Hep Gündüz Olmasını İstiyorsan Ağır Ağır Yürü

0

Bir ustaya öğrencisi sormuş:

.Öğretiye nereden girebilirim? Bir yol gösterebilir misin?

Ustanın yanıtı şöyle olmuş:

.Şu uzaktan akan derenin sesini duyuyor musun? Oradan girebilirsin, elbet o derenin sesini duyabiliyorsan, hissedebiliyorsan ve içinde bir şeyler uyandırıyorsa girebilirsin. Yoksa zamanın gelmedi demektir. Git başına gelenleri yaşamaya devam et. Hissedişlerin arttığında yine gelirsin.

.Öğretiye; yani felsefeye neden girmek istenilir? Neden günlük bir sürü iş biz bekliyorken hep bilinmeyeni bulma telaşındayız? Neden hep yoldayız?

.Çünkü yol bizim aynamız. Yolcu olarak aynada yol alan biziz. Hep yoldayız; çünkü kendimizle ilgili hakikati bulmak istiyoruz. Neden hakikat dersen; çünkü hayatınla ilgili hakikati bulmadan günün, zamanın sırrını açamazsın. Açamazsan olayların arkasından uzanan rahmet ellerini nasıl göreceksin? O rahmete kul olup nasıl sarılacaksın?

Aradığın, kitap satırlarında değil, kumu yavaş yavaş inciye dönüştüren sabrında. Onun için ilk önce hayatın deryasına dal, sonra zamanın derinliklerine in ve sadece su zannettiğin maviliğin ardındaki gerçek yüzü gör. O zaman gözlerin istiridyenin içindekine götürecek seni ve basiretinle inciyi alacaksın.

İşte aradığın öğretiye girmen, bu hakikate yaklaşmandır. Ona vardığında sende bir şeyler değişecek; kulakların varlığın soluklarını işitmeye başlayacak. Gözlerin rengin içindeki rengi, çizgilerin ardındaki âlemi görecek. Kabuktan öze ineceksin ve “öz”ün, aradığın hakikat ve öğreti olduğunu anlayacaksın. Ancak aramak için seni kör eden gafletinden, alışkanlıklarından; seni bağlayan ihtiraslarından, bağımlılıklardan; kısacası nefsin karanlığından sıyrılman gerekiyor. Her zerre, kendi dilinden hakikatini anlatır bu âlemde. Dünya ezelden beri hem kendi etrafında hem güneşin etrafında döner. Yönü hep aynıdır. Hızı değişmez.

Fenerci gibi olma! Gözün güneşin her gün aynı yönden doğduğuna, aynı yönde battığına o kadar alışmış ki, bu alışkanlıkla ardındaki yaratılış mucizelerini idrak edemiyorsun. Sen edemiyorsun diye bütün gördüklerin tekdüze, sıradan olaylar mı? Bilsen ki bu oluşların rahminden nice doğumlar gerçekleşiyor: Gece ve gündüz, mevsimler, bütün canlılar, hayvanlar, bitkiler…

Her yağmur damlasında bütün kâinatın bütünleştiğini idrak edebilmen için daha ne kadar zamana ihtiyacın var? Varlığın üzerine giydirdiğin anlamı hangi kelimelerle, kavramlarla oluşturuyorsun? Hayatı ne kadar tanıyor, varlığı ne kadar seviyor, “an”daki soruları nasıl çözüyorsun?

Değiştiremeyeceğini kabullenmek ve değiştirebileceğini cesaret gösterip değiştirmek. Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenmek, hayatı ve insanları sevmek, üretmek.

Anlam: Niçin yaşadığını bilmek bizi mutluluğa götürüyor. Hayatın çabalamak olduğunu, hayatın sürekli bir gayretten ibaret olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Ve “akış” dediğimiz, yine modern psikolojide çok yeni bir kavramdır. Akış dediğimiz anlara daha çok sahip olmamız lazım. Akış şu demek; dünyanın geride kaldığı ve bizim yaptığımız bir işe, sohbete, müziğe, göreve kapıldığımız ve gittiğimiz andır. Yani adeta şevkle, coşkuyla yaptığımız andır. O anlar hayatımızda ne kadar çoksa mutluluk katsayımız da o kadar yüksek olabiliyor.

‘Şimdi ve burada’ olabilmek. Hırs ve tamahkârlığın dikkatimizi çelmesine izin vermemek. İnsan ilişkilerinde ve hayatta ‘şimdi ve burada’yı başarabilmek çok önemlidir.

Kemal Sayar / Modern Dünyada İnsanın Mutluluk Arayışı

Gerçek öğreti, sıradan sandığın hayatında gizli. Her günkü yaptıklarında. Zamanı dolu dolu yaşamayı bilirsen, varlığın sesini duyup dal uçlarından güneşe, dağların doruklarından bulutlara dokunabilirsen istediğin öğretiye girebilirsin. Çevrende gördüklerin bu kadar sade ve anlaşılır diye mi önemsemeyişin? Oysa onlardakini idrak edebilmen ve sonra kendisine varabilmen için “Rahmet”in elleri böyle hazırlıyor.

Küçük Prens sorar: Peki ama neden hemen tekrar yaktın?

Fenerci cevap verir: Emir böyle.

Bu nasıl bir çılgınlık! Bu adamın kesinlikle yardıma ihtiyacı var. Küçük Prens fenerciye zekice bir nasihat verir. İyi bir diyalektikçi1 olduğu için şöyle der:

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.74

‘Biliyor musunuz,’ dedi. ‘Size dilediğinizde dinlenebilmeniz için bir yol gösterebilirim.’

‘Hep dinlenmek istiyorum,’ dedi fenerci.

Bir adamın hem görevine sadık hem de tembel olması olanaksız bir şey değildi.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.65

Fenerci çağın sürat kurbanı. Hızlı yaşamaktan durumunu görebilecek şuurdan yoksun kalmış. O birbirini izleyen olaylara sadece bakıyor ve verilen emirleri yerine getiriyor. Yorgunluğunun tek çaresi uyumak. Uyuyan şuuruyla bütünleşebilmek. Kısa, anlık, basit heyecanlarla aklını, kalbini zaten devreden çıkarmış. Anlamı boşaltılmış yaşamının tek hasreti “hep dinlenmek”. Onun tembelliği belki de bencilce sadece kendini düşünmek değil. Daha ziyade tekdüzeliğin ruhuna ördüğü ağlardan kurtulamamak. İşte Küçük Prens’in ona karşı duyduğu koruma hissinin sebebi bu çaresizlik.

Buna rağmen fenerci hiçbir değişikliğe izin vermeyen bir bilgi çemberi içinde sıkışmışken bile bu körü körüne bağlanışla, akılcı olmasa da bu mesleği uygulamaktadır. Ve bu görevine bağlılık, Küçük Prens’te ona karşı sevgi, arkadaşça yardım isteği uyandırır.

Fakat gerçeklerin ve onun getirdiği değişikliklerin unutulduğu, bilgilendirmeye körü körüne bağlı birine, onu olduğu gibi kabul ederek nasıl yardım edilebilir?

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.70

Benzini biten araç durur, yola devam edemez. Yağı azalan çark gıcırdar, durma sinyalleri verir. Susuz bitki yapraklarını döker, ölüyorum der. Nefsin dur durak bilmeyen arzuları dünyayı bu hale getirir. Ve dünya çarkının gıcırdayan sesleri atmosfere yayılır. Tutkunun en masum örneği fenerci bile alışkanlığın, hissizliğin karanlık girdabına yakalanarak gittikçe yok olmaya başlar.

Alışkanlık tutkudur. Tutku muhakeme dinlemez. Hırs, şöhret, şehvet, gerçeğin sesini işittirmez. Tutkunun gözü kördür. Yanlışı ya da doğruyu, bilerek, sürünerek, can çekişerek yapar. Tutku öyle bir güçtür ki insan her şeyi yüzüstü bırakıp onun peşinden gider. 

‘Işıksız yegâne karanlık, hissizliğin yarattığı karanlıklar âlemidir.’ Helen Keller

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.76

Exupéry; savaşın ve süratin hırpaladığı insanı, anlamını tekrar keşfetmesi için uyarmayı ömrünün gayesi olarak kabul etmiş bir yazar. Bir eliyle verip diğer eliyle alanlar gibi makineleşen çağ da bize teknoloji olarak sayısız imkanlar tanıyor; ama aldıkları çok daha fazla.

Sürat ve çabukluk hayata gerçekten kolaylıklar sağlamış; fakat aynı çabukluk insanda düşünce yeteneğini dumura uğratmıştır.

Her şey bir gösteri, her şey bir çağrı iken hızlı yaşam temposu bir şey göstermez göze.

Dikkatin bir noktada yoğunlaştığı yerde diğer şeyler görünmez, sise bürünür gerçek.

Aynalar, vitrinler, tutkular insanın dikkatini hep başka tarafa çeker.

‘Gerçek nedir?’ sorusuna bu tempoda yer kalmaz. 

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.192

Küçük Prens açıklamasını sürdürdü:

‘Bu gezegen öyle küçük ki, üç adımda çevresini dolaşırsınız. Hep gündüz olmasını istiyorsanız ağır ağır yürürsünüz. Böylece siz istediğiniz sürece hep gündüz olur.’

‘Bunun bana pek yararı olmaz,’ dedi fenerci. ‘Hayatta en sevdiğim şey uyumaktır.’

‘O zaman yapabileceğiniz hiçbir şey yok,’ dedi Küçük Prens.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.65

‘Size dilediğinizde dinlenebilmeniz için bir yol gösterebilirim.’
.

Çocuğun, Küçük Prens’in küçücük kalbi herkesi saracak kadar sevgi, kanat gerecek kadar şefkatle dolu. Modern insanın, fenercinin ise gittikçe küçülen dünyası bir başka dünyayı içine alamıyor artık. Sevgisiz, paylaşımsız yalnızlığında hep fener yakıyor, hep fener söndürüyor.

Küçük Prens’in karşısındakiyle konuşurken kullandığı diyalektik, Saint-Exupéry’nin sık sık kullandığı bir metot. Yazar biliyor ki hatalı davranan birine doğruyu gösterebilmek ve anlatabilmek çok zor.

Havası ağırlaşan bir odaya temiz havanın girebilmesi için önce içindeki pis havanın çıkması gerekir. Bunun gibi insan da ilk önce kendi hatasını fark edip ondan sıyrılmayı isteyecek ki doğru, iyi olanı kabullenebilsin. Bu nedenle yazar ilkin vermek istediğini göz önüne seriyor; konunun içinden mantıkî yollar açıyor. Karşısındakini bu yolda ileri-geri dolaştırıyor. Onunla bir yol arkadaşı gibi konuşuyor. Kafa karıştırmayan sade, kısa cümleler kuruyor. Anlatımı sıcak, içten ve yumuşak. Konunun olumsuz yanlarını ürkütmeden göstererek doğruya varıyor.

‘Tabii, yok. Günaydın,’ dedi fenerci. Ve fenerini söndürdü.

Küçük Prens kendi kendine, ‘Bu adamı bütün ötekiler çok küçümserdi herhalde,’ diye düşündü yine yola koyulurken, ‘Kral, kendini beğenmiş adam, ayyaş, işadamı. Yine de kaçık olmayan tek kişi o gibi geliyor bana. Belki de kendisinden başka bir şeyi daha düşündüğü için.’

Sonra da üzüntüyle içini çekerek, ‘Arkadaşım olarak seçebileceğim tek kişi o. Ama gezegeni çok küçük. İkimize birden yer yok…’ diye düşündü.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.65

İnsanoğlu sadece kendine değil, başkalarına da yararlı olabilmek için önce sadakat duygusunu, sorumluluğu bilmeli. Fenerci bu değerlerin farkında. Ancak bir değer daha var ki, o olmadığında diğerleri yetersiz kalabiliyor: İnsanın sorumluluğunu aldığı göreve ehil olması, o işi hakkıyla yerine getirmesi, kişisel yeterlilik; yani “liyakat”.

Liyakatli olabilmek için yenilenme şart. İnsan veya toplum; her kim bu özelliği yitirirse, işini hakkıyla yerine getiremeyecek hale gelirse, değiştiren değil, değiştirilen durumuna düşer. Sorumluluk ve sadakatle başlayan yaşam kahramanı, gittikçe sıradanlaşır, yılgın bir korkak olur.

Fenerci, küçük Antoine-Exupéry’nin belleğine kazınmış, çocukluğunda yaşadığı köyün aydınlatma görevlisinden ilham alınarak çizilmiş bir model. Nahif2 bir görüntü olarak kalmış olan bu tipleme, zayıf iradeyi de simgeler. İçindeki karmaşayla mücadele etmekten çok uzak. Hayalin, düşüncenin, hedefin olmadığı dünyalar çabuk bozulur. Yosunlaşan, üzeri tabaka tutarak dibini göstermeyen sular gibi fenerci de gözlerini kapatarak derinliğinde yaşanan bu drama şahit olmak istemez.

O nevrozunun, algı ve davranış bozukluğunun kurbanıdır. Taahhüt altına girme3 ve son derece güvenilir olma yetisiyle4 yanlış bir şeye hizmet eder. Artık hiçbir anlamı olmayan işinin verdiği huzursuzlukla güneşi ve gezegenin büyüsünü yitirir.

Daha da kötüsü fenerci, monotonlaşan yakınmaları ve ağır iş temposuyla ruhunun gezegeninin giderek küçülmesine sebep olur; onun gezegeninde iki kişiye yer yoktur. Anlamsız ve aşırı meşguliyetinin kısırdöngüsünde yapayalnız kalır.

Nevrozlu hayatta sevdiği tek şeyin uyku olduğunu söyler. Burada kastettiği üzerindeki uyuşukluktur. Bu hiçbir girişimde bulunmama isteğinden başka bir şey değildir!

Köhneleşmiş eski yaşamın psiko-dinamik bataklığından çıkıp yeniliğe adım atma yürekliliğini göstermemektir! Aldatıcı güven duygusundan vazgeçip, değişimin tüm korkularını aşarak, yeniden doğmaya cesaret etmemektir! Fenerci durumunun ümitsiz olduğunu iddia eder. Bu doğrudur. Çünkü fenerci hiçbir şey yapmaz. Sahte yaşamını sorgulamaz. Durumunu değiştirebilmek için tek bir adım dahi atmaz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.76

İnsan çevresinde olanları, gördüklerini, işittiklerini şuuruyla fark eder. Şuursuzluk, aklın körlüğüdür. Göz sadece görebildiği sahayı değerlendirebilir. Kulak her frekanstaki sesi duyamaz. Çünkü onlar maddî olan bedene aittirler. Sınırları vardır. Ama ruhumuzun yönü ve sınırı yok. Göz görmese, kulak işitmese, el tutmasa da ruh her şeyden etkileniyor.

.Peki onun etkilenmesi sonucu neler oluyor?

.Sebebini çözemediğin tepkilerin, kuvvetli bir hafızaya rağmen bazı şeyleri çabucak unutman, durup dururken bir sesle veya kokuyla midene giren kramplar, dil tutulmaları… Bütün bunların kaynağı nedir? Hele yorumundan korktuğun, kimseyle paylaşamadığın rüyalar… Bastırılmış duyguların, düşüncelerin karakterimizden silemediğimiz olumsuz izlerini kim bırakıyor sence?

Hepsinin kaynağı, dünyanın merkezine yapılan seyahat gibi kendi merkezimize indikçe içinde kaybolmaktan korktuğumuz muamma bir âlem: Şuuraltımız.

Fenerciyi işine sadakatiyle tembellik arasında bocalatan nedir? “Emir böyle,” ve “Hep dinlenmek istiyorum,” sözleri arasında gidip gelen, gayesiz, renksiz, bomboş yaşamının mimarını tanır mı? Belki de çocukluğunda yaşadıkları, belki ailesinin, çevresinin yanlış tutumlarıdır… Kim bilir?

Hiçbir şey aynı durumda kalmaz. İyi de değişir, gün geçtikçe kötü de; ya aynı uzantıda ya da zıt yörüngede. Bir sayfa açıldı mı, zamanın tohumları hemen işe koyulur, İyi yönde değilse, yosunları sarmaya, kurtları kemirmeye, ağır ağır sokulur.

İnsan ne yaptığını bilse de kimin ve neyin etkisinde kaldığının bilincinden yoksundur.

Böylece, harekete iten etkenlerden habersiz, sonuçların ürküten uyarısından uzak, yarınlara koşulur.

Bu nedenle fikri, duyguyu korumak, yaşatmak istiyorsa, o nokta üstünde sürekli derinleşmeli insan.

Yükselmeyen alçalır, çoğalmayan azalır. Günler farklı olmak zorunda. Özen gösterilir ya da esirgenirse, erdeme dönüşemeyecek kusur, kusura dönüşemeyecek erdem yoktur.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.310

Varoluşu bir bahçe olarak düşünürsek, onun en nadide ürünü anlam olurdu herhalde. Anlam, bedenin ruhu. Anlamsız her şey ise ruhsuz. Yankısı olmayan ses, dostu olmayan yalnız köşeler… Anlamsızlık geliyorum demez, azar azar çöker yaşamın üzerine. Sebebi ise insanın kendisi. Çünkü her şeyin rengi, kokusu, onun gönlünden gelir.

.Anlam yitik bir cennet midir gönülde? Bulanların yüzü neden ışık gibi parlıyor?

.Sorumluluğu taçlandıran, küheylanı şahlandıran; yapılan şeyin ilk önce hakka dayanması, sonra anlamlı bir gayesinin olması. O zaman yollar açılır, engeller dize gelir, takdir görülür, örnek alınır. Hakka dayanmayan, boşluğa düşer. Gayesine güzel anlam yüklemeyenin düşünceleri daralır, yüreği çoraklaşır, iradesi zayıflar. Ne yaptığını, nasıl yaptığını bilir; ama neden yaptığını sorgulamaz. İşin sonunu hesaba katmaz. Ne denirse onu yapan bir robota döner. Üzerine çullanan “şunu şöyle yap”, “bunu böyle yap” gibi emir cümlelerinin içinden bir çıkış bulamaz.

Anlamsızlığının farkında olduğu halde kendini yaptığı işten alamayan bu nevrozlu fenerci bana bir anekdotu hatırlatır:

Adamın biri tüm istasyonlarda duran bir trenle yola çıkar. Her istasyonda başını pencereden dışarı çıkarır. Yer isimlerini okuyarak derin derin iç çeker. Dört ya da beş istasyon geçtikten sonra karşısında oturan adam endişe içinde: ‘Size acı veren bir şey mi var?’ diye sorar.

‘Yanlış yöne doğru gidiyorum,’ diye cevap verir adam. Karşısındaki: ‘Öyleyse neden trenden inmiyorsunuz?’ diye sorar. Adam şöyle yanıtlar: ‘Buranın sıcaklığı o kadar güzel ki…’

Nevrozlu fenercinin vazifesini ve emrini babasından, ya da bir makamdan almış olduğunu varsayabilirim. Ebeveynler, eğitimciler veya dinî görevliler tarafından beynimize işlenmiş olan idealler, nevrozlu emirler olarak meydana çıkabilirler. ‘Yalan söylememelisin.’ Bu mutlak, katı bir formüle sokulmadıkça doğrudur. Elbette biz yetişkinlerin yaşamımızda merhametli ve yapıcı yalanlara başvurmak, diplomatik yalanlar söylemek zorunda kaldığımız durumlar vardır. ‘Asla bir insanı terk etmemelisin!’ Bu doğru mudur? Yeni bir başlangıca karar vermiş olan kadın ve erkeğin, düşünüp taşındıktan ve yeterince eziyet çektikten sonra bizzat kendine bağlılığını, artık anlamını yitirmiş olan ilişki bağlılığından üstün tutmaya hakkı yok mudur? ‘İşverenine sadık olmak zorundasın!’ Eğer ben sömürülüyorsam, bu doğru olur mu?

Mutlak veya köhneleşmiş emirler beni zorla yıldırabilir. Artık doğru olmayan emirler ve geçmişe ait yıkıcı ideallerden daha fazla hiçbir şey beni yaşamaktan alıkoyamaz. Ahlak, görgü, yeme, içme, ikamet etme, cinsellik, ilişki, iş konularında görüşlerin, ideolojilerin, üstünkörü düşüncelerin ve fanatizmin benliğimin üzerini örtmesine izin verdim. Şimdi tüm bu yabancı mesajlar içinde kendi düşüncemle ortaya çıkamamaktan muzdaribim.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.76-77

Gönülden gelmeyen çabuk biter. Değirmeni döndüren su vadilerden gelmeli, vadilerin nasibi ise göklerden. Varoluşun anlamını yaşama taşıyanlar yağmur damlaları gibidir. Saf, saydam, bereketli… Bedenleri, toplumları, çağları diriltenler yine onlardır.

Saint-Exupéry’nin kaleminden dökülenler de diriltiyor:

Şöyle diyordu babam: ‘İşte insanın büyük sırrı. Esas olanı gözden kaçırırlar ve kaybettiklerinden haberleri yoktur. Yiyeceklerinin başına çökmüş vahaların yerleşik insanlarının da bundan haberleri yoktur. Gerçekten de kaybetmiş oldukları, hiç değişmeyen maddelerden anlaşılmaz. Ve insanlar sürekli aynı karışımı seyrederler. Koyunlar, keçiler, evler ve dağlar… Ama bunlar artık bir mülk oluşturmazlar.’

‘İmparatorluk kavramını yitirirlerse kuruduklarını ve içlerinin boşaldığını anlayamazlar ve nesneleri, olayları değerlendiremezler. Nesneler görünüşlerini korurlar ama kimse istemedikten ya da almadıktan sonra bir elmas ya da inci nedir? Yontulmuş taş. Ve salladığın çocuk eğer imparatorluk için bir armağan değilse bir şeylerini yitirmiştir. Ama hemen farkına varamazsın bunun; çünkü gülümsemesi hiç değişmemiştir.’

‘Yoksullaşmanın farkında değiller, çünkü ellerinin altındaki objeler aynı. Ama bir elmas kullanmak ne demektir? Ve bir süs eşyası kesinlikle bir şenlik değilse nedir? Ve bir çocuk katiyen bir imparatorluk değilse nedir ve sen bu çocuğu bir fatih, bir senyör ya da mimar yapmak istemiyorsan nedir? Sadece bir et paketi haline gelmişse…’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.63

Et paketi haline gelen çocuğu bir fatih, bir senyör ya da mimar yapmak istiyorsak özgürlüğü öğretmeliyiz ona.

Özgürce dolaşsan bile yolların
Hayallerin kadar;
Hayallerin senin kadar.
O zaman özgürlük sensin. 

Her kim sığmazsa yollarına
İzler ardında kendini aramalı.
İçin kadar dışta bildiğin.
Göklerden gönüllere bir başka yol
Uzanmakta…

Tanı, dolaş yamaçları, tepeleri…
Sen görmesen de varlar.
Orda bulutların, güneşin
Boşa gitmesin zaman.  

Onlarla bütünleş;
Anlamsıza anlam katan
Sözcüklerin
Açsın kapısını yarınların.

1. Diyalektikçi: Diyalektik yöntemini uygulayan.
    Diyalektik: Akıl yürütme yoluyla araştırma ve doğrulara ulaşma yöntemi.
2. Nahif: Zayıf, çelimsiz. (Arapça)
3. Taahhüt: Üstlenme, söz verme. Ahd: Üstlenme, yükümlülük, söz verme. (Arapça)
4. Yeti: İnsanda doğal olarak bulunan, bir şeyi yapabilme gücü, doğal yatkınlık.

‘Fener’ İllüstrasyonu © Daniel Ivanov
‘Fenerci ve Gezegeni’ İllüstrasyonu © Ya-Ong Nero

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply