Benim “Gizli Benliğimin” Gezegenleri

0

Ruhun gıdası sevgi ve güzellikse, onların olmadığı yerde ruh ölüyor demektir. Gözde ışık ölüyor, dudakta tebessüm ölüyor demektir. Nefret, kin ve çirkinlik yaradılış masumiyetimize zıt. Onlarla fıtrattaki İlahî mayamız bozuluyor. Ve yavaş yavaş her duygu anlamını yitiriyor. Anlamsızlık korkunç bir boşluk. Ruhumuz adeta yer çekimi olmayan atmosferde alabora oluyor gibi. Akıl darmadağınık, duygular darmadağınık; zifiri boşluklarda savruluyoruz.

Ruhun dirilişi bu anafordan kurtulmakla olacak. Güneşin üzerine doğduğu vatanında sarsılmadan, dimdik yürümekle olacak.

Ama senin mutluluğunu çocukluktan beri belli bir gülümseme hazırlar; çünkü senin için bunun senden gizlenmesi sürpriz olur. Ya çatılmış bir kaş senin sıkıntılarını hazırlar veya titreyen bir dudak gözyaşlarının habercisidir ya da parlayan gözler sürükleyici bir projenin habercisidir veya belli bir eğilim kollarında huzur ve güven verir.

Ve sen yüz bin deneyiminle bir imaj inşa edersin… Seni bütünüyle içine alabilen ve seni dolduran ve canlandıran bir vatan. Ve işte kalabalığın içinde onu tanıyorsun ve onu kaybetmektense ölmeyi tercih edersin.

Yıldırım seni kalbinden vurdu, ama kalbin yıldırım için hazırdı.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.315

Topraktaki gerilim yıldırım ateşini çeker. Kalbindeki titreyiş ise bilinmeyen âlemleri. Yıldırımın habercisi, toplanan yağmur bulutları. Bilinmeyen âlemlerin habercisi, özündeki hakikat.

Varoluşunun anlamını yaşıyorsan, her şeyinle kendi hakikatine aşıksın. Görmesen de bilmesen de ruhunla aşıksın. Bu aşkın soluğuyla düştüğün yol, senin arayışın olacak. Ve ancak bu arayışla anlam kazanabilecek hayatın.

Hayatın bir anlamı var! Aksi takdirde her şey abes, her şey saçmadır ve de her şey mubahtır! Bizler, Allah’ın gözetim ve denetimi altında “şiirleştirilmiş bir hayat” yaşayabiliriz. Sanattan siyasete, sanayiden imana kadar hayatın her türlü faaliyetini ve boyutunu şiirleştirebiliriz. Olup bitene teslim olmak yerine, dünyanın ve hayatın sürekli gelişimine katkıda bulunabiliriz.

Madem ki Allah her an yeni bir yaratıştadır, biz de her an yeni bir faaliyetin içinde olmalıyız.

Roger Garaudy

Ruh diriliğini kaybettikçe ya uyuşukluk ya şuursuzluk sarıyor her yanı. Şiir gibi okunmak varken iki üç kelimeyle geçiştiriliyor yaşam. Yüreklerin coştuğu zemini gaflet sarıyor; uyuyor duygular. Hayallerin paylaşıldığı heyecanlar hırsa, kavgaya bürünüyor. Hayat denilen sanat, ne acıdır ki, kısır bir gürültü patırtıya dönüyor.

Oysa akıl kalbe uzatabilse ellerini; ikisinin sesi şuur olacak. Ve bu ses uyandırabilse gözde basireti, kalpte feraseti, sevgiyi, merhameti ve gönül adına ne varsa her şeyi… O zaman her yer, her an, kısaca hayat şiir olacak.

Çünkü bana görmek için bakmanın yeterli olmaması çok önemli gözüktü. Çünkü terasımdan onlara mülkü gösteriyordum ve onlar kafalarını sallayarak şöyle diyorlardı: “Evet, evet…” Ya da onlara manastırı açtırıyordum, onlara manastır kurallarını anlatıyordum ve gizli gizli esniyorlardı. Veya onlara yeni tapınağın mimarisini gösteriyordum veya alışılmamış bir şey getiren bir heykelcinin ya da bir ressamın heykelini ya da resmini gösteriyordum. Ve bunlar da onları ilgilendirmiyordu.

Ve ben içimden şöyle diyordum:

Nesneler aracılığıyla kendilerini bağlayan kutsal düğüme dokunmasını bilenler sürekli iktidardan katiyen yararlanamazlar. Ruh uykuyla doludur. Antrenmansız ruh daha fazla uykuyla doludur. Bu insanların vahiyden yıldırım çarpmış gibi etkilenmelerininasıl umut edebilirsin? Çünkü sadece çözümlerini kendileri bulanlar, yıldırıma rastlarlar. Çünkü onlar bu yüzü beklerler, alev almak için hazırdırlar.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.313

Şuurun, yüreğin ve güzelliğin olmadığı yerde yitiğini arayan gariplere ne yazık!… Nereye baksalar akıl şaşkın, kalp yorgun, ruh uyuyor. Belki de böyle bir dramın yaşanıldığı yerden başlıyordur arayışları; aynı Exupéry’de olduğu gibi? Kim bilir?

.Ruh neden uykuda? Ne zamandan beri böyleyiz?

.İnsanı mutlak hakikatine ulaştıracak güzel düşünceler, şevk ve heyecan ruhun enerji kaynağı. Biz bu enerjiyi kaybettiğimizden beri böyleyiz. Kalp bulanık sulardan derinliğini göremiyor. Akıl ise kimim ben, neyim, niçin varım sorularından habersiz. Hakikate yaklaştıracak adımları atmaktan aciz.

Soru sormayı bıraktığınız zaman bittiniz demektir.

Krişnamurti

Bu dünya bizi nereye götürüyor?
Bir arının çiçek arayışı
Boşuna değilse;
Bir isteği olmalı, mutlaka bir amacı
Bu yolculuğun!

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.490

.Peki neden böyleler? Bir engel mi var önlerinde? Varsa kim engel oluyor onlara?

.Biz engel oluyoruz. Bizim başka bir yönümüz, yani nefsimiz engel oluyor. Ona takıldıkça aklımız, kalbimiz, ayaklarımız dolanıyor.

Nefsi tanımaya çalışmadığımız ve onda bilinmeyen boşlukları hakla, adaletle dolduramadığımız için tam bir “benlik abidesi”ne çevriliyoruz. Ve yavaş yavaş kâinatın düzeninden, sakin ahenginden kopuyoruz. İnsanoğlunun içini dağlayan yalnızlığı ve yalnızlığını bastırma adına oluşan azgınlığı da böyle başlıyor.

Kâinatın kuralları, insandan başka hiçbir varlıkla çelişmez. Her zerre bütünün ayrılmaz, uyumlu bir parçasıdır. Varlığın birlikteliğinde sevgi, yardımlaşma, şefkat, emniyet hâkim. Her şey, ancak bu içtenliğin içinde anlam kazanıyor. Anlamın adı da huzur ve sükûnet.

Bir tek insanın nefsi kural tanımıyor. Varlıktaki ahenge uymadığı için de bedelini ağır ödüyor yaşamıyla. Yaradılışı en mükemmel olan, Yaradan’ın en kıymetlisi insan, kendisinin sebep olduğu huzursuzluğun ortasında kendi kendini boğuyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün tahminine göre 2020 yılında depresyon dünyada en yaygın ikinci hastalık olacak; çünkü stresle birlikte depresyon küresel bir hastalığa dönüşüyor.

İnsanlar ırmağın üzerinde parlayan su kabarcıkları gibi kafile kafile birbiri arkasından hayat sahnesinden geçmiş. Her biri kendi açısından bakmış.

‘Öğreti’ diye ileri sürülen düşüncenin, gerçeğin karşısında değeri gündeme gelmeliyken, her biri bir yanlışın, bir çarpık felsefenin karanlık dehlizinde ısrarla yürümüşler.

Evrendeki ahenkten insanı soyutlayıp, cansız formüllerin içine sığınmışlar. Başarılarını kanıtlayabilmek için de elbiseyi vücuda değil, vücudu elbiseye uydurmak istemişler. Çaresizlik içindeki ümidi söndürünce, uyaran işaretlere rağmen, insanın yaratılışına taban tabana zıt, erdemden uzak yolları denemişler.

İnsanı tanımadıkları ve yorumlayamadıkları için de insan için ‘iyi’yi boşuna aramışlar.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.290

Yaşanan savaşlar ilişkilerdeki dostluk ve arkadaşlığı iyice zedelemiş. İnsanoğlu içten içe birbirini etkileyen yıkıcı dairelerin kısır döngüsünde, değerlerini, yaradılışındaki cevheri; yani kendini kaybetmiş. Çağın saldırgan duyguları alev alev yakıyor insanlığı. Dünyaya sığamıyoruz. Ne kadar kazansak, ne kadar tüketsek ve ne kadar başarıdan başarıya, geziden geziye de koşsak dar geliyor her yer.

Bu dünya çok ısınmış, çok kızmış bir hamama benzer, orada nefes alamaz olursun, bunalırsın; ruhun da pek sıkılır. Hâlbuki hamam enlidir, boyludur. Fakat sıcaklığı yüzünden, sana dar gelir, canın sıkılır ve usanırsın. Dışarı çıkmadıkça gönlün ferahlamaz. O hâlde hamamın genişliğinden sana ne fayda olur?

Hz. Mevlâna

Bunun çıkış yolu yok mu diyen çok; ama eyleme geçen az. İşte Exupéry böyle bir ortamda en büyük ihtiyacın ümit olduğunun farkında. Eserleriyle ve bilhassa savaşın en yoğun olduğu dönemde yazdığı Küçük Prens’iyle “yaşanabilecek bir dünya” ümidini aşılamak istiyor çağın insanına. Exupéry’nin önce hayallerinde ve sonra kalemiyle şekillendirdiği tasavvurunda bu dünyayı inşa edecek bir model var: İdeal İnsan.

Yazarın ilk önce kendi ruhu bu insana aç. Açlığına göre kurguladığı bu modeli Küçük Prens’teki karakterlere metaforlarla çizdiriyor. Bu çizimin ustası bir çocuk. Çünkü böylesine bir kaostan ne büyüklerin mantığıyla çıkılabilir ne de tasarlanmış bir dünya inşasına bozulmuş değerlerle başlanabilir. Ancak bozulmamış bir hayal gücü “korkma başka bir dünyayı kurmak mümkün” diyebilir. Saflığını yitirmemiş, Yaradan’dan kopmayan bir kalp, umudu tekrar ateşleyebilir.

Bunun için Saint-Exupéry, kavuştuğu çocukluk sayesinde içsel bir yolculuğa çıkıyor. Çünkü ahlakî değerlere varılacak yol, benlik dikenleriyle, çalılarıyla, ısırganlarıyla sarılmış. Nefsin ürettiği bu engellerden kurtulmak için onun girintisini, çıkıntısını tanımak gerekiyor ki zararlı şeylerden ayıklanabilsin.

Hep nefs çıkar karşıma, ölüp ölüp dirilsem;
İnsandan kaçmak kolay; kendimden kaçabilsem…

Necip Fazıl Kısakürek / Hep O

Nefis bizim her türlü ahlâkî zaaflarımızı temsil eden, bizi doğru yoldan alıkoyan yanımız. Nefsin kabukları kat kat… Her birinin ağırlığından kurtuldukça güzel duygulara, derin düşüncelere, içimize sığmayan maviliklere yükseleceğiz.

Klasik masal kahramanları çoğunlukla, Hansel ile Gretel veya Benim Kirpim Hans gibi başlarından geçecek olan maceralarla olgunlaşmak üzere büyülü ormana doğru yolu düşerken Küçük Prens galaktik bir seyahate çıkar.

Onun ziyaret ettiği gezegenlerin ve onların tuhaf sakinlerinin anlatmak istediği nedir? Bu keşiş bana, okuyucuya ne verebilir?

Bu gezegen sakinlerinin sadece bizi yetişkinler dünyasının oyuncu topluluğuna hazırlaması mı amaçlanır? Ya da C.G. Jung ile konuştuğumuz gibi, bu gezegenliler benim “gizli benliğimin” farklı görünüşlerini mi temsil eder?

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.37

Yazar bu yolculukta uğradığı her yerin, her şeyin analizini yapıyor. Buralardan çıkış yollarını okuyucusuna keşfettiriyor. Yolculuğun sonunda bizi satır satır derinlere indirerek, yitirdiğimiz kişiliği, aradığımız ideal insan modelini bulduruyor.

Küçük Prens 325, 326, 327, 328, 329 ve 330 numaralı asteroidlerin yakınlarında bulmuştu kendini. Bilgisini artırmak amacıyla hepsini tek tek dolaşmaya başladı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / Bölüm 10 / s.45

Saint-Exupéry bu bölümde gerçek hayatta sık sık rastlanan yaşam biçimlerini sembolize eder ve onları eleştirir. Bu büyüklerin ayrı gezegenlerde tekil bir yaşam sürmeleri, onların kısır döngülü uğraşlarında ne denli yalnız olduklarını vurgulamış. Bu gezegenlerin her birinde oturan yetişkinlerin birbirinden değişik uğraşları var; ancak hemen hepsinde görünen ortak özellik kendilerine dönüklük ve yalnızlıktır.

Hiçbir şeye, hiç kimseye ve bundan dolayı da kendilerine bile hiçbir yararları dokunmamaktadır.

Ziyaret edilen her gezegende Ego’muzun bir eğilimi ile karşılaşırız. Bütün bu duygular bencilliğin dışavurumlarıdır; yani sevgiyi ve değişimi reddetmektir.

Jean-Philippe Ravoux / Varoluşun Anlamı / s.73

Küçük Prens uğradığı her gezegende tembelliğe, adamsendeciliğe, duyguyu, hayal gücünü yok eden kötü tohumlara şahit olmaktadır. Bir nevi nefsin baobap ağaçları her yeri sarmıştır.

Bu gezegenlerin her birinde tek kişi yaşıyor. Onun kişiliğinde nefsin farklı bir özelliği gözler önüne seriliyor. Bu tiplerin her biri bir düşünce sistemini, günlük hayattaki bir yaşam biçimini temsil ediyor. Hepsi “fili yutan boğa yılanı”nı yanlış değerlendiren bakışa sahip.

Zamansızlık, farkındalığa imkân tanımayan aşırı meşguliyet, kendine dönme, benlikte yoğunlaşma, iletişimsizlik, bencillik ve bütün bunların doğal sonucu sevgisiz yaşamdaki yalnızlık bu tiplerin ortak yönleri.

Hepsinin, Küçük Prens’in ilk başta dikkatini çeken ve ona “Büyükler gerçekten çok tuhaf” dedirten davranışları var. Çünkü kendilerini tanımaktan, kendi kabuklarının dışındaki dünyayla yüzleşmekten korkuyorlar. Sağduyuları ölü, işlerinde hiç duygu yok. Sorunlarının üstesinden gelmeleri mümkün; ama oluşturdukları bir masalın içinde kendilerini avutuyorlar. Kendilerini tanısalar, başka bir hale dönüşmek isteyecekler ve çözüm de bu dönüşümle gerçekleşecek; ancak kendilerine bile bir yarar sağlamaktan uzaklar.

Gezegenlerin sırası, Exupéry’nin bu engeller arasında vurgulamak istediği önem sırasına göre en kötüsünden en ılımlısına doğru olacak şekilde belirlenmiştir.

Diğer insanları birer nesneye çeviren tutkular ve güç sahibi olma yanılsaması; kendisini merkez kabul eden, olduğunu zannettiği görüntüyle körleşen kişinin egoizmi; bizi yabancılaştıran tutku ve korkaklığımızın canlanması; sahip olma sapkınlığı ve sadece bir sembol olduğunu unuttuğumuz paraya duyulan tutku; anlamayı ve değişimi reddetme, anlamsız alışkanlıklar içinde tutsaklık; gerçeği unutmak isteyenlerin entelektüelliği.

Bütün bu tutkular, benciliğin dışavurumlarıdır; yani sevgiyi ve değişimi reddetmektir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.63

Ben, insan ölmüştür diyenlerden değilim. Asıl insan henüz mevcut değil. İster misiniz, onu var kılmaya çalışalım. Var olmaya çalışalım. Yani sebep-sonuç zincirinde bir halka olmamaya, aksine daha sağlam güçlerin daha açık bir gaye ile her an ortaya çıktığı doğuş halindeki insanlar olmaya çalışalım… Aptalca bahislere tutuşmaktan hoşlanmaz mısınız? Ben de öyleyim. Ama başka seçimimiz yok: ya iman, ya hiçlik.

Roger Garaudy

Kâinatı bir ağaç gibi düşünsek ve onun meyvesini de bir insan gibi…

.O zaman meyvenin çekirdeği ne olurdu?

.Ağaç yine çekirdekle var olacaksa insanın çekirdeği de onu diri tutan, tekrar onunla hayat bulacağı şey olurdu; yani “kalbi”.

.O zaman manevî bir kayboluşu yaşayan insanoğlu tekrar dirilebilmek için “bu çekirdeği” bularak filizlendirmeli değil mi?

.Evet. Bu sebeple çekirdeği bulmak için kalbinde bir yolculuğa çıkmalı. Bu yolculuğun menzilinde insanı bekleyen nice yüce âlem var. Ancak Kâinatın Sahibi’nin varlığını bilen ve O’na inanan bir kalp, bu yücelere kanatlanmayı hayal edebilir.

Ahlâkî kötülüğü temsil eden nefis, kalbin önünde en büyük engel. Ve bu yolun yolcusuna düşen de nefsini ahlâkî kötülüklerden temizlemek ve iradesini geliştirerek onun kontrolünü sağlamak.

Ve bu nedenle gene diyorum ki, tanrılardan vazgeçmiş olanlar sadece yararlanılan hayvan gibi iletişim kurabilirler ve bunun dışında iletişim kuramazlar. Ağıla sürülmüş sürü.

Bu nedenle bana gelenleri, görmeden bakanları eğitmek, dönüştürmek önemlidir.

Çünkü sadece bu şekilde aydınlanacaklar ve büyüyeceklerdir. Ve ancak böylelikle çıplak olacaklardır. Çünkü sen göbeğin doymasıyla ilgili araştırmalarının dışında ne istiyordun, nereye gidecektin ve zevkinin ateşi nerde doğacaktı?

Dönüştürmek, değiştirmek, insanları görülmeleri için tanrılara doğru çevirmektir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.313

Bütün varlık âlemi gözümüzün önünde uzanan sonsuz bir bahçe. İçindeki her ürün, her nesne Yaradan’ın isimlerinin ayrı bir tecellisi. Her şey adeta ruhumuza uzatılmış bir güzellik davetiyesi.

Bahçedeki ilahî renklere bürünmüş her zerreye Allah’ın sanatı gözüyle bir bakabilse insan, bu nazarıyla iç âleminde halden hale girmeye başlayacak. Maddeden manaya; kalıptan öze, bedenden ruha dönüşecek. Ham meyve yüzünü güneşe çevirerek nasıl olgunlaşıyorsa nefsin hazları, tutkuları da esmalara; tanrılara yüzlerini çevirerek öylesine saflaşacak, ilahileşecek.

Bunun için yollara düşmeye değmez mi desem; yollara düşmez misin?

Gül bahçesine girmek varsa, aşkın rengine boyanmak gerekmez mi desem; boyanmaz mısın?

Her şeyi “Yâr” olarak gören göz, hayatı sohbet bilmez mi diye sorsam; sohbete başlamaz mısın?

Var git nefis, durma, var git…
Gül teriyle yıkan da gel.
Goncaları tütsülenmiş;
Aşk rengiyle boyan da gel. 

Öyle şaşkın, hayrettesin…
Bu ne haldir, neredesin?
Aç gözünü seferdesin;
Yollara düş, inan da gel. 

Küçücük bir bakır cezve.
Kahve gerek her sohbete.
Bedenini sür ateşe;
Ağır ağır dön, yan da gel.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply