İnsaniyetin Hafızası – Bölüm 3 / Zamanın Ahirinde Mütebessim ve Mahzun

0

Tek bir ömrü yaşamak üzere buradayız. İlm-i Ezelî’den çıkartılıp, bir başlangıç noktası bahşedilen bizlerin, ebed kapısından geçmeden önce ara bir mühlet aldığımız tek bir ömrü var. Bu ara mühletin ikincisinin olmaması düşündürücü. İnsan, düştüğü her türlü vartaya, yediği her çeşit naneye rağmen, vicdan denen mekanizmadan ötürü her şeyin farkındadır. Ama şimdi, ama yarın “yaptık ama iyi mi yaptık” fikri bütün bütün tefessüh etmemiş her vicdanda yanar. Bu yanmanın ya da kişideki vicdan derinliğine göre yangının önemli dayanaklarından biri tek bir ömre sahip oluşumuzdur. Ebed öncesi ikinci bir şansımız olmayacak. Son şans, son fırsat. Muhteşem bir bahara mı yoksa acı bir akıbete mi uyanacağımızın belirleneceği son düzlük. Bu kadar ciddi bir vaziyet ile karşı karşıya olduğumuzdan, Sünnet-i Nebevî’ce kahkaha men edilmiştir. Kahkaha, yüksek sesle ve şiddetle gülerken çıkarılan sese deniyor. Men edilen hareket gülme değil, şiddetle gülmek, gülmekten kendini alamayıp gürültü çıkarma halidir. Peygamber Efendimiz’in sallallahu aleyhi vesellem, mübarek tebessümlerini izhar buyurmaları vakîdir ki bunu men etmemişlerdir. Gülmedeki şiddeti gördüğü birisine, cennetten müjde mi aldıklarını tedip maksadıyla sordukları vakada, ömür denen ciddi yürüyüşte, gaflete düşürücü şeylerden arınmış olmak gerektiğini işaret buyurduklarını görürüz.

Kahkaha gaflet verir. Arkadaş arasında birçoğumuzun yaşadığı bir tecrübedir. Herkesin çok komik bulduğu bir hadiseye karşı aşırı şekilde gevşediği bir anda kahkahalar patlayıverir. Saniyeler, belki birkaç dakika süren bu kendinden geçme hali bittiğinde etrafı bir sessizlik alır. Kimsede konuşma, bir şeyler söyleme isteği olmaz. Düşünme ameliyesinin felç olduğu bir andır. Sürdürülebilir bir olgu olarak yaratılmamıştır kahkaha. İnsanı tüketir.

Sünnetin yaşatmayı emrettiği amel tebessümdür. Gülmek anlamına gelen besm kökünden gelen bir kelime. Tebessüm sürdürülebilir bir amel olmakla birlikte, ortamın rengini değiştiren, coşku değil itidâlli bir neşe zerkeden bir iştir. Mümin kardeşe sunulan küçücük bir tebessüm hareketi, kazaları, belaları, belki üstüne gelen kamyonları, arsız hırsızları, katilleri defedecek bir sadaka hükmündedir. Tebessüm böyle bir şey.

Bir de ağlamak vardır ki, hak adına olursa çok müsbet, çok güzel bir şey. Onun hakikî olmayanı ise melankoliye dayanan, tabiri caizse ağlak muhabbetinden kaynaklanan bir zırıltıdır. Ağlamak, insanda bir iç yanmanın, volkanik bir taşmanın belirtisi. O volkanın lavları ise hüzündür. Hüzün, nitelik olarak hak olan, duygusallıktan ibaret olmayan, bir iç sızının tezahürü. O hasletin insanı taşıyacağı birtakım duraklar bulunuyor. İnsan hüzün peykine binip gideceği âlâ yerlere varmak yerine, onun zâtına takılırsa, onu istismar ederse melankolik olur. Yolcululuğun hakim unsuru hüzün olabilir. Sürdürülebilir olan hüzündür. Melankoli insanı tüketir. Tıpkı kahkaha gibi. Yürütmez ve yol aldırtmaz.

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, hüzün peygamberidir. Kur’an ayetleri hüzün ile inmiştir. İnsanın hikayesinin orta yerinde hüzün vardır. Müthiş bir düşüş, tarifsiz bir kaybedişler silsilesi. Hele ki potansiyeli düşününce. İşte Efendimiz’in de ümmetine olan şefkatinden ötürü hüznü vardır. Kur’an’ın, Allah’ın kullarına olan rahmetinden ötürü hüzünle iniyor olması söz konusudur belki de. Hem Kur’an bir vedadır da aynı zamanda. “Zamanın sonunun sonu geldi” diyen bir habercidir. Son zaman, ahir zamanın zili çalındı.

Tebessüm ile hüzün, birlikte yol gidilebilecek arkadaştırlar. İnsan tebessümün arkasına hüznünü koyabilir. İçi yangın yeri olan bir mahzun, tebessümünü, hem yalansız ve riyasız olarak, samimane simasına yerleştirebilir. İkisi birbirine yarenlik edebilir. Mümin mütebessim bir mahzun olabilir ve olmalıdır. Çünkü hikayemiz, insaniyetin hikayesi, tebessüme de, göğsün ortasından kalp hizasına kadar gergin, kalın bir telin kızgınlaşması gibi yakan hüzne de kapı açan çok hadise barındırır.

Ahir zaman Peygamberi, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, zamanın sonunda, son peygamber olarak dünyamızı şereflendirdi. Bir hadis-i şerifte, Tevrat ehlinin gün ortasına kadar, hıristiyanların da ikindi vaktine kadar amel ettiklerini beyan buyuran Efendimiz, önceki ümmetlere nazaran kendi ümmetinin ömrünü de ikindi vakti ile güneşin batması arasındaki müddete benzetmektedir.

Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim.
(Hadis-i Şerif)

Günün bitişinin habercisi olan ikindi vakti, güneşin kızıllığının, alacakaranlığın zuhur ettiği dakikaların yaşandığı zaman dilimidir. Kıyamet vaktinin, her şeyin sonunun da kopacağı vaktin akşam vakti olacağı rivayetlerde geçen bir husus. Yani hikayenin sonuna denk düşmüşüz. Ve biten hikayeler hep hüzün verir ve tatlı bir tebessüm. Sübjektif olarak diyebilirim ki, ikindi vaktinin son dakikaları ile akşam ezanının okunması ile başlayan akşam vaktinin ilk dakikalarında hep ayrı duygu dalgalanması yaşarım. Yine sübjektif olarak ama defaatle tecrübe etmeme dayanarak diyebilirim ki, şehrin gürültüsünün, gayet canlı bir saate denk gelmesine rağmen, sanki diniyor, susuyor gibi olduğunu hissederim. Kornalar dahi daha az çalınır, insanlar sanki daha az ses çıkarır, garip bir sükûnet sarar etrafı. O dakikaların, o vaktin içinde sanki filmin sonu hissiyatı saklanmıştır da, herkesçe ve her şeyce farkında olunmadan bir temenna durma hali baş gösterir. Öyle bir vakit ki, çok tatlı, çok heyecanlı, çok meraklı bir hikayeden ibaret olmayan, bütün hikayenin, her şeyin ve herkesin son günüdür; ebed kapısı cümle Âlem(ler) için açılır o gün ve “yevmiddin’in” başlayacağı gündür.

Bu son algısı, insanın ilk gününden başlar aslında. Başlamak bitmenin habercisi olduğundan, başlayan her şeyde son hüznü vardır. Tatlılığıyla tebessüm ettiren her başlayan şey, verdiği “biteceğim bir gün” mesajı ile hemen hüzünlendirmeli değil mi? İşte biz o mahzun son devrin insanlarıyız.

Ancak bu başlama ve bitme noktalarının arasında olanların bir mânâsı var. Aksi halde melankoliye hak doğardı. Biz mahzunuz ve aynı zamanda mütebessimiz. Bu ameliyeleri bize yaptıran, bizi bu hallere sokan sürecin barındırdığı mânâdır. O mânâ da dava-i Muhammedî’dir sallallahu aleyhi vesellem. İyi-kötü mücadelesi dediğimiz, daha İslâmî bir ifade ile hak-batıl karşılaşmasının mânâsı bu davadır. Ve bu bir “son” hikayesinin ana teması.

ZAMAN NEREYE DOĞRU AKIYOR?

İnsan, verilmiş aklını basit kullanınca basit düşünür. Görünürde olan ona yeter. Hızlı neticelere ulaşır. Kabadır bu yaklaşım. Hem kainat çapında sırlara taliptir, hem düşünce sistematiğinde hiç problem görmez. Zaman denen meçhul kavramla ilgili de bir basit yaklaşım vardır. Bir düz çizgi çizilir. Başladığı yere bir nokta konur ve buna teorik olarak geçmiş denir. Sağa doğru gittikçe şimdi’ye yaklaşılır ve bir nokta konur. Şimdi’den sonrasına da gelecek denir. Zamanı anlama biçimi olarak bu şema bize belli bir anlam katmanında bir şeyler söyler de, zamanın mahiyetini anlamamıza biraz olsun yardım etmek şöyle dursun, bizi ondan daha da uzaklaştırmıyor mu?

Kur’an-ı Kerim’de farklı ayetlerde farklı zaman algılarına kapı aralayacak ifadeler bulunuyor:

Melekler ve Rûh, O’nun Arş’ına; miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler. (Me’âric Sûresi 70/4)

Gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün bu işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde O’na yükselir. (Secde Sûresi 32/5)

Onlar senden o tehdit edildikleri azabı, çarçabuk getirmeni isterler. Telaşa kapılmasınlar, Allah vâdinden asla dönmez. Bilin ki Rabbinizin ölçüsüyle bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir. (Hac Sûresi 22/47)

Allah O’dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki her şeyi altı günde yaratmış, sonra da Arş’a istiva buyurmuştur. (Secde Sûresi 32/4)

Sonra Allah cehennemdekilere der ki: “Size kalsa, dünyada kaç yıl kaldınız?” Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte bilenlere sor.” derler. (Allah) buyurur ki: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız! (Mü’minûn Sûresi 23/112-114)

Elli bin sene miktarı olan bir gün, bin sene miktarı olan bir gün, altı günün yaratılıp bütün yaratışın o günler içine konması, dünyada (dünyalılarca) yıllar alan bir hayatın bir gün gibi algılanması.

Melekûtî ve ruhanî varlıklara has zaman akışı, hakkında azab hükmolunmuşlara has zaman akışı, Arş’taki zaman ve dünya hayatının ahirette bıraktığı intiba itibariyle akışı, hepsi birbirinden farklı akışları işaret ediyor. Fiziğin aynı kanunları içinde yaşayan insanlar için de farklı akan zamana ait görelilik fikri ile beraber, dünyanın 365 günlük güneş yılı, 354 günlük ay yılı ve diğer gezegenlerin farklı yılları, günleri; bütünü itibariyle hep zamanın farklı akışlarına şahidiz.

Misal olarak, aynı muhitte bulunan iki kişiden birisi başka bir hayat akışı içersinde manevî alemlere açılsa, bir haftanın içersine bir yıllık hadise ve tecrübe sığdırsa, bir haftayı bir hafta gibi yaşayan diğer kişiye nazaran bir zaman yolculuğu yapmış sayılmaz mı? Hakkında ciddi hüsn-ü zan beslediğim muhterem bir insanın bir gece gördüğü rüyasında, bir haftalık bir hayat yaşadığını öğrenmiştim. Yani rüyasında gününü geçiriyor, oturuyor, kalkıyor, sonra  yine rüya içinde uyuyor, öteki güne uyanıyor ve böylece bir hafta geçirip sonunda uykusundan uyanıyor. Geçen vakit belki bir-iki saat, belki birkaç dakika ama bir haftalık hayat sıkıştırılmış olarak tecrübe ettiriliyor. Aynı günün sabahına uyanan bir başkası ile bu zâtın aynı sürede bir günü yaşamış olduklarını söyleyebilir miyiz?

Kur’an bize bir vakayı nakleder. İnsaniyetin en mühim hadiseleri olduklarına beyan-ı ilahîde yer almalarından hükmediyoruz. Orada, başka yerde değil, en büyük sır olan Allah’ın ifade etmeyi takdir buyurduğu kelâmda yer alan her bir harf ve hatta sesçik dahi en mühimdir. Ve haber verilen çokça tarihî hadiseyi Kur’an’dan haber alıyoruz.

Hemen hemen hiçbirinin tam zamanını bilmiyoruz. Tam yerini bilmiyoruz. Çokça rivayet bulunması, bazı hususlarda biliyormuşcasına bazı bilgilerden söz edilebilmesi dahi bu gerçeği değiştirmiyor, zira Kur’an’ın kendisi bu çok önemli vakaların yer ve zamanını apaçık bir şekilde bize bildirmiyor. Gözden kaçan bir durumdur ki, misal olarak bir Cudî Dağı’nın yerini bilmiyoruz. Bugün Cudî isminde bir dağ olması bir şey ifade etmiyor. Veyahut Hazret-i Nuh’un aleyhisselam gemisinin kondurulduğu dağın genel kabul içersinde Ağrı Dağı zannedilmesinin de bir bilgiye dönüşmesi söz konusu değil. Birtakım veriler ve rivayetlere dayanan tev’illerden söz ediyoruz. Bu tip konuların gerçekte ne ve nerede olduğunu araştırmak önemsizdir demiyoruz, Kur’an bize bunları bildirmemiş. Allah teâlâ bunu dilerse takdir buyurabilecekken takdir etmemiş, dilememiş.

HAZRET-İ HIZIR’IN ALEYHİSSELAM ZAMANDA YOLCULUĞU

ZAMANDA TASARRUF

Zamanda yolculuğun mümkün olup olmadığı merak celbeden bir konu. Peki kestirmeden bunun mümkün olduğunu söyleyemez miyiz? Hazret-i Hızır aleyhisselam Hazret-i Musa aleyhisselam ile bir yolculuğa çıkıyordu. Bunu Kehf sûresinden biliyoruz. Ayette ismi verilmeyen kişinin Hazret-i Hızır olduğunu hadis-i şeriften haber alıyoruz. Yine Hazret-i Hızır, Hazret-i Süleyman’ın aleyhisselam meclisinden, tıpkı Kehf sûresinde olduğu gibi “katımızdan ilim sahibi olan zât” olarak karşımıza çıkıyor. “İndehu” ile ledün köktaş kelimeler. Kat, yani Allah’ın “katımızdan” olarak nitelediği ilme sahip zât olarak Hazret-i Hızır, iki ayrı zaman diliminde bulunuyor. Başka birtakım dayanaklara yine başvurulabilir ancak tek başına bu iki hadise zamanda yolculuk ve tasarruf etmenin mümkün olduğunu beyan ediyor.

Peki o zaman, geçmişte veya gelecekte yapılan bir iş ve müdahalenin kader dediğimiz muammayı daha da karmaşık hale getirmesi söz konusu olmaz mı? Elbette karmaşıklığı bir çırpıda ortadan kaldırma iddiamız olmayacak ancak düz çizgi üzerindeki zaman algısının işimizi daha da zorlaştırdığını söylemek gerek.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, miraca çıkarak tarifi imkânsız bir tanışma yaşadı. Ardından sahabe efendilerimizin arasına geri döndü ve bu gidişin ardından asr-ı saadet yaklaşık 12 sene daha sürdü. Yani Efendimiz, zamanın dışına, bizim kayıtlı olduğumuz zamanın dışına çıkıp tekrar arzı şereflendirmiş oldu ki böyle bir hadise için bu kelimeler de hayli zayıf kalıyor. Misallerimizi başta Efendimiz’den ve Kur’anî büyük şahsiyetlerden, Allah’ın has kullarından veriyor olmamız hakikatin varlığını değiştirmiyor. Bir meselenin varlığını ispat ettikten sonra onun daha alt tabakalarda da var olduğunu düşünme özgürlüğü bize kalıyor. Zaman, kuralları sabit olan bir varlık değildir. Ve zamanın başı-sonu algısı büyük resmi anlamamızda engel teşkil ediyor.

Zaman pekâlâ bir çember olarak düşünülebilir. Hepimiz pekâlâ Hazret-i Adem’in tecrübe ettiği imtihan ve düşüşü tatmış olabiliriz. Hafızamızı yoklasak O mu yaşadı yoksa ben mi tereddüdüne düşebileceğimiz hatıralar canlanabilir zihnimizde. Asr-ı saadette yaşanan Bedir Harbi bir dönüm noktası idi. Bu harp farklı neticelense idi, bugün var olur muyduk? Peki bu harbe destek olarak gönderilen melekler haricinde, Allah’ın has kullarından, insanlarından kimseler de katılmış, desteklemiş olamaz mı? Bu önerme garip geldiyse, Çanakkale ile ilgili nakledilen onca hadise başka bir şey midir? II. Abdülhamid Han’ın rüyalarda Efendimiz’e sallallahu aleyhi vesellem, Türk ordusu ile ilgili rapor verdiğini görenler, Ulu Hakan’dan sonra yine Çanakkale’de askerimize destek olan veli kullar, şimdi dahi oraya giden bazı safî kalplilerin muharebe gürültüsünü duyabildikleri o topraklar zaman ile ilgili algımızı değiştirmeli değil mi? Raşid Halifeleri yakazaten dahi görmeye nail olmuş insanlar acaba onların vefat etmesinden sonra, öte âlemden gelmeleri ile mi, yoksa asr-ı saadetten kalkıp dünya nâmına sağ iken teşrif buyurmaları ile mi görüşmüşlerdir? Dava erlerinin bu müşahedeleri zamanın akışında, o zaman diliminden olmayan haricî bir elin müdahalesi değil midir? Burada olan bir vakaya, o Yüce Kâmetlerin simalarının bir an dahi gözükmesi kocaman değişimlere sebep olabilecekken Onlarla görüşüp konuşanlara, onlardan destek mesajları alanlara değen tesirin ölçüsünü hayal etmekte güçlük çekeriz.

Bu misaller, inanana, zamana müdahalenin aslında var olduğunu isbat etmeli kanaatindeyiz. Allah, dilediği kuluna semt, mahalle değiştirir gibi zaman, asır değiştirme imkânı verebilir. O zaman, kişinin kendi zamanı, bir kitabın bazı sayfaları olmaktan çıkıp, kitabın tümü haline gelebilir. Yani 1985’te doğan birisi her ne zaman ölecekse, o yıllar aralığında yaşamıştır demek insan için doğru olmayabilir. İnsan, bütün hikayeye muhatap olduğu için baştan sona bütün hikayeyi temâşa edebilir, her ânında bir rolü olabilir.

İkindi vaktinin insanları olan bizler, arz kuralları içinde, bu vakitte doğanlar olarak bir alacakaranlığa doğru gidiyoruz. Son bir aydınlık görme ümidiyle akşam vaktine yürüyoruz. Bu noktada Orta Dünya’nın da 3. Çağ’ın sonunda bir ikindi vakti yaşadığını iddia ediyoruz.

ORTA DÜNYA’NIN AHİR ZAMANI

BİR İKİNDİ VAKTİ MUHAREBESİ

İkindi, eski Türkçe’de iki-nti, günün ikinci yarısı anlamında bir tabir. Arapça’da ve asr-ı saadette ikindiye “asr” deniyor. Asr sûresinde yemin edilen asr, zamanın son parçası olan ahir zamana tevcih ediliyor.

Biz neden 3. Çağ’ın Orta Dünyası’nda, kendi ahir zamanını görüyoruz? Çünkü sakîni olan milletlerin tümünde, iyi günlerin bir daha dönülmemek üzere sonuna gelinmişlik hissiyatı hakim. Geçmişin güzel günleri, derin gaflet ve şaşkınlık perdesiyle çiğnenmiş, kötülere gün doğmuş durumda. Emniyet duygusu unutulmuş, yollar tehlikelerle dolu. Bunları önermemize tek başına yeterli görmüyoruz elbette. Orta Dünya’nın en çetin sınavı, muvazenesini kaybetmiş bir harp ortamına sürüklenmesi ile ilgili. Enfüsî ve afakî alanda eşzamanlı imtihanlar birbirini takip ediyor.

Orta-Dünya'nın bütün özgür milletlerinin katıldığı Elrond'un Divanı

Orta-Dünya’nın bütün özgür milletlerinin katıldığı Elrond’un Divanı

Enfüste, Güç Yüzüğü ve ona bağlı yüzüklerin insaniyete ait tüm hasletleri köreltmesi söz konusu. İyiler arasında dahi kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Hezimet algısı ve ümitsizlik her yeri kaplamış. Elrond’un Divanı’nda neredeyse tüm Orta Dünya milletlerini temsilen birileri bulunuyor ama kimse kimse ile anlaşamıyor. Kaybedeceğiz ama nasıl kaybedelim’i bulmak için toplanılmış gibi. Ve o toplantıdan anlaşılan temel problemlerden biri de afaktaki probleme bizi götürüyor. Devletler muvazenesinde hayırlı bir devletin olmayışı ve bu boşluğun doldurulamaması.

Kötülerin devamlı istihkâm edilen ve ittifaklarla perçinlenen orduları dehşet saçarken, eski uygarlıkların mirasçısı birçok milletten sadece ayrışma refleksi görebiliyoruz. Ve kötüler kötüsü Sauron, Mordor’da, en doğudan yaydığı duman bulutları ile fizik anlamda da tüm batı illerine sürekli bir ikindi vakti yaşatıyor. Çünkü güneş sabahın, öğlenin güneşini görene kadar duman bulutlarını, Sauron’un iradî olarak yaydığı kara bulutları aşamıyor. Ta ki ikindi vakti gelene kadar. Ancak ikindi vaktinden sonra güneşin ışınları doğuya ulaşabiliyor. Orta Dünya fiilî anlamda da bir ikindi vakti yaşamakta.

Sauron'un büyüsü ile karanlıklara bürünen Orta-Dünya

Sauron’un büyüsü ile karanlıklara bürünen Orta-Dünya

Reel-politik anlamda hayırlı hiçbir kuvvet merkezi kalmamış. Mevcutlar ya iç dinamiklerini yitirerek fesholmuşlar veyahut Saruman gibi manevî kuvvet merkezlerinin irtidat etmesi söz konusu olmuş. Sauron gibi kökten kötüler ise zaten vazifesinin başında. Toplumlar arası herhangi istişarî bir bağ bulunmazken, husumet dahi kökleşmiş. Savaş ortamı önce soğuk sonra sıcak olarak tezahür ediyor, kötülerin en büyük hayali; nesillerin ıslahına vakit bırakmayacak kadar süratli bir şekilde mücadele cephelere çekilebiliyor. Yani iyiler, o güne kadar her ne sermayeleri var ise onunla savaşacaklar. Ve harbin en temel ihtiyacı, iyiler için en zarurî olanı, hayırlı bir devlet.

Devleti neden önemsiyoruz? Günümüzde devletlerin irtikap ettiği onca insan hakkı ihlâli dururken, bu devlet yüceltmesi de nereden çıktı? İnsan hakları ve hürriyetleri kavramına bu kadar ihtiyaç duyulurken, “güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak anlamda yozlaştırır” ifadesindeki mânâyı ne çabuk gözardı ettiniz- düşünceleri, eleştirileri beliriverebilir zihinlerimizde. Ve bunlar haklı eleştiriler olurdu. Ama bunları haklı yapan, hayırlı bir devletin olmayışı zaten. Salihlerden müteşekkil, hukukunu insana adayan ve bunu uygulamanın yegâne cihadı olduğuna hükmetmiş bir devletin yoksunluğu bunları söyleten. Bu dünyanın da, Orta Dünya’nın da kendi ahir zamanlarında hissettikleri boşluk, bir “yeni” ile değil, uyandırılan bir “eski” ile doldurulacak. O eski, belki de Tark’ın, Türk’ün isminin geldiği, dava-i Muhammedî’nin taşıyıcılığını yapan, kadim gelenek. Onu uyandıran ise iki kişi olduğu inancındayız. Dünyamızda O’na Hazret-i Hızır deniyor. Orta Dünya’da ise Gandalf. Birini, Türk Devleti’ne ait unutulmuş kodları tekrar canlandırırken, diğerini ise Gondor’un Tark’larına “titre ve kendine dön” mesajı verirken görüyoruz. Bazı altyapı bilgiler sunmamızı gerektirecek devam yazısından önce şu suali tevcih edelim:

Devlet kelimesi
hangi kökten geliyordu?

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply