Ruhumda Tadın Kalmış

0

Küçük Prens’in doğum sancıları tam olarak, Saint-Exupéry’nin Los Angeles’ta geçirdiği ameliyattan sonra başlar. Epey direndikten sonra çektiği sıkıntılara belki de bir çözüm bulabileceği ümidiyle cerrahi yöntemin denenmesine karar verilmişti. Operasyonun başarılı geçtiği söylendi kendisine. Ancak, en az üç hafta hastane bakımında kalması gerekiyordu. Ameliyat sonrası onu karanlık bir tecrit koğuşuna almışlardı. Orada tek başına, kimsesiz, cenin gibi kıvrılıp yattığı dönemde yaşadığı derin yalnızlık sırasında çektikleri aslında Küçük Prens’in doğum sancılarıydı. Aslında belki de bu fikir aklına başka kaynaktan da gelmiş olabilirdi. Jean Renoir, Saint- Exupéry Los Angeles’a geldiğinde onu pek çok Hollywood ünlüsüyle tanıştırmıştı.

Bunların arasında aktör Tyrone Power ve Fransız karısı Anabella da vardı. Bu zarif kadın onu hastanede sık sık ziyaret edip Andersen’den masallar okudu. Bunların arasında Saint-Exupéry’nin en hoşlandığı öykü “Küçük Deniz Kızı” olmuştu. Bu masumiyet öyküsünü Anabella’ya defalarca okuttu. Kafasında tomurcuklanan fikir yavaş yavaş taç yapraklarını açmaya başlamıştı.

Hastanenin karanlık koğuşunun yalnızlığında kendi içine dönmekten başka sığınağı yoktur. O da hep oraya, hayatı gerçekten en küçük hücrelerin değin duyumsadığı çocukluk anılarına sığınır.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.235-237

Çocukluk âlemi büyüklerin dünyaya bulanmış gözlerine görünmeyen hakikati; varlığın gerçek yüzünü gönül gözüyle görebilen bir tılsıma sahip.

Saint Exupéry büyümekten hep korkmuş; hayatı boyunca çocukluk anılarının zırhına bürünerek kendini rahatlatmaya çalışan bir ruh halini taşıyor.

Hastanedeki yalnızlığında da anılarına sığınıyor ve sığındıkça içinde o güne dek değişik nedenlerle biriken ilhamlar, bir çocuk siluetinde yavaş yavaş şekillenmeye başlıyor. Bu siluet “Küçük Prens”tir.

Yazarın sığınağı nasıl çocukluğu olmuşsa, eserindeki pilot karakterinin de sığınağı Küçük Prens olacaktır. İşte bu “Prens” çocukluk ruhumuzla tanışmamız için gezegenini terk eder ve gezegenler arası bir yolculuğa başlamak üzere dünyaya aramıza iner ve pilotla karşılaşır.

Başkalarını tanımak için kendinden uzaklaşmak sevgiyle oluşturulmuş bir birliktelikten ve bizi başkaları ile birleştiren başların içinde yeniden doğmadan önce tekrar kavuştuğumuz çocukluk ruhumuzla kendi kendini yetiştirmek için kendinden uzaklaşmak dünyayla tanışmak, gezegenini terk etmek ve gezegenler arası bir serüvene atılmak gerekir.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.61

Küçük Prens’in nereden geldiğini anlamam epey zamanımı aldı. Bana sürekli sorular soruyordu ama benim sorularımı duymuyor gibiydi. Ağzından rastgele çıkan kelimeler, yavaş yavaş her şeyi anlamamı sağladı. Uçağımı fark eder etmez – uçağımı size çizemem, bu benim boyumu fazlasıyla aşar – hemen bana sordu:

‘Bu şey nedir?’

‘O bir şey değil. Uçuyor. Yani bir uçak. Benim uçağım.’

Küçük Prens’in uçtuğumu öğrenmesinden gurur duymuştum doğrusu.

‘Ne?’ diye haykırdı. ‘Gökten mi düştün yoksa sen?’

‘Evet,’ dedim alçakgönüllü bir sesle.

Küçük Prens: ‘Ah, çok tuhaf…’

Bu sözlerin ardından da kahkahalarla gülmeye başladı.

Bundan rahatsız olmuştum. Yaşadığım talihsizliklerin ciddiye alınmasını istiyordum.

Küçük Prens bir süre güldükten sonra, ‘Demek sen de gökyüzünden geliyorsun! Peki, hangi gezegendensin?’ dedi.

Bu sözleriyle varlığına ilişkin gizem perdesi bir anda aralandı.

Hemen sordum: ‘Öyleyse sen başka bir gezegenden geliyorsun?’

Bana yine yanıt vermedi. Uçağıma bakarken yavaşça başını kaldırdı: ‘Doğrusu bununla çok uzaklardan gelmiş olamazsın…’

Ardından uzun uzun rüyalara daldı. Sonra cebinden koyun resmimi çıkarıp dalgın dalgın hazinesine bakmaya başladı.

Şu gizemli ‘başka gezegenler’ lafının beni ne kadar düşündürdüğünü tahmin edersiniz.

Dolayısıyla daha fazla bilgi edinmek için çabalamaya başladım:

‘Küçük dostum, sen nereden geldin? Yaşadığın yer neresi? Çizdiğim koyun resmini nereye götürmek istiyorsun?’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.15-16

Küçük Prens ve Gezegenler

İnsanı insan yapan her şey, onun gezegenidir. Gezegen, insanın dünyası, onu meydana getiren vücut, düşünce, duygu âlemidir. Gezegenlerin büyüklüğü, küçüklüğü arzulara, ihtiyaçlara göre. Küçük Prens’in gezegeni kendisi gibidir. Burası onun sevgi dolu kalbiyle, sade yaşamıyla, düzenli ve disiplinli kurallarıyla kurulmuş küçücük bir yerdir.

Bir gün çok uzaklardan gelen bir titreşim hisseder içinde. Nedir yankılanan bu ses? Merak eder. Belki de bir çağrıdır uzaklardan gelen. Karar verir. Dünya denilen bu gezegeni keşfetmeye çıkacaktır. Neler yaşanır orada? Nedir içini titreten bu titreşimlerin sebebi?

Düşüncenin ilk kazanımı; herkesin inanışları ve bildikleriyle beklentiler, korkular ve fantezilerle diğerlerinden ayrılmış kendi gezegeninde yaşadığının keşfidir.

Bu çok güzel bir kahkahası olan; ama bu kahkahanın kalıpların içinde yaşamaya alışmış büyükleri rahatsız edecek olan Küçük Prens gibi kendi benzerini bulabileceğine inanan çocuğu çok mutlu eden bir keşiftir. Bu keşfi yapan çocuk düşler ülkesinde açtığı hazine sandığını seyre dalar.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.46

Her insan inanışıyla, umutlarıyla, sevinciyle, ufkuyla apayrı bir gezegen. Her gezegen kendi içinde ne kadar mükemmel olursa olsun, kainat birliktelik, paylaşım, alış veriş üzerine kurulmuş. Kâinatın Sahibi bu paylaşımı her varlığında görmek istiyor. Çünkü “yaradılış”ın mayası sevgi.

O nedenle kendi dünyasından; gezegeninden çıkıp başka gezegenleri tanımak için adım atmak insanın sorumluluğu. Adım atmasaydı şimşek, bulut, hava; yağmur olur muydu? Eline aldığın ve iştahla baktığın kirazda Allah’ın izniyle güneşin, toprağın, suyun el ele vermesini görebiliyor musun?

Bazen konuşmak, kelimeler birbirimizi anlamaya yetmiyor. Derinliğimizde bizi oluşturan duyguların kelimeler ötesi mana zenginliğine ulaşamıyor cümlelerimiz. Onun için duygu gezegeninden çıkmalı, başka duyguları bir başka dille sarabilmeli insan.

Gaston Bachelard “vicdan”ın bu düşler sayesinde belirmeye başladığını söyler. Ama dünya karmaşık olmanın ötesinde yoğundur. Kendi içimizdedir bu yoğunluk. Eğer değişken görüntülere, varlığımızı hareketlendiren imajlara boyun eğersek bu yoğunluğu ve bir evren tasarlama ihtiyacını çok daha iyi hissederiz.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.46

Bu dünyayı kirlerinden ancak nefsinin dikenli çitlerinden geçen, aklın tepelerini aşan, kalbinin derin sularında yüzerek sahile çıkan er yürekliler temizler. Bunun için fedakârlık gerekir insana. Exupéry’de böylesi duygular çok kuvvetli. Her eserinde muhakkak bu insanî özelliklere yer veriyor:

Bir rastlantı sonucu birini sevdiniz mi içinizdeki her şey bu sevgiye göre düzenlenir ve sevgi genişlik duygusu getirir insana. Büyük Sahra’da geçirdiğim günlerde, geceleri, yaktığımız ateşlerin çevresinde birtakım Araplar belirip de bizi uzak tehlikelere karşı uyardıkları zaman çöl düğümleniyor, bir anlam kazanıyordu. Bu haberciler genişlik kazandırıyorlardı çöle. Güzel bir müzik de aynı işi görür. Anılarımızı uyandırıp birbirine bağlayan eski bir giysi dolabındaki koku da öyle. İnsanı duygulandıran şey, genişlik duygusudur.

Ama öte yandan insanla ilgili hiçbir şeyin hesaba kitaba gelmeyeceğini de biliyorum. Gerçek genişlik gözle görülmez, ancak ruhla kavranır. Dil neyse, genişlik duygusu da aynıdır. Dil nesneleri birbirine bağlar.

Geçmişteki kötü edebiyat bize bir kaçma ihtiyacından söz etti. İnsan genişliğe kavuşmak için yolculuğa çıkar tabii. Ama genişlik aranarak bulunacak şey değildir. Yaratılır. Kaçmaksa, hiçbir zaman hiçbir yere götürmez insanı.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.76

Öğrendiklerini, bildiklerini kirlenmemiş hisleriyle şekillendiren insanın varlığa bakışı başkadır. Her şeyi, Yaradan hesabına görür. Onun bakışının mührü kalbindeki imandır. Bilgi ve iman, insanı sevgiye götürür. Sevginin olduğu yerde paylaşım kaçınılmaz olur.

İnsanlar arasındaki kardeşliğin kaynağını görüyorum. İnsanlar Tanrı’da kardeştirler. Çünkü insan ancak bir şeyde kardeş olur. Eğer onları birleştiren bağ yoksa, insanlar bağlı değil, yanyanadırlar. Öyle gelişi güzel kardeş olunmaz. Ben ve arkadaşlarım 2/33 Hava Grubu içinde kardeşiz. Fransızlar Fransa içinde kardeştir.

Tanrı’nın mirasçısı uygarlığım, insanları İnsan’da kardeş yaptı.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.160

Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi.

Yunus Emre

İlim aklın; iman kalbin; sevgi, vicdan âleminin nurlarıdır. İnsan, ilmiyle aklın yollarında; imanıyla kalbin yollarında; sevgisi, paylaşımı ile vicdanın yollarında ebediyet yolcusudur artık. Yürüdüğü toprakların sınırı yoktur. Ufuklar gibi, yolcu yürüdükçe açılır mana âleminin kapıları. Ruhun da sınırı yoktur. Bu âlemin güneşi aydınlattıkça her şeyi, ruhun yüzü güler; güldükçe gökler güler. Vicdan genişler; genişledikçe her varlığa Yaratan’dan ötürü alâka çemberi de genişler. İlâhî isimlerin renkleriyle boyanır her şey. Gönül artık kucaklayan bir şefkat, el uzatan bir rahmet olur.

Küçük Prens ve Kainat

Güzeli sev; çünkü sevgi çok güzel.
Sen sevdikçe yücelirsin; sev yücel.
Kuşları sev; kanatlarda dağların
Gözlerini öp ve doğan günle gel.

Güzeli sev; çünkü sevgi çok güzel.
Aşkı haykır, yankılanan sesle gel.

Sevgi, fedakârlık gibi duygular iki boyuta sığmaz; yankılanmaları için derinlik gerekir. Bir de o derinliğe tüm varlığın çağrıldığını düşün… Artık her ses sevgiye; her yankı bir kucaklaşmaya dönecektir.

Özveri ne budamadır ne de kefaret ödeme. Başlı başına bir eylemdir o. Sahip çıkacağımız “Varlık” adına kendini feda etmektir. Ancak uğrunda bir şeylerini veren, onu kurtarmak için savaşan, güzelleştirmek için uğraşıp didinen insan bilir çiftliğin değerini; ancak bunları yaptıktan sonra çiftlik sevgisi uyanır içinde. Çiftlik bir çıkarlar yığını değildir. İnsanların yanıldığı nokta bu. Bir bağışlar toplamıdır çiftlik.

Uygarlığım, Tanrı’dan güç aldığı sürece insanın gönlüne Tanrı sevgisini yerleştiren bir özveri kavramını yaşattı.

“İnsancılık” öğretisi özverinin asıl rolünü ele alıp işlemedi, ihmal etti. İnsanı eylemlerle değil, laflarla anlatabileceğini sandı.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.164

Tüm insanî değerlerimizin, bizi Yaratan’a karşı tüm sorumluluğumuzun kaynağı, koruyucusu vicdanımızdır. İnsanda bu hazine devre dışı kaldığında, ondan sağlıklı değerlendirmeler bekleyemeyiz. Çünkü Allah’ın varlığımıza nakşettiği “vicdan”, bizi iyiliğe doğru yönlendirecek sağlam bir pusula, iç âlemimizde dengeyi sağlayacak terazimizdir. Terazi bozulduğunda denge yitirilir. Vicdan, bizim bozulmamış fıtratımızdır. Fıtrat bozulduğunda mayanın çürümesi gibi kıvam bozulur. İyilikte gönlün huzura kavuşması ve kötülükte gönlün huzursuz olması korunan vicdanın varlığındandır. Yani iyiliğin mükâfatı, o iyiliğin içindedir; vicdan rahatlığı, ferahlık, sükûnet gibi. Kötülüğün cezası da aynı o kötülük içine konulmuştur. Vicdan azabı, huzursuzluk, stres gibi.

Çöle dönmüş bir dünyada arkadaşlarımızı bulmaya susadık: İki dost arasında bölüşülen ekmek bize savaşın değerlerini kabul ettirdi. Ama aynı amaca doğru aynı şevkle omuz omuza birlikte koşmak için savaşa gerek yoktu. Savaş yanıltıyor bizi. Kin insanoğlunun büyük koşusuna hiçbir katkıda bulunmuyor.

Birbirimize neden kin besleyelim? Aynı gezegenden gelmiş tek bir zincirin halkalarıyız biz, aynı geminin yolcularıyız.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.190

Ancak zaman hazineleri kazanmak hırsıyla tüketildikçe çoğalmayı manada değil, maddede görmeye başladık. Maddede gördükçe de kalabalıklarda yalnızlaşıyoruz günden güne… Çıkar savaşı zincirin halkalarını koparıyor. Gemimiz su almaya başladı.

İnsanı unuttuk yavaş yavaş, ahlâkımız yalnız bireyle uğraşır oldu. Herkesten yalnızca başkalarına zarar vermeden yaşamasını istemeye başladık. Taşların her biri ötekilere zarar vermeden oturmalıydı. Taşları koca bir arsaya yayarsanız birbirlerine hiç zararları dokunmaz. Ama o zaman da kurmaları gereken ve karşılığında kendilerine bir anlam kazandıracak katedrale zararları dokunur.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.165

Huzur vardı çocukluk günlerimin eski İstanbul’unda. Parklar yerine evler arasındaki geniş alanlardı oyun yerlerimiz. Ellerimizde paylaştığımız şey, bir mabedi kuracak taşlar değildi; ama o eğri büğrü minik taşlarla masum, sevgi dolu beraberlikler kurulurdu aramızda. Beş taş oynayabilmek için yemekten alelacele kalkmalarımız. Yakar top, saklambaç… Kin yoktu; rekabetin adını bilmezdik, hırsın ise tadını.

Bir çocuk dünyasının sırrı nedir ki, şimdi hepimiz ona muhtacız. Yıllarca edinilen bilgiler, kazanılan statüler. Başarı adına dökülen onca ter, onca emek yetmiyormuş insan olmak için.

Şayet bir gün iç âleminde bulursan onu, önce çocuk ellerine bırak kendini. Ruhunu çek içine iyice. Rengini, kokusunu, masumiyetini sürün. Sonra sar onu bırakmamacasına. Sıyrıl üzerine yapışanlardan. Sadece yüreğinde hazmettiklerin kalsın. Var olabilmenin, görebildiğin güzelliklerin şevkiyle koş. Varlığı duyabilmenin nağmesiyle coş. Dilinden dökülenleri ırmaklarla yarıştır. Koşarken adımların yüreğin olsun. Yaratılan her varlık, kendisine hiçbir şeyin katılamayacağı kadar mükemmel ve muhteşem.

Bu dünya denilen yerde zorlandığımız en zor şey “olduğun gibi görünmek ve göründüğün gibi olmak” herhalde. Onun için katıksız duru hislerinle bak çocuğa ve onda içtenliğini, sadeliğini yaşa.

Şafağa hasret, bir kor
Gibi… Sineme dalmış.
Günden güne artıyor.
Ruhumda tadın kalmış.

Sesin içimde soluk.
Her sözün oluk oluk
Akar gönlüme çocuk…
Ruhumda şadın kalmış.

Çöl olup kum kararım.
Yıldızdan yol sorarım.
Gel diye can sererim.
Ruhumda yadın kalmış.

Gün gibi doğduğunda
Gül renge döndü sema.
Gurbetin yaktığı anda;
Ruhumda “od”un kalmış.        

En parlak ışık senden,
En renkli ufuk senden,
En temiz kaynak senden,
Ruhumda adın kalmış.


‘Küçük Prens ve Gezegenler’ İllüstrasyonu © Yuyu Jeong

 

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply