Sokak II / Haneler – Bölüm 9

0

Kapıyı Çalmak

Denizden gelen meltem öylesine yumuşak ve serindi ki saatlerce otursa bıkmazdı. Esinti biraz sonra seyrini değiştirdi, hızını artırdı. Derince bir nefes aldı. Hava, damarlarındaki kan gibi adeta hücrelerinde dolaştı. Zihninde bir sürü resim. Hepsi gelecekle ilgili. Teker teker kalbin rengine bürünmeye başladılar. İnsan güzel bir yaşamın kenarında oturup da nasıl sakin ve yoğun bir tefekkürden mahrum kalabilirdi ki… Son günlerde olanları aklı, hayali almıyordu. Nerden nereye? Şükür dedi içinden. Bir kere daha; ama daha kuvvetli “Şükür!” dedi.  

İki karabatak arka arkaya denize daldı. Martılar kayalıkların arasında ağzında bir şey taşıyan kediyi kovaladı. Ödü koptu bir an. Neyse bir şey olmadı. Karabataklar sudan çıktı, martılar uçtu, kedi bir ağacın dibine sinip etrafını kolladı. Hayatın içinde bir sürü resim. Hepsi nasiple ilgili. Teker teker kaderin rengine bürünmeye başladılar. 

Ailece burada kalmak. Daha birkaç ay öncesine kadar imkânsız gibi bir şeydi. Ama olmuştu işte. Önce Matteo, şimdi de Esin ve kendisi. Bir anda gelişen tespitler. Zorlanmadan verilen kararlar. Hayatlarının içindeki resimler de kaderin rengine bürünüyordu. Çok acı çekmişlerdi. Şu anda acı geçmiş değildi. Ancak bu yaşananlar iyiye gidileceğine işaretti. Oğlunu düşündü. Mükemmel bir çocuktu. Yaşından hayli büyük tavırları, sessiz çaresizliği, uzaktan annesini izleyen bakışları… Böyle bir çocuğa yaşatılan trajik günler. Onun bu halini gördükçe kahroluyordu. Ve Esin’in ani kararı. Büyükbabanın, dayının yanında durum düzelene kadar kalma düşüncesiyle Türkiye’ye gelmeleri. Hepsi ardı ardına oluvermişti. İyi ki olmuştu. Oğlunun gözlerindeki neşe, yüzünün gülen rengi. Hele sesindeki coşku… Buraya geldiklerinden beri ne kadar değişmişti. Değişimin, huzura atılan ilk adım olabileceğini hissetti.

Bu gün buraya geleli dördüncü gündü. Arif’in daha önce verdiği bir söz üzerine Matteo’yla erkenden kalkmışlardı. Onlar dayı yeğen sıcak simit için fırına gitmiş, büyük dayıyla kendisi de sahile gelmişti. Uyumak için aldığı haplar yüzünden Esin geç kalkıyordu. Zaman zaman gelen krizlerden yorulan bedeni hep dinlenmek istiyordu.  Şeref Bey ise hep kızının yanındaydı. Büyük hala, Âyende hep eşinin etrafındaydılar. Bilhassa Âyende tedirgin etmeden, sıkmadan güven verici adımlarla Esin’e yaklaşıyordu. 

Münir dayı simitler gelene kadar biraz yürümek istemişti. Herhalde hayli ilerlemiş olmalıydı. Simitler de fırından çıkmamıştı ki görünürde kimse yoktu. Biraz üşüdüğünü hissetti. Biraz çevrede dolaştı. Erken saatte yürüyüşe çıkanların yüzüne baktı. Çoğu, tek tip maske takmış gibiydi. Ne kuşların ne de denizden esen meltemin farkındaydılar. Belli ki sadece rutin sağlık yürüyüşüydü onlarınki. Çok az kişi birbirine selâm veriyor ve gülümsüyordu. Gerçekte sağlık, doğayla bütünleşmekte ve ondaki ritmi tutturabilmekteydi. Fakat varlıktaki güzelliği görmeden, yaşanılan ahengi hissetmeden bu ritim nasıl tutturabilirdi ki? Kendisiyle barışık, ilişkileri olumlu olanlar; hem güçlüydüler hem de saygılı. Ve bu kural -hangi ülkede olursa olsun- değişmiyordu. 

Bir üniversitenin Tarih ve Medeniyetler Bölümü’nde hocaydı. Ayrıca sosyoloji ve teoloji konusunda araştırma yapıyordu. Türkiye’ye sık sık gelmesinin sebebi buydu. Bu araştırma merakıyla birçok insanla tanışmıştı. Zamanla bu merak, boyut değiştirerek bütün hayatını etkileyemeye başladı. Türkçeyi çat pat konuşuyor, konuşulanı anlıyordu. Bu ülkede öğrendikleri, mizacındaki sert yönleri hayli törpülemiş, kendisine başka insanlara farklı yönden bakabilmeyi öğretmişti. İyi ki böyle olmuştu. Çünkü başka türlü Esin’le anlaşamazdılar. Çok zıt iki karakter. Aklı o günlere gitti:

Soğuk bir gün. Vakit akşama yaklaşıyor. Arno Nehri’nin kenarında her zamanki mutat yürüyüş. Bir ağlama sesiyle durmuş, merakla sese doğru yürümüştü. Genç bir bayan. Elinde ne varsa yırtıyordu. Tam yardım etmeyi teklif edecekken kendine edilen nahoş sözlerle irkilmiş, geri çekilmişti. Biraz ilerlemiş, küfürlerin Türkçeleştiğini fark edince durmuş ve geri dönmüştü. Yabancı ülkede bir yabancı. Hem de ona dost olanların ülkesinden. Derdi büyük olmalıydı. İyice yaklaştı ve Türkçe “Yardım edebilir miyim?” dedi. Kendine dönen yüzü görünce öylece kalakaldı. Nahoş sözlerden, küfürlerden ne kadar uzaktı…

.Baba!…  Bak sana neler aldık? Tut, bak çıtır, çıtır. Şimdi elini nasıl yakacak? Dayı! Hemen yiyebilir miyiz? 

.Büyük dayıyı beklemeliyiz. İlerileri görmek için biraz ilerledi sanırım. A… Bakın. O da geliyor.

Arife halanın hazırladığı küçük saklama kutuları poşetten çıkarıldı. Simitler taksim edildi. Banklara değil, sahildeki kayalıklara oturdular. Bir yandan yiyor, bir yandan kopardıkları parçaları kuşlara atıyorlardı.

.Dayı! Bak! Bu gelen martıya sen at. Baba! Sıra sende. Çabuk çabuk!…. 

.Bu hayatta bir çocuğu sevindirmek kadar güzel bir şey var mı dayı? Mete’ye bak. Şaşılacak şey. Ne kadar küçük şeylere sevinebiliyor?

.Öyledir yeğenim. Onları sevindirmek ruha ferahlık verir. Peygamberimiz “Cennette büyük bir köşk vardır. İsmi Darü’l ferahtır.1 Buraya ancak çocukları sevindirenler girer.” buyurur.

.Fıtratlarında çocuk masumiyetini koruyanlar da böyleler dayı. Onları da sade şeylerle mutlu edebilirsiniz. Lakin bu masumiyeti katleden nefisler yok mu? Hem kendilerini hem etrafındakileri bir hiç uğruna yakıp kül ediyorlar.

.Doğrudur. Hırsın yoğun olduğu yerde nefis alev alır. Hem öylesine alır ki ne akıl dayanabilir bu sıcağa ne de kalp. Onun için bu tiplerin aklı bulanık, kalpleri hep endişe içindedir. Hal böyleyken onlardan muhakeme beklemek, gönülden birkaç tatlı söz beklemek boşunadır. Zihinlerinde düşünce, dillerinde kelimeler boğulur. Konuşsalar da ne dedikleri anlaşılmaz.

.Çok doğru söylediniz. Dün Esin dinlenmeye çekilince öğlene doğru yine buralara geldim. Doğayı dinleyip ferahlamak istedim. Ancak ne mümkün. Şahit olduğum örnek de sizin belirttiğiniz gibi bir şeydi. Arkasını denize dönmüş, telefon kulağında, sesi kontrolden çıkmış bir adam. Bekledim. Şimdi biter dedim. Bitmedi, bitmek bilmedi. Bir an yakasına yapışıp sarsmak ve bağırmak geldi içimden. Gidip sorsam “Ne hakkın var benim bu ihtiyacımı elimden almaya.” desem. Biliyorum ki anlamsız üst perdeden sırıtacak “Sana ne!” diyecek, özgürlüğü savunacak. Ne biçim özgürlükse bu? İyi de ya benim gibilerin özgürlüğü? En iyisi onların olmadığı, zamanın kendini koruduğu taze vakitlerde, bu saatlerde buralara gelmek diye düşündüm. 

.Haklısın, Orlando oğlum. Ne kadar erken kalkarsak o kadar gürültüye bulaşmamış saf sükûneti yaşıyoruz. Erken saatlerin müdavimleri biliyor bu vakitlerin sihrini. Yoksa sözleri kaç metre öteden anlaşılan adamdaki kendine tapulu bencillik ve baskın kabalık, varlıkla aramıza hep girer ve yaradılışın saflığını yaşatmaz bizlere. Maalesef gerçek bu. 

.Baba! Simit kaldı mı? Bak şu martıya veremedim. Baba! Baba! Uçtu, gitti işte…. 

.Oğlum tamam… Bak bir şeyler konuşuyoruz. Al bu simitleri. Poşeti de sakın atma!  

Kusura bakmayın. Çocuk işte. Ben ne zamandır oğlumu bu kadar neşeli görmemiştim. Hepsi sizlerin sayesinde Münir dayı! Müsaade ederseniz size böyle hitap edebilir miyim?

.Neden olmasın oğlum. Bak, ben sana oğlum diyorum. 

.Orlando. Sana bir şey söyleyeceğim. Hazır babam, halam yokken. Dayım da burada. Ona da danışırız. Biz Âyende’yle konuştuk ve bir karara vardık. Yandaki daire boş. Orayı bir düzene sokalım ve siz oraya yerleşin. Ne dersin? Sizce de olur mu dayı?

.Olur tabii… Güzel düşünmüşsünüz. Hem Esin daha rahat eder. Çünkü devamlı bizden kaçıyor. Belli ki halinden utanıyor. Bilhassa babasından. 

.Evet. Sık sık bana “Yanımdan ayrılma. Yanlış bir şey yaparsam beni engelle.” diyor. Yanınızda elleri daha çok titriyor, terliyor. Nedense bir tek Âyende Hanım’ın yanında rahat. Sanırım benzer şeyler yaşadıkları için kendini ona yakın hissediyor. Ayrı bir yerde oturmak ona iyi gelecek. Ancak biz burada Esin iyi olana kadar kalabileceğiz. Bu birkaç ay da olabilir, daha uzun da sürebilir. İşimden ayrıldım. Durumumu izah etmiştim. Sanırım tekrar geri dönebilirim. Bir de Mete’nin okulu. Hepsi belirli bir müddet için ertelendi. Geçici olarak kabul. Ama en fazla bir yıl. Fazlası olmaz. Esin de kabul etmez. Hassasiyetiniz için minnettarım. Sizlere nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Üçümüz de sizlere çok şeyler borçluyuz. Çok farklı insanlarsınız. Böyle bir aileye katıldığım için çok seviniyorum. 

.Abartma! Ablamdan, yeğenimden bahsediyoruz. Yani ailemden. O zaman anlaştık. Durumu sen açıkla. Biz de daireyi bir gözden geçirelim. Boyası falan, birkaç haftada biter. Eşya işini de halam halleder. Babamlar Didim’e giderken eşyaların çoğunu burada bırakmıştı. Sanırım bazıları depoda. Gerekirse yenilerini alırız. 

.Dayı. İlerde oyun parkı mı var? Oraya gidelim mi?

.Ben Mete’yi ilerdeki parka götürüyorum. Oyuna dalarsa biraz gecikebiliriz. Siz eve gidin. Babamın aklı şimdi buradadır. Halam da sofrayı hazırlamıştır. Aklımda bir yer daha var. Belki oraya da gidebiliriz. Söyleyin onlara. Bugünlük dayı, yeğeni baş başa bıraksınlar. 

Onlar oyun parkına gittikten sonra sahilde biraz daha oturdular. Birbirine ezelden aşina ruhlar bazen olmadık yerde, akla gelmedik şartlarda karşılaşabiliyor ve büyük resimde yerlerini alabiliyordu.

.Orlando oğlum. Sormaya çekindiğim bir konu var. Mete de yanımızda yokken sorayım dedim. Esin’in bu hali ne zamandır var? Biz onu buraları beğenmediği için terk eden asi, bencil biri olarak bildik hep. Nerede tanıştınız, nasıl gelişti olaylar? Tabii sence de mahzuru yoksa. 

.Ne mahzuru olabilir ki dayı. Bize yardım edebilmek için davet eden, kucak açan sizlersiniz.

Kuzey İtalya’da Toskana bölgesinde Pisa şehrinde kalıyordum. Pisa’nın içinden Arno Nehri geçer. Üzerinde çok sayıda köprü vardır. Manzarası harika bir yer. Bilhassa akşam üstleri. Sık sık nehir boyunca yürüyüş yapmayı adet haline getirmiştim. Yine böyle bir yürüyüşte gördüm onu. Görüntüsü hiç iyi değildi. Çok sinirliydi. Tanışmamız sonra oldu. Bu sefer ağlıyordu. Yardım etmek istedim. Nehir kenarında barlardan birine gitmek istediğini söyledi. O gün geç saate kadar oturduk. Çok içiyordu. Tavrından, sözlerinden dışardan görüldüğü gibi olmadığını anladım. Hafifmeşrep, gelgeç biri değildi. Sanki takıntı haline getirdiği bir sıkıntısı vardı. Konuşmayı pek sevmiyordu. Ancak soru sorduğumda cevap veriyordu. Kaldığı yere götürmek istedim. Kabul etmedi. 

Ertesi gün aynı yere gittim. Yoktu. Bir hafta sonra aynı yerde, aynı halde buldum onu. Yine bara gittik. Yine pek konuşmak istemedi. Ara sıra böyle karşılaşmalarımız oldu. Bir seferinde bara gitmek istemedi. Nehir kenarında oturduk. İçkili değildi. Sabaha kadar konuştuk. Bir güvensizlik sorunu yaşıyordu. Annesinden nefret ettiğini anladım. Babasını sorunca sadece “Bırak o sünepe adamı!” dedi. O geceki konuşmalar onu rahatlatmış olmalı ki kaldığı yeri söyledi. Zaman geçtikçe bana güvenmeye başladı. Fakat çok yanlış bir çevresi vardı. Onlardan kopamadı bir türlü. Şimdiye kadar iç dünyası dışından bu derece farklı birini tanımamıştım. Mesleğim gereği insan tahlilini iyi yaparım diyordum; ama Esin’de bunu başaramadım. 

Onu tanıdıkça sevmeye başladım. En sonunda kararımı verdim. Pek ümidim olmamasına rağmen evlenmeyi teklif ettim. Belki bu şekilde çevresinden de onu kurtarmış olurdum. Beni şaşırtan bir şey yaptı. Gözlerime baktı ve boynuma sarıldı. Çok geçmeden evlendik. Kimseye haber vermedik. Anlayışlı bir eş oldu bana. Çevresinden uzaklaştı. İçmeyi azalttı. İkimizin kazancı bize yetiyordu. Esin iç mimardır. Sonra oğlumuz dünyaya geldi. Esin iyi anne olabilmek için işten ayrılmak istedi. Ancak ev hayatı, sorumluluk zamanla onu yormaya ve sıkmaya başladı. Benden gizli içtiğini fark ettim. Görmezlikten geldim. Keşke görseymişim. Oğluna çok düşkün olduğu için içmeyi bırakır diye düşünüyordum; ama bırakamadı.

Sonra değişiklik iyi gelir düşüncesiyle Sorrento’ya taşındık. Limon bahçeleriyle ünlü şirin bir yer. Orada küçük bir dükkan kiraladım. Limonlu sabun, limonlu deodorant, limonlu şekerleme, limonlu çikolata satmaya başladım. O zamandan beri limon çiçeği kokusunu kullanır. Bulunduğu yer, hep limon çiçeği kokar. Velhasıl her şey güzeldi. Ancak fazla kazanamadım. Gittikçe mali sıkıntılar çoğaldı ve nihayet Pisa’ya dönüş yaptık. Hikâyemiz kısaca bu.

Yalnız onda hissettiğim bir şey var. Bunu size söyleyebilirim. Büyük bir ihtimalle Esin’in evini, her şeyi terk etmesinin sebebi annesinin bencilliği. Ve de babasının biraz… Nasıl desem? Babasını sorduğumda “Bırak o sünepe adamı!” diye ifade ettiği kişilik. Ne yaşadı, neye şahit oldu? Bilmiyorum. Çünkü konuşmaz. Kardeşlerinden de pek bahsetmez. Bir de merak ettiğim başka şey, kimsenin Esin’i aramamış olması. Belki de aradılar da bana söylemedi. Bunu da bilmiyorum. Esasında size söylemek istediğim şey şu:

Şeref Bey’i tanıdıkça kişiliğinin zayıf olmadığını, çok naif, hassas biri olduğunu hissetmeye başladım. Bir insanı tanımak için birlikte geçirilecek zamandan ziyade onun satır aralarını dikkatlice okumak gerekiyor. Şeref Bey’in hikâyesinde üstü kapalı, anlamı derinde çok satırlar var. O satırların aralarında biraz durmak; onları tekrar ve tekrar dikkatle okumak lazım. Ve ben Esin’in bunu anlamasını istiyorum. 

.Hay ağzını öpeyim oğlum. Ne güzel ifade ettin. En yakınlarının gözündeki Şeref ve çok uzaktan gelen birinin gözündeki apayrı Şeref. Hey güzel Allah’ım! Kim kimi daha iyi tanır, kim kimin ruhdaşıdır? Ancak Sen bilirsin. Her olayda muhakkak bir hikmetin var. İyi ki bu çocukla karşılaştırdın beni. Neyse… Seninle çok yol yürüyecek, çok yokuş çıkacağız evlat. Hadi bakalım, evdekiler bizi bekler. Dayı ve yeğen de neyi istiyorlarsa onu yapsınlar.

.Nerede kaldınız. Çay demini alalı bayağı oldu. İnşallah acılaşmamıştır. Karnımızı doyurduk demeyin; bozuşuruz. Az yiyin diye tembihlemiştim. Esin de uyanmıştır herhalde.  

Koridora girdiğinde Şeref Bey’le karşılaştılar. Belli ki adamcağız kızını kontrol için yan odada kendisini bekliyordu. Odaya sessizce girdi. Esin uyuyordu. Ne olursa olsun uyandırmaya kıyamazdı. Yanına gitti. Uykunun daha da masumlaştırdığı yüzüne baktı. Matteo alnını ve küçük burnunu aynen annesinden almıştı. Elinde olmadan saçlarını okşadı. 

.Geldin mi canım? Saat kaç? Yine çok uyudum değil mi? Kahvaltıya çağırdılar mı? 

Telaşa vermeden eşinin giyinmesine yardım etti. Evliliğin en anlamlı bağı şefkat olmalıydı. 

.Burası oğluma iyi geldi. Bana da iyi gelecek değil mi Orlando? Bunu hissediyorum. Şu anda daha iyiyim. Ayrıca babam için de iyi gözükmeliyim. Gözleri hep üzerimde. Sanki başka biri var karşımda. Babam mı duyarsızdı bir zamanlar, yoksa ben mi kördüm? Anlayamıyorum. Sanırım yanlış çizilmiş bir şeyler var zihnimde. Onları silmem lazım. Yardım et bana. Tek başına halletmem mümkün değil. 

Karşısında ağlamak üzere olan yüz, seneler önce ilk karşı karşıya geldiklerinde etkilendiği yüzdü. Sert kabuğundan çıkmış taptaze öz gibi. Saf, şaşkın ve çok güzel. Eşine sarıldı.

.Yalnız ve çaresiz değilsin. Her zaman seninleyim ve hep öyle olacağım. Ayrıca bize kucak açan, yoldaşlık yapacak bir ailemiz var yanımızda. Onlar bize iyi gelecek. Biz de onlara iyi geleceğiz. Babanı görmedin mi? Gözleri ya torununun ya senin üzerinde. İnan bana. İyi olacaksın. Sadece hayatın getirdiklerine güven. 

Sofrada Şeref Bey, torununun olmayışına biraz sıkılmış gibiydi. Arife Hanım abisini her zamanki gibi uyardı. Münir dayı erken saatlerinde sahilin güzelliğinden nasıl etkilendiğini Âyende’ye anlatıyordu.

.Haklısınız dayı. Arif’le bizim de tercihimiz genelde o saatler. Bir sabah siz de katılabilir misiniz Esin Hanım? Arif’le bir ağacımız var. Altında yaralı bir kedi münasebetiyle tanışmıştık. Sahile her gittiğimizde muhakkak oradaki bankta otururuz. Burayı tabii ki çok iyi biliyorsunuz. Fakat insan yıllar sonra her şeyi daha farklı görebiliyor. Ayrıca Arif’ten resim yeteneğinizi öğrendim. Katıldığınız yarışmalardan söz etti. Aklıma şu geldi. Bir saat sonra Orlando’yla bana gelseniz. İlgilendiğim bir konuyu resme dökmek istiyorum da… Sizinle o konu hakkında konuşsak… 

Orlando bu davetin yeni bir adım olduğuna emindi. Eşine sormadan heyecanla atıldı:

.İyi olur. Esin’in duyguları resme dökmek konusunda inanın muazzam bir yeteneği var. Bir ara resim kursuna katılmak istedi; ama olmadı. Resim yapmak eşimde yetenekten de ileri bir duygu. Bunu içine gömmesini istemiyorum. Hatta resim yaparak güç kazanacağını da hissediyorum. 

.O zaman şöyle yapalım. Ben evdeyim. İlgilendiğim konunun üzerinde biraz çalışmam gerekiyor. Siz ne zaman isterseniz o zaman gelin. 

Neyse Esin sesini çıkarmamıştı. Fakat halinde bir tedirginlik vardı. Evdekilerden müsaade isteyerek onu bahçeye çıkardı. Arkadaki küçük sebze bahçesinden sivri biber topladılar. Sokağa çıkıp baştan sona bir gidip geldiler. Eşinin yorulduğunu fark etti.

.Bugünlük bu kadar yeter. Sahilde biraz üşümüşüm. Biraz uyusam iyi olacak. Sen ne zaman istersen o zaman gideriz Âyende’ye. Herhalde terasta otururuz.

Saate baktı. Orlando nerdeyse bir saate yakın uyuyordu. Aynada yüzünü seyretti. Rengi hoşuna gitmedi. Ellerinin titremesi geçmemişti. Cam önünde oturdu. Oturup düşünmekten de korkuyordu. Gidip eşini uyandırdı. Birazdan yıllar önce terk ettiği mekânı görecekti. Bu dubleks dairede ailece oturuyorlardı. Aileden ayrıldığında Arif küçüktü. Daha sonra da çatı katının Arif için düzenlendiğini duymuştu. 

Kapı, giriş, salon… Eşinin ellerini sımsıkı tuttu. Neyse ki doğrudan terasa çıktılar. Terasın kenarındaki masaya oturdular. Mis gibi deniz kokusu. Bu kokuyu özlemişti. Ciğerlerine çekti. Ağaçlar hayli büyümüş, önlerinde birkaç yüksek bina yapılmıştı. Yine de deniz bütün güzelliğiyle karşısındaydı. Yıllar sonra bu terasta olmak. Anne ve babasının kavgalarından kaçtığı yerdi burası. Ruhun tadı kaçtığında hiçbir şey güzel gelmiyordu insana. 

Eyvah! Kafası yine karışmaya başlamıştı. “Yaşadığın bu duygulardan kaçamazsın. Gayret, dayan.” dedi kendi kendine. Aileye yeni girmesine rağmen kardeşçe davranan Âyende’ye ve eşine baktı. Her birinden güç aldığını hissetti. Konuşmadan bir müddet etrafı dinlediler. Neden sonra eşi “Benim programımda kitap okumak var. Terasın ucundaki gölgelikli salıncakta oturacağım.” diyerek gitti. Âyende ise içerden bir sürü çizim kalemleri, eskiz kağıtları getirerek masaya koydu. Bu güzel insanların kendisi için nasıl uğraştıkları o kadar belliydi ki. Onları daha fazla üzmemeli, kendine gelmeliydi. İçinden gelmese de şu an olumlu bir şeyler söyleyebilseydi… Neden sonra adeta fısıldar gibi “İyi ki gelmişim. İyi ki davet etmişsiniz. Sizlerin arasında düzeleceğimi hissediyorum. İyi ki varsınız.” diyebildi.

.Ben de aynı şeyi sizler için söylemeliyim. İyi ki Arif karşıma çıktı. İyi ki sizler varsınız. Merak etmeyin! Güzel günlerin gelmesi imkânsız değil. Sadece sabır, gayret ve güven. Şimdi sizden bir şey isteyeceğim. Bu kağıtları da onun için getirdim. Benim için kuşlar çizebilir misiniz? Bir konuda kullanmak için kafamda bir projem var da… Acele etmeyin. Sadece resmini yapacağınız dört kuş seçin. İkisi çevrenizde gördüğünüz kuşlardan olsun. Diğer ikisi de çevrenizde görmediğiniz; ama bildiğiniz kuşlardan olsun. 

Seçtiğim konu hayat, insan ve arayışla ilgili. Neden kuş diyeceksiniz? Kuş uçan bir varlık ve uçmak ruha özgürlüğünü hissettiren en tesirli şey. Ayrıca kuşların mekânı gökler. Göklerse bilinmeyeni aramak duygusunu tetikleyen bir âlem. Bu sebeple kuşlar hem hayatı hem de arayış içindeki insanı temsil ediyor.

Bir gün Yelda ablam şunları demişti bana: “Her varlığın yaradılışında temel olan bir özellik var. Ve o varlık onun için yaratılmış. Mesela kuşlar uçmak için. Onlara en yaraşan şey gökyüzünde özgürce kanat açmaları. Ama bizler ne yazık ki onları kafeslere koyarak doğalarına müdahale ediyoruz. Biz insanlar da sevmek, anlaşılmak için yaratıldık. Bu sebeple gözümüzle tanışmak, kulağımızla kaynaşmak, burnumuzla ve tenimizle sezmek ve dilimizle paylaşmak yaraşır bizlere. Bunlara müdahale edilirse aynı kuş gibi kafese konulmuş hissederiz. Ve göğe açılan kanatlarımız kafesin tellerinde kıvrım kıvrım bükülür. Bu sebeple insanı sevmek ve anlamak kuşu göklere azade etmek kadar güzel bir şeydir.” 

Kuşları seçerken bu azadeliği; özgürlüğü de düşünün olur mu? Sizi biraz yalnız bırakacağım. Eşiniz burada. Dediğim gibi hiç acele etmeyin. Bugün çizmeniz şart değil. Aklınıza bir şey gelmezse zorlamayın kendinizi. Sadece etrafı dinleyin. Uyumak isterseniz uyuyun. Geçen gün Şeref babam şu köşede uyumuştu. Arif’in en sevdiği yer. Bugün, sadece sizin gününüz. Ne isterseniz onu yapın. Şimdi olmazsa bir saat sonra olur. O da olmazsa yarın veya başka gün. Önemli olan konuyla içten bütünleşebilmek.

Âyende’nin sözleriyle rahatladı. İçinde garip bir hal hissetti. Kanepeye uzandı. Az sonra eşinin üzerini örtmesiyle iyice gevşedi. Sanki görmediği başka şeyler vardı çevresinde. Bir şırıltı. Yavaş akan su sesi. Yakınlarda havuz gibi bir şey olmalıydı. Geldiğindeki gergin haliyle görememişti demek. Ve bir başka şey daha vardı. Hafif çalan müzik. Etkileyici, ruhunu okşar gibi. Gözlerini açmak istemedi. Kendisi için hazırlanmış bu sürpriz güzelliklere dalıverdi. Gözlerinin önünde kuş siluetleri belirdi. İçlerinden dört tane seçecekti. Ancak düşünmek; hatta hayal etmek bile ağırdı şu an. Müziğin rahatlatıcı etkisi ve su sesi öylesine baskın geldi ki kuşlar geldikleri gibi gittiler. 

Neden sonra gözlerini açtı. Ne kadar uyumuştu acaba? Yine aynı su sesi ve müzik. Yattığı yerden doğruldu. Eşine baktı. Kitaba iyice dalmış. Âyende masada herhalde kendi konusu üzerinde çalışıyordu. Uykunun bir şifa olduğunu düşündü. Buraya geldiğinden beri aldığı uyku haplarının sayısı azalmıştı. İtalya’da geçen uykusuz günleri ve geceleri hatırladı. O günlerin izini zihninden atmak için bir anda kalkarak eşinin yanına gitti. Bir müddet iki çocuk gibi sallandılar. O akşam yatarken baş ağrısı için kullandığı hapı da almadı. 

Bu teras keyfi bir haftadan fazla tekrarlandı. Tabii her seferinde Âyende telefon ederek davet ediyordu. Başlarda Orlando’yla birlikteydiler. Daha sonra yalnız gelmek istedi. Yine akan su sesi ve hafif müzik. Masanın üzerinde devamlı kağıt ve kalem bulunuyor; ama “çizer misin?” teklifi yapılmıyordu. Yaptığı tek şey gözlerini kapamak ve hiçbir şey düşünmeden sadece hissettiği âleme dalmak, uyumak. Her seferinde onu geren içindeki tellerden sanki biri kopuyor gibiydi. Sonra bir rahatlama. Ve uyandığında kalbinde hissettiği farklı bir tat. Nasıl bir iksir vardı su sesinde ve müzikte? Kulağından girer girmez onun rüzgârıyla ruhu bedenini dolaşıyor, adeta değdiği yere can veriyordu. Nasıl oluyordu bunlar? Anlayamıyordu. Anlatılana göre Âyende de bu halleri yaşamıştı. Orlando Arif’ten bunları nakledince işin doğrusu pek inanmamıştı. Sırf eşi kırılmasın diye gelmeyi kabul etmişti. Arif doğru söylüyordu demek. O zaman uyurken CD’den dinlenilen şeylerin etkilemesi de gerçekti. 

Son zamanlarda burada yaşadıkları, bugüne kadar bildiklerinden çok başka bir âlemin olduğunun deliliydi. Daha önce kimsenin değinmediği, sorularla dolu ve aklının aciz kaldığı bir âlem. İnsan bilmediğinden korkarmış. Kapalı kapının ardında ne olduğunu görmediği için tedirgin olur; kapıyı çalmak istemezmiş. Zamanın kapısını çalmak ise aramak olmalıydı. Hayatı boyunca hangi kapıları çaldığını düşündü. Riske girilmeyen, çoğunluğun çaldığı kapılar. Babasının kapısını da çalmamıştı. Geçen gün Orlando’yla konuşmalarından sonra hata ettiğini anladı. Bundan böyle başka bir hataya düşmemek için güvendiği insanın işaret ettiği kapıyı çalacaktı. Kararını verdi. Evet Bugün çalacaktı o kapıyı. Terasa çıkar çıkmaz Âyende’nin elini tuttu.

.Âyende! Bundan böyle sana böyle hitap edeceğim. Bugüne kadar benim için yaptıklarını eşimin dışında kimse yapmadı. Sanırım işlerini de benim için erteledin. Seninle ortak noktalarımız var. İkimizin de mutsuz çocukluğu ve gençliği. Aileden uzak kalmak için yurt dışına çıkmamız ve İtalya’yı seçmemiz. Düşünsek belki daha çok benzerlikler çıkabilir. Demek istediğim; bizi yakınlaştıran bir şeyler var. 

Bugün yanımda oturur musun? Belki dizine başımı koyup uyuyabilirim. Aynı senin bir zamanlar ablanın dizine başını koyduğun gibi.

***


1. Daru’l ferah: Sevinç Köşkü.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply