İç Âlemimde Neler Oluyor? – Bölüm 8

0

Sen Hem Beşer Hem İnsan Hem Âdemsin

Deryadan sahile vuran dalgalar neyi getirmişti bana? İlahî âlemden kalbime vuran tecellileri, ilhamı, marifetin sunduklarını… Ve hepsi bana emanetti. Sahile vuran neydi? Derya. Bana ulaşan da deryaydı. Mesele, ondan gelenlerin bende korunup korunamayacak olması. Verilenin kıymetini el bilmezse kim bilecek? Bir elime baktım, bir gözlerime. Tenime dokundum, dilimi hissettim, kalbimi yokladım. Ne çok sorumluluğum vardı onlara karşı. Yanlış bir adımımla hepsini mahvedebilirdim. Kucağıma bırakılan yaralı bir kedi yavrusu gibi ilk defa bu kadar derin bir merhametle hepsine sarılmak istedim.

Ey dil! Birlikte yolun sonuna geldiğimizde her şeyi idare eden, yol gösteren hep Yaradan’dı diyebilecek misin? Ey kalp! Acizliğini kabul edecek; sadece O’na dayanacak mısın? Ey akıl! Böyle davranıldığında fetihler olabileceğini ve kovuktaki hallerin yaşanabileceğini idrak edebilecek misin? “Bunların hiçbiri bizden dolayı değildi.”yi kabul edebilecek misiniz? Ama bu hakikati ya anlayamazsanız, her şeyi kendinizden bilirseniz ya yolda nefse takılır, eşkıyanın tuzağına düşerseniz. Ya engelleri aştım derken sizlerle yuvarlanırsam… Baştan ayağa ta iliklerime kadar ürperdim. 

.Derya’dan gelenler gerçektir; o gerçekler için çıkmadın mı yola? Sadıksan, vefalıysan düşme gama. 

Bu ses… Ah, Turnam! Ürpermemi ne çabuk hissettin. Yolun bazen karanlığa karışabildiği köşelerinde bir dost sesi candan içeri sıcacık, ne tatlı geçiyormuş. O an ısındım. Turnam devam etti konuşmasına:

.Ruhuna çalınmış bir bal gibi sevdin tadını; peteğini bulmak için düştün yola. Ne yol bilirdin ne iz. Sadece iç sesine ve bana uydun. Kalbin telleriyle kıvrım kıvrım döndün; acı çektin, yandın, düğümlendin ve açılmak için atıldın yola. Sıradan bir duygunun dilinde sevgiliye gökler bile bir demet gibi sunulabilirken, gönül “Gerçek Sevgili”nin hasretine düşerse ne olur?

Bunları söyleyerek kayboluverdi. Dara her düştüğümde başımı okşayan bir eli bırakır gibi bıraktım gökyüzüne. Yorgun muydum? Bilmiyorum. Sevinçli miydim? Öyle de hissetmiyorum. Ne haldeydim peki? Bir nokta gibiydim. Bir şeyler söylenmiş ve yazılmış. Sonunda susulmuş ve nokta konulmuş gibi. 

Yolculuğun her merhalesi heyecan. Meraktan meraka uçar gibi zaman. Kovuğun ruhuma tattırdığını unutamıyordum. Ama dağın öbür yüzünde zorlu tırmanışım neden çok başkaydı? Çölü vadiye tercih eden bir seyyahın anlaşılmaz hali vardı üzerimde.  

.Çünkü sen turist değilsin. Çünkü sen sadece bir beşer de değilsin.

Baktım; sesin sahibi “Sen nasıl bir yerin fatihisin?” diye soran martıydı. Turnadan sonra martı. Ne çok sevenim varmış. Hem de bu sevgilerde riyanın gölgesi bile yok. 

.Kafan karışmasın. Çünkü bu düşüncelerinde hakikatin payı var. Çöl yeşili, hasreti, ihtiyacı en iyi anlatan bir yer. Önce kavurur, sonra vahasında serinletir. Onun için serinliğin nasıl bir nimet olduğunu gölgedekine değil, sıcaktakine sormalı. Senin halin de bu. Ve bu nimetin kıymeti hiçbir zaman unutulmaz ve şükrü daimidir. 

Yemyeşil vadi ve kupkuru çöl. Şimdi ikisini getir gözünün önüne. İlk bakışta neyi fark ediyorsun?

.Vadilerin yeşili ayan ve beyan. İlk bakışta görüyorum. Hemen serinliyor, ferahlıyorum. 

.Ne çaba var içinde ne çile ne de emek… Çünkü vadinin yeşiline bütün varlığın boyası karışır. Bir bakışta o boyayı; sebeplerin elini fark edersin. “Bu bundan oldu, bu da şundan…” dersin. Ama çöl, öyle mi?

.Haklısın. Çöl öyle değil, dümdüz. Gözü alacak hiçbir şey yok. O, sanki yokluğun renginde gibi. 

.Doğru söyledin. Çöl yokluk renginde ve onda sebepler hiç denecek kadar az. 

.Ve ben de bu yalınlıkta sebeplere takılmadan sadece Sebebin Sahibi’ni görüyorum.

.Tabii sadece çevrenin yalın oluşu yeterli değil. Bu görüşü edinebilmen için ayrıca idrak; kavrama yeteneği de gerekir. İdrak, düşünce âlemindeki bir çekirdek gibi. O çekirdekten ağaca yürümek bir mucize. Ancak bu şuur ve farkındalık zaman ve müddet istiyor. Her şeyin ilk anda şuuruna varamayışınızın sebebi bu. Şuur; sabır, emek ister, cesaret ister. Kapalı kapının ardını zorlamak her insanın harcı değil. Kaç kişi varlığın ardındaki Sahibi görebiliyor?

.O zaman bilgeler bu kapıyı açanlardan çıkıyor. Demek ki onlar her meselenin arkasını merak ediyorlar. Sonra kapısını açarak şuur kazanıyor ve gördüklerini okuyorlar. Ve bu şuur sonucu edindikleri bilgiyle hareket ediyorlar. 

.Evet. Bizim toplumumuzda da böyle oluyor. Mesela benim gözlemleme merakım var. Yoksa seninle nasıl tanışırdım? İnsanoğlu zannediyor ki biz martılar sadece balık peşinde koşan, birkaç lokma simide tav olan varlıklarız. Yanınıza bu denli yaklaşıyorsak içimizdeki sevgidendir. Ama bunu anlayan o kadar az ki… Bu da tabii bir şuur meselesi.

.Haklısın. Biz insanların bilmediği daha o kadar şey var ki… Bilsek; bu kadar bencil, sorumsuz olur muyduk? Söz veriyorum sana. Bundan sonra sizlere ve diğer varlıklara bakışım farklı olacak. Bu yolculuk sadece kendimi tanıtmadı bana, yaradılışa bakışımı da değiştirdi. Rahmet elinin değdiği yerden nasıl oluyor da kuru ot bitirebiliyoruz? Nankörlüktür bu. Oysa senin sevgin, beni düşünmen ve verdiğin emek. Bir şeye değer katan şey onu sevmek, düşünmek ve yoluna verilen emekmiş. Ne kadar doğru…

.Peki bu emeği yola düşüren ne? 

.Yolun kavuşacağı yer. Maksat, gaye ve biraz evvel söylediğim “verilen değer.”

Şiirlere bakıyorum. Okuduğum hikayeleri, romanları düşünüyorum. Hep merkezde bir maksat, baş tacı edilen bir değer ve ona vuslat hayali var. Etrafına da sancıları işlenmiş. Değer ne kadar yüceyse heyecan, şevk, gayret, sabır, azim o kadar yoğun. Şirin’e verdiği değer bu denli yüce olmasaydı, Ferhat dağı delebilir miydi? Dağ delinmeseydi vuslata erişebilecek miydi? Kerem’i yakıp kül eden Aslı’sına kavuşamamak değil mi? Peki ya Kerem’in külleri başında kırk gün bekleyen Aslı’ya ne oldu? Dağılan Kerem’in küllerini tam kırk gün topladı ve kırkıncı gün saçı tutuşarak o da yandı. 

Hepsi imkansızlığın içinde maksada ulaşma mücadelesi. Peki böyle mücadelede destek ne olmalı? Ayaklar mı, güç mü, akıl mı, kalp mi?

.Verdiğin örneklere bak: Dağı delmek, yanıp kül olmak. Çölü ölümü ensede hissederek geçmek. Bir ideal uğruna doruklara tırmanmak. Hangisinde akıl hâkim? Bunlar deliliğin sınırında olan, her durumun göze alındığı, mantığı aşan şeyler. Ne ayağın ne aklın; sadece kalbin ve uçmaya hazır ruhun…

.Bir de meseleye şu yönden bak ve düşün: Mecnun Leyla’yı neden çöllerde aradı dersin? 

Heyecanla sese döndüm. Gözlerim doldu, sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Muhabbetini özlediğim can dostum Âdem’di konuşan. 

Başka bir şey demedi ve o da benimle yürümeye başladı. Hiç konuşmadan bir müddet böyle devam ettik. Bir an hafif bir kanat hışırtısını yanımda hissettim. Başım okşanır gibi geldi. Gürültüden, çılgın kalabalıklardan, her şeyden uzak yol alırken bildim ki, varlıktaki kalbim de bir başka başı okşamaya uçuyordu. Ah Martım… Aynı senin gibi, aynı masum bir çocuk gibi bozulmamış fıtratını yaşıyor her şey. Önyargılar, insanlığımıza düşen kirli gölgeler… Şu anda hiçbiri yok.

Ortalık önce pembeleşti, sonra aydınlanmaya başladı. Sabah oluyordu. İkimiz de vaktin sihrine kapılmış, etrafa hayran hayran bakarak yürüyorduk ki, bir anda durdu:

.Çünkü Mecnun’u yola düşüren çaresizlik, Leyla’ya ihtiyacı ve kendine bile anlatamadıkları ancak çölün suskun sadeliğinde ortaya çıkabilir. Çünkü bu ortamda yüzleşmek daha kolaydır. Çölün yeşili nasıl biter dersin? Onun aczinden, yokluk renginden. Onun için bağrında ab-ı hayatı saklar. 

Gerçek insanlığa hasretlik de böyledir. Beşeriyetin çölünde insanlığın ab-ı hayatı durmadan aranır. Evet, Mecnun Leyla’ya kavuşamamanın çaresizliğiyle çöle düştü. Fakat çölün faniliğinde çaresizliğini Baki Olan’ın sevdasına dönüştürmeyi bildi.

Sen de çaresizdin, kendine bile anlatamadıkların vardı. Beşeriyetin çölünde insanlığı ararken iç sesin seni uyandırdı. Yolculuğunun kovuk kısmında iç âleminin ne hal aldığını görmedin mi? Sahil boyunca kiminle muhabbet ettin? Kovukta verilen gönülle dağın zorlu yanına geldiğini kim söyledi? Dostun olan bir arif. Ve o arif “Her şeyden öte öyle bir yere vardın ki dışı diken, içi şifa; dışı kayalık, içi gülistan.” demedi mi?

Biraz önce sana söylediğim gibi Mecnun, nasıl acizliğini Baki Olan’ın sevdasına dönüştürmeyi bildiyse sen de engebeli bir tırmanışın özünde gülistanı buldun. Kayalığı bağa dönüştürdün. Şimdi de Allah’ın bir kuluyla beraber yürüyorsun. 

Tekrar söylüyorum. Seni yola düşüren, gerçek insanlığa hasretindi. Çünkü sen “hem beşer hem insan hem âdemsin.” Hem çekirdek hem ağaç hem meyvesin. Yunusça “Bir çekirdek vardır ağacımda, meyvemden içeri.” dersin. İçindeki âdemi aradın. Beşer eli seni dalından koparmadan olgunlaşmak istedin. 

Balıklar dirilir Hızır eliyle,
Deryaya girilir arif diliyle,
Kulaçlar atılır âdem kuluyla.
Hakka yol açanı “Asa”n bilirim.

Bu sözlerdeki anlam gerçekleşiyor. O zaman son söz de inşallah gerçekleşecek demek. Ve gönlünde hakkı bulacaksın.

.İnşallah bulurum. Beni yola düşüren şeyin gerçek insanlığa hasret olduğunu biliyorum da şunu anlayamadım: Ben hem beşer hem insan hem âdem nasıl oluyorum?

 .O zaman şuna cevap ver: Bir çekirdeğin hem ağaç hem meyve olduğunu kabul ediyor musun?

.Elbet kabul ediyorum. İşin hakikati bu. Başka nasıl olabilir ki… Bu; ben çocuk oldum, gençliği gördüm, ihtiyarlığı yaşıyorum gibi bir şey. Çünkü aynı bedenin, aynı ruhun ömrün değişik mevsimlerindeki halleri bunlar. Haller farklı; ama varlık aynı. Ancak söz ettiğiniz hakikatte bir noktadan bir daireye genişleme söz konusu. Sanki bir basamaktan yukarılara çıkma var gibi.

.Evet. Kemâle ermenin basamakları bunlar. Beşer, insan, âdem ilişkisini böyle anla. Dünyaya “beşer” olarak gelirsin. Tohum olarak toprağa atılırsın. Kendi yaradılışın hakkında bir şey bilmez, ne görürsen onu öğrenir, taklit edersin. 

Yaşamın sadece dört işlemi bilir. Gördüğünü, bildiğini sadece toplar; yaşadığın her günü ömründen çıkarır, geride şu kadar kaldı dersin. İstediğini istemediğinle çarpar, gerçek değeri elinde değer olarak bildiklerine bölersin. Bir de bu işlemleri aklına kalbine, vicdanına, ruhuna sormadan sadece zekanla, nefsinle halledersin. 

Sonra -eğer sulamayı, bakımı iyi yaparsan- gövden uzar kalınlaşır, dal verir, yapraklanır, mükemmel bir ağaca dönersin. Yaprakların, çiçeklerin gökleri, öteleri tanır. Varlığına ilahî isimler nakışlanır; ilmiyle donatılırsın. Bütün bunlar Yaradan’a muhataplığını getirir. Huzurda edeblenir, varlığın en mükemmel kıvamında “insan” olursun. 

Sonra ağacı yetiştiren, meyvesini beklemeye başlar. Meyve ağacın sorumluluğunu taşır içinde. Ürünü Sahibi’ne sunma zamanı gelir. Davet ötelerden… “Dön bana.” denilir. Ve meyve gerçek yurdunda, hazırlanan toprağında yepyeni ağaçlar doğurmak için yola düşer. O yolda ilerlerken olgunlaşırsın. İnsanlığınla o meyvede özünü tanıdıkça ağacı boydan boya o özden seyreder, kendi hakikatine varır, varlığın en şereflisi “âdem” olursun.

Birden Âdem’in söyledikleriyle içim coşuverdi ve kollarımı gökyüzüne turnam gibi açtım: Nerden coşuyordu bu pınar, nereye akıyordu?

.Selâm size yüceler! Selâm sizi gören gözdeki basiret! Selâm gönüldeki feraset! Selâm sana, nur yüzlüm! Hakikati bir kez daha sizle görebilmek ne güzel… Sadece gözle değil, akılla, yürekle görebilmek. Umudu “Selâm”la karşılayabilmek gönlüme düşsün. 

.Bakıyorum balığın dirilmiş. Ve sen buluşma noktasındaki kaynağı bulmuşsun ki böylesine coşuyorsun. Aktığın yer ise kendi bağın, bahçen. Yuvana dönüyorsun. Ben de bu dönüş yolunda sana eşlik edeceğim.

.Hissetmiştim dönüş yolunda olduğumu. Ancak bu ani coşmama anlam veremedim? İçim içime sığmıyor? Neden?

.Martının ardına düşüp denize vardıktan sonra sahil boyunca dostla yaptığın hikmet dolu kısa yürüyüşü biliyorum. Hz. Musa’nın Hızır’la buluşma noktası olan “iki denizin birleştiği yer”i bulmasıyla ilgili muhabbetten de haberim var. Hatırla. Buluşma noktası nasıl bulunmuştu? Taşınan balıkla değil mi? Balık neyle dirildi? Hızır’la buluşma yeri olan kayanın dibindeki kaynaktan sıçrayan suyla. 

.Nasıl oluyor bu?

.Oluyor işte. Kendine bak anlarsın. Kendindeki bu dirilişi, bu canlılığı görmüyor musun?

.Görüyorum; ama anlayamıyorum.

.O zaman seninle eskiden yaptığımız gibi yapalım; bir tefekkür deryasına dalalım: Diriliş neden toprakla, güneşle, ateşle veya başka bir şeyle değil de suyla oluyor?

.Çünkü su kainattaki her şeyin, bütün varlıkların, hayatın kaynağı. Allah’ın bütün canlıları yarattığı hayatın başlangıcı. Yeryüzü onunla canlanıyor. Hayvanlar, bitkiler için en önemli madde. Kiri temizleyen o. Bizi arındıran o.

.Peki insanlık neden suyu diriliş mucizesi olarak görmüş? Onun ölümsüzlük verdiğine inanmış ve neden ab-ı hayat arayışına girmiş?

.Aranılan, diriliş ise bu ölümden kaçış anlamına gelmez mi?

.Evet. İnsanoğlu ömrü boyunca hep sonsuz bir hayatın peşine düşmüş. Neden? Çünkü ölüm hakikatiyle mücadele edemeyeceğini anladığı için. Peki, kimler ölümden kaçar?

.Ölümü kabul edemeyenler, yaşama arzusunu yoğun yaşayanlar. Zaten böyle biri, verilen hayatı çok kısa bulur. Gözü doymaz zamana. Bir de dünyalık sevgisi varsa. Ama en önemli kaçış sebebi, iman zayıflığıyla ilgili zannederim. Esas problem, ötelerle münasebetin zayıflığı. Gözlerin, aklın, kalbin görememesi.

.Kayanın bulunduğu noktayı, kalbin bil. Bir yanında bir âlem, diğer yanında başka bir âlem var. Arifler birine madde veya halk âlemi diğerine de mana veya emir âlemi diyor. Ve senin yaradılışın, kalbinde yaşananlar bu ikisiyle de ilgili. Dünyada her şeyi gözünle görüyor, kulağınla işitiyor, burnunla kokluyor, dilinle tadıyor, teninle anlıyorsun. Zamanla ve mekanla sınırlısın. İnsanın ölümden kaçan yanı işte buralı. 

.Ölümsüzlüğü arayan yanı -tabiri caizse- öbür taraflı mı oluyor? 

.Evet. Ölümü aklıyla biliyor, kalbiyle kabul ediyor; ama iç dünyasındaki hiçbir şeye beş duyusuyla şahit olamıyor ve kavrayamıyor. Çünkü onun için hepsi gayb. Emir âleminde zaman ve mekân sınırı yok. Allah “ol” der. Sebep olmadan olur her şey. İşte bizler her çıkmaza girdiğimizde, iç dünyamıza güç yetiremediğimizde imkânsız olandan medet bekliyor, şehadet âleminin arkasında görünen gayb âlemine sığınmak istiyoruz. 

.Ama çoğumuz bunu gerçekleştiremiyoruz; çünkü elimizde o âlemi açacak anahtar yok.

.İyi gidiyorsun. Şimdi bu dediklerinin üzerine bir de anahtarın ne olduğunu söyleyebilir misin?

.Yanlışa düşer de edepsizlik ederim korkusunu taşıyorum. Ama desteğinizle deneyeceğim:

Kalbim bu maddî dünyadan diğer mana âlemine geçilen bir köprü ise gerçekten isteyerek bu köprüyü geçmek için mücadele veririm. Gideceğim yer hakkında bilgi edinir, halimi, kılığımı, azığımı o yere göre düzenlerim. Kalbimi dünya kirinden temizler, irfanla bezer, Sahibi’ne hazırlarım. 

.Yani her şeye sadece Tek Olan’ın hakim olacağını anlar, O’ndan başka hiçbir şeyin hükmünün geçerli olmadığını idrak edersin. Ve idrakin sonunda Allah lütfeder; vahdet sırrının kapısını sana açar. 

.O zaman bu manevî kapının anahtarı “La ilahe illallah.” Değil mi?

Dilim, damağım kurumuştu. Elmasın kıymeti bilinince onu yere düşürmemeye dikkat etmeli. Oraya buraya koymaktan imtina edilmeli. Kelimenin anlamını, kutsallığını idrak ettikçe de dile kolayca dolamaktan çekinmeli. Bu değerlendirmeler beni hayli etkilemişti. Hakikate bu tefekkürle yaklaşmak çok tesirliydi. Bir başka gün Allah’ın esmasını acaba böyle işleyebilir miydik? Ölüm ve insandan söz ediyorduk. Bu manevî anahtarla ölüm hakikatinin kapısını açabilir miydik? 

.Neden olmasın? Sen böyle zamanını hep Rabbine ayırmak istediğinde O sana cevabını vermez mi? Hatta şöyle olabilir. Yolumuzun üzerinde bir yer biliyorum. Hızır yürümüş gibi her yer yemyeşil. Huzurlu atmosferi ikimize de iyi gelecek. Orada dilediğin tefekkür dalışlarını yapabiliriz.

Yine aklımdaki okunmuştu. Sıra dışı yolculuk… Sıra dışı arkadaşlar… Akıl dışı olaylar… 

Şimdi de Âdem’in gönlü benim gibi coşuverdi. Kollarını gökyüzüne yelpaze gibi açtı:

Ey sabah! Kalem ol da yaz sulara saatleri. Ey hayat! Nereden akıyor bu sihir? Nerde nakışlanacak yüreğin dedikleri? 

Uzaktan gelen ezan sesiyle her şey suspus oldu. Derinden etkileyen bu sesi içimize çekmeye başladık. Sanki varlıkta uyanan her şekil, bir başka boyuta taşınıyor gibiydi. İlahî kelimelerin değdiği yerde kir siliniyor, sanki tepelere nur yağıyordu. Ezanın geldiği yöne yürüdükçe maalesef şehrin uğultusunu da duymaya başladık. Ne acıdır; huzurun sükûnetinden sonra şehir adeta yüzüme bir şamar gibi çarpmıştı.

.Asma güzel yüzünü Ceylan’ım! Bak kumrular, güvercinler, bütün kuşlar uğultunun farkında bile değiller. Binlerce ses arasında günlük nasiplerini alma peşindeler. Biz de onlar gibi olalım. “Rahmet”in bu davetinden nasip alan, biraz sonra huzura çıkacak. Hasreti secdede dindiren bu yüreğe, gel biz de katılalım. Secdeye açık kulağa, secdeye aşina bakışa yâren olalım. 

.Olur, diyebildim. Sesim titriyordu. 

Sabah’ın bu davetine katılmak için adımlarımızı hızlandırdık. 

Ey yolcu!
Seni bekliyor menzil.
Daya başını çölün gölgesine.
Çöl balını tatmayan zaman, acımasız geçer
Yolcu için.

Ey Gafil!
Nereye kadar ab-ı hayatı
Dünyada araman?
Sonunda göçüp gitmek de var,
Hiçbir şey bulamadan.

Gönlüne vararak bul. Özünde arar
Şuurlu olan.

Vakit, çölde doğum.
Dörtnala koşuyor kumlar…
Vahalar bekliyor şahlanışını
“dönüşüm”ün.
Ne varsa engel, korksun ışığından.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply