Ümit, İkna, Dua 

1

Amin Maalouf’un Yüzüncü Ad isimli eseri, bende diğer eserlerindeki etkisini bırakmamış olsa da eserdeki 1666 yılının kıyamet yılı olacağına inanma ve kıyameti bekleme hali beni etkilemişti. Açıkçası kitabı okuyalı hayli zaman geçti, ama bu kıyameti bekleme fikri zihnimde hala yer tutuyor. Bu bekleme halinin, günümüzde coğrafya ya da kültürel arka plan ayırt etmeden farklı derinliklerde kitlelerde içkin bir halde olduğunu düşünmekteyim. 1980’li yıllarda bulduğu her şeyi okuyan, sonrasında zaman içinde aktarım araçlarının da çeşitlenmesiyle, pek çok popüler ya da yarı popüler içeriği de okuyan ve izleyen bir kişi olarak, zihnimde yaşadığım karmaşık ve kopuk, ama yoğun halin bana özgü değil, kitlede de yansıması olan bir hal olduğunu yeni fark ediyorum.

Meramımı biraz daha açarak anlatmaya çalışayım. Bugün benim zihnimde geleceğe dair söylenebilecek bir söz yok. Çünkü aklıma gelen her gelecek tasviri, her ütopya, distopya ya da adına ne dersek bu hayallerin hepsi bir anlatıyla, çoğunlukla da bir görsel anlatıyla eşleşiyor ve zihnimdeki bu eşleşme en hafif tabirle beni kısıtlıyor. Anlatı derken sadece film ya da kitap gibi içerikleri değil, pek çok paranormal olayı ya da komplo teorisi olarak adlandırılan içerikleri de kastediyorum. Düşündüğüm, tahayyül ettiğim herhangi bir gelecek vizyonunun kendime ait olmadığını biliyorum, çünkü o vizyonla ilgili bir anlatı referansı aklıma hemen gelebiliyor. Bu tabii ki sadece benim için geçerli değil. “Matrix gibi”, “Terminatör gibi”, “1984 gibi” tabirler hemen herkesin referansları oluyor; ki bu referans içeriklerini çoğaltabiliriz. 

İnsanoğlunun hep bir anlatı çabası içinde olduğunu biliyoruz, ancak ben bugün anlatılardan oluşan bir kafes içinde hissediyorum kendimi. Aynı dili ve aynı üslubu sadece kültür içeriklerinde değil, haber içeriklerinde, hatta kurumsal içeriklerde bile görebiliyoruz. Bu dilin ve üslubun düşüncemi, tahayyülümü ve sonunda ruhumu daralttığını hissediyorum. Burada form ve norm üzerine konuşulabilir, ama bunu erteleyerek, ruhumdaki daralmanın sonuçlarını tartışmayı tercih ediyorum.

Bu sonuçlardan ilki, insana kendisini kurulu bir saatin içinde hissettirmesi. Kurulu bir saat varsa, ben de bu saatin bir bileşeni olarak işleyeceğim için, gelecekle ilgili tahayyülüm, anca bir çarkın döndüğü anda, bir sonraki anda da döneceğini tahayyül etmesi kadar garip ve sonuçsuz oluyor.  Bu bakış ya da anlayış beni büyük bir problemle karşı karşıya getiriyor. Biz ümitsizlik kelimesini genellikle arzu duyduğumuz bir sonucun olmaması durumu ile ilişkili kullanıyoruz. Ama bu halde hissettiğim şey bu bağlamda ümitsizlik değil, ümit kavramının yok olması gibi daha çok. Ben bugün dün bana anlatılan haldeysem, yarın da bugün bana anlatılan halde olacağım gibi basit bir denklem içinde hissediyorum kendimi. Gaye ya da hayal benim için bu denklemde var olmayan kavramlar, fakat ruh sahibi bir varlık olarak, bu kavramların yokluğunun ruhumda yarattığı açlığı doldurmam gerekiyor, bunu da yeni anlatıların peşinde koşarak yapmaya çalışıyorum. Bir nevi tuzlu su içmek gibi bir hal. 

İkinci sonucu ise, kadimden, evvelden kopmak olarak tanımlayabilirim. İlerlemeci bir kültürün içinde olduğumuz için bugünün dünden daha iyi olduğunu düşündüğümüz gibi, yarının da bugünden daha iyi olacağını düşünüyoruz. Ama bu ümit kavramı üzerinden okunacak bir bakış değil, bilakis ümit kavramının var olmadığı, anlatılanların bizi ikna ettiği bir bakış. Baştaki kıyameti bekleme atfım da biraz bu bakış nedeniyleydi. Anlatılanlardan biliyoruz ki, ya bir sona doğru gidiyoruz ya da uzayı kolonileştireceğiz, hastalıklara çare bulacağız, bedenimizi değiştireceğiz, zihnimizi sentetik bileşenlerle güçlendireceğiz ve benzeri pek çok ilerlemeci olumlama durumları meydana gelecek. Ama bu iki durum da bize bugün anlatılan şeyler, ve bu anlatılanlar geçmişten geleceğe bir bağ oluşturmaktan ziyade geçmişle bağı kopartıp sadece geleceğe odaklanmaktalar.

Efsane, mitoloji, dinler; bunların hepsi bugün bağlam dışında kalan konular gibi gözüküyor. Tabii ki varlıklarını sürdürüyorlar, ama popüler ve güncel anlatılara karşı en azından patinaj yaptıklarını kabul etmek gerekiyor. Çünkü bu kavramların hepsi inanç talep eden kavramlar, fakat karşısında mevzi kaybettikleri anlatılar inancı değil iknayı temel alıyor. Günümüzün anlatısı, kişiyi kendi anlatı dilinin ve görsel kütüphanesinin hakim olduğu bir kafese sokuyor. İkna kelimesi, kökeninde doyma fiilini içeriyor. Doymak ise kabaca, bir kabın dolması ve daha fazla alamaması gibi bir durumu tanımlıyor. Yoğun anlatı ile doyan bir zihin, sanki muhayyile ve tefekkür becerileri körelmiş bir hale geliyor. Diğer yandan, hissettiğim, kalbin de benzer bir doyum içerisine girebilmesi. Anlatı yoğunluğunda artık korku, çoşku, sevinç, hüzün ve aşk gibi daha çok kalple ilişkilendirdiğimiz temel duygular da öğrenilmiş tepkiler haline geliyor. Kurulu bir anlatıdaki keskinleştirilmiş duygu çağrısı ile ancak bu duygular etkinleşebiliyor. Bu kişiyi, bir madde bağımlısı gibi o kurulu anlatıları arar hale sokuyor. Gündelik yaşamda ezilen bir kişi, bir kurmaca karakterin raconunu seyrederken ya da mutsuz olan bir kişi başka bir kurmaca karakterin mutluluğunu seyrederken kurdukları özdeşlik ile tatmin olabiliyorlar ve bu kendi ile tatmin olamayan, kendisinden uzaklaşan bir insan türü oluşturuyor. 

İnanç bağlamında yukarıda belirttiğim efsane, mitoloji ve din anlatıları ise bu kopmuşluk içerisinde yankılanacak bir zihin ya da kalp bulamıyorlar. Kadim anlatıların, modern anlatının nokta vuruşu oluşturduğu etkiye karşılık, emek verilmesi gereken yanları var. Bu emek sadece maddi bir emek değil, inancı, imanı da ihtiva eden manevi taraftan da talepkar olan bir emek türü. Modern anlatının oluşturduğu kafes, hele de günümüzde içeriğe ulaşmak bu kadar kolayken, dışarısına çıkması pek kolay olmayan bir hale gelmiş halde. Hatta bahsettiğim kadim anlatıları da kendisine malzeme yaparak, onları da kendi mecrasında, kendi diliyle yorumlayıp aktararak bize inanma yerine iknayı sunuyorlar. Kafes güvenli, yemin ve suyun olduğu ama sürekli daralan bir hal alıyor, ancak dışarıda ikna yok, inanç var ve bunu seçmek günümüzde pek de rahat yapılabilecek bir seçim değil. 

Bir şeyi ümit edebilmek, inanmak ile sırt sırta duran bir tavır. Fakat iknanın doğası aynı zamanda o ümidi ortadan kaldırıyor. Bir satıcının almak istediğiniz bir şeyin fiyatını düşüreceğine olan ümidiniz sizi pazarlık yapmaya itiyor, ancak kurumsal bir mağazada ya da bir süpermarkette satın alacağınız herhangi bir ürünle ilgili pazarlık yapmıyor olmanız, o fiyatın değişmeyeceğinize ikna olmanızdan dolayı oluşan bir durum. Ancak semt pazarındaki fiyatların sabitliği konusunda o ikna seviyesinde olmadığınız için fiyatı indirebileceğinizi düşünerek bir pazarlık çabasına girebilirsiniz. Pazarlık başarılı olur ya da olmaz, ama 5 liralık bir şeye 3 lira olmaz mı demek o ihtimalin olabilme durumuna inanmakla da alakalıdır. İnanıyorsanız, ümit edebiliyorsunuzdur.

Kurulu anlatı ya da modern anlatı olarak sayılabilecek ve şu anda bir anda erişebileceğimiz tüm içerikler, bizi ikna edilmeyi bekleyen edilgen bir halde yakalıyor, çünkü mecranın doğası bu ve tabii ki insanda da ikna edilmeyi tercih eden bir yan, belki de bir zaaf mevcut. Şeytan insanı düşürürken, ikna etmeyi başararak düşürüyor. Şeytan iman edilebilecek bir varlık değil, hele ki Yaradan ile daha dolaysız, daha perdesiz bir yakınlığın olduğu bir haldeyken, bir mekandayken. Bu iknaya açık yanımızın bizim tarafımızdan öncelenmesi aslında bir değiş tokuş. Biz ümit kavramından vazgeçiyoruz. Burada bir ümitsizlik ya da bir yeis bile yok, ümit kavramının kendisi boşa çıkmış durumda. 

Ümit etmek, belirttiğim gibi, inanmak ile çok ilişkili. Ümidin perdeyi yırtan, madden mevcutlara ve imkanlara başkaldıran, aşkın olanı çağıran halet-i ruhiyesi, insan olabilmek için elzem gibi gözüküyor. Furkan Suresi’nin 77. Ayet’inde geçen “Rabbim size ne kıymet verir duanız olmasa?” bölümü bize önemli bir ışık tutuyor. Dua etmenin kolaylığı, ümit edebilmekte gizli galiba. Ayetin meallerinde, kulluk, ibadet gibi kavramlar da kullanılmış, ama orijinal metinde “dua” kelimesi geçmekte ve dua bir kişinin yapabileceği en zahmetsiz eylem ve daha da önemlisi, kişinin Yaradan nezdinde kıymetinin gerek şartı olarak beyan ediliyor. Ümitten vazgeçmiş, iknaya teslim olmuş bir zihin ve bir kalp, dua ile ilişkisi zayıflamış bir kişiye işaret ediyor olabilir.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Sayın İlhan Akıncı,
    “Ümit, İkna, Dua” adlı yazınızı okuduğumda sizinle çok şeyleri paylaştığımızı gördüm. Toplumda son yıllarda bilhassa çok okuyan, araştıran gençler arasında oluşan profili yerinde tespitlerle çizmişsiniz. Bu tür yazılara ihtiyacı olan o kadar insan var ki. Sizden yaşım icabı tecrübem hayli fazla. Kendi sıkıntısının farkında olamamak, tüketen bir sancıdır; iyi bilirim. Yaşanılan sorunların farkındalığından nasiplenen kişi -bir de kalemi iyiyse- bunun karşılığını vermelidir diye düşünüyorum.

    “Bugün benim zihnimde geleceğe dair söylenebilecek bir söz yok. Çünkü zihnimdeki bir eşleşme beni kısıtlıyor.”

    “Düşündüğüm, tahayyül ettiğim herhangi bir gelecek vizyonu kendime ait değil.”

    “İnsanoğlu hep bir anlatı çabası içinde ben bugün kendimi anlatılardan oluşan bir kafes içinde hissediyorum.”

    “Yoğun anlatı ile doyan bir zihin, muhayyile ve tefekkür becerileri körelmiş bir hale geliyor.”

    İnanç bağlamında efsane, mitoloji ve din anlatıları bu kopmuşluk içerisinde yankılanacak bir zihin ya da kalp bulamıyorlar.

    “Bir şeyi ümit edebilmek, inanmak ile sırt sırta duran bir tavır. Fakat iknanın doğası aynı zamanda o ümidi ortadan kaldırıyor.”

    Yazınızdaki bu örnekler beni çok etkiledi. Yazdıklarınızın üzerine duygularımı dile getirecek bir yazı yazmak, dileğim. Emekli bir eğitmen olarak sizden bu isabetli teşhisleri devam ettiren yazılar temenni etmekle inşallah ileri gitmemişimdir. Sevgilerimle…

    Elif Kaya

Leave A Reply