelebilirse kişi, “Yaradılış düzeninde muhakkak doğru kaynak olmalıdır.” diye olayı sorgulayıp gerçeği aramaya çıkarsa kaos bitebilir. 

.Bu dünya, gençleri nasıl bir yere atıyor Maide’m? O yerde bir yandan üretip bir yandan tüketmekten başka ellerinden bir şey gelmiyor. Halbuki hayatın onlardan beklediği bu değil. Çoğu, hakikatin farkında değil. İnsanlara bilgi olarak sadece tarifler veriliyor. Kitaplar diz boyu. Ama düşünülmüyor, uygulanmıyor. Ancak bunalmış hissedildiğinde ve vicdan sancılandığında hakikat, hakikat diye koşturuluyor. 

.Yani, yanlış adreslerden yanlış tavsiyeler ediniyoruz Mümtaz amca. Bunlar ise taklit, sanal yüzler. Neden doğruyu göremiyoruz? Çünkü saflığımız elimizden alındı. Her şeyi görebilecek kalp gözümüze perde üstüne perde çekildi. Ayrıca bu dünya, taklidi gerçeğinden ayıran ince çizgiyi bizden ustalıkla gizliyor. 

Yazı bitmemişti. Söylenecek daha çok şey vardı. Tahminimden hayli uzun oturmuştum. Mümtaz Bey’in yüzündeki heyecanı, Maide Hanım’ın düşünceli halini ve Arif Bey’in “Daha söylenecek çok şey var.” ifadesini geride bırakarak ayrıldım.

Dışarısı ısınmış, ben de ısınmışım. Üşüyenlere üzülmemek mümkün değil. “Yanlış adreslerden yanlış tavsiyeler almak.” hayli düşündürücü.

Ben “68 kuşağı” denilen bir çemberden geçtim. Onun için bilirim, kabukta kalarak öze varamayana sorulamayan; sorulsa da cevap alınamayan soruların nasıl sıkıştırdığını. İçim varlık sevgisiyle dolu; ama şaşkın, tatminsiz bir geçmişten geçtim. Onun için anlarım, bu dertten nasıl kurtulacağını bilemeyenin çaresizliğini. Sonra zamanla öğrendim; öğrettiler: Merkeze tutunan, sıkışıp kalmalardan kurtulabiliyormuş. 

Ne güzel… Zaman, merkezini bulmuş. Ramazan’dayız. Toprak, merkezini bulmuş. Bahardayız. İnşallah bizler de bulmuşuzdur. Eğer bulabilmişsek Rabbin izniyle ne dardayız ne zarardayız.


1. Mesnevi / 6 cilt / 4305. beyit
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply