Sokak II / Haneler – Bölüm 8

1

Münir Dayı

Buraya geleli neredeyse bir ay olacaktı. Çok sevdiği yeğeninin onca ısrarına rağmen ancak iki gün kalabildiği bu yerde şimdi ne yaşamıştı da kimsenin alamadığı özgürlüğü elinden alınıvermişti?  

Onca yaşanılanlar ve geçirilen yetmiş küsur senelik bir ömür… Ömür denilen şey zamanın tam bir metni gibiydi. Bir girişi vardı, bir gelişmesi ve bir de sonucu. “Hikâyeyi yazan kalem benim iradem.” diye düşündü. Burada kalmaya karar veren benim. Yaşadığım saatler de kurduğum cümlelerim. Doğru cümleler, yanlış cümleler, tam cümleler, anlaşılmayan eksik cümleler. O cümlelerle bir başkasıyla irtibat kuruyorum. Öyleyse her dakika bir kelime, her an da bir hece oluyor. Bu durumda ben anı ne kadar doğru niyetle yaşayabiliyorsam saatleri de o kadar doğru değerlendirebiliyorum. 

Güzel bir benzetme yaptığını düşündü. Öyle ya… Burada bu kadar uzun kalmasının sebebi, yaşanılan anların doğru değerlendirilmesi değil miydi? Şeref’in sıkıntılı, sallantıda olan durumu bir çocuğun gelmesiyle bir anda durulmuş, bedenine bir anda can gelmişti. Adeta bir sihir gibi…  Bu hayırlı değişime katkıda bulunabilmek için biraz daha kalması doğru olacaktı. Yani misafirliği, burada güzel geçen günler için uzatmıyordu. Yuva kurmamıştı. Daha doğrusu engellenmişti. O günleri hatırlamak istemedi. Şu anda önemli olan, burada heceyi doğru okuyabilmiş olmasıydı. Ve bu sebeple de kalbinde cümleyi doğru kurabilmişti. Bu kararına sevindi. 

Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Odasında üstündekileri değiştirdi. “Kocaman adamsın. Dede olan birinin bile dayısısın. Kendine gel.” diye payladı kendini. “Her şeyde hayır var.”ı herkese öğreten sen değil misin? Bak burada bir ailen var. Noksan taraflarını birbirlerinde tamamlayan, sımsıkı kenetlenmiş bir aile.” 

.Dayı! Ben Arife. Arif geldi, kahve içeceğiz. Hadi gel, seni bekliyoruz.

İçi ısınıverdi. Evet, onun sımsıkı kenetlenmiş bir ailesi vardı. Yanlarına gittiğinde Arif’in sözlerinden geceki konunun devam ettiğini anladı. 

.Konuştuğum dostlarım fakülteden arkadaşlarım. İstanbul’un eski görgülü ailelerinden. Onları okulun kantininde tanımıştım. Ortamın mozaiğine uymayan yapıları dikkat çekiyordu. Onlar da bunun farkındaydı. İlk başta bir köşede yalnız kalmışlar gibi geldi gözüme. Fakat dikkatli bakınca elit olmanın havasını gördüm yüzlerinde. Tabii bu hal, en sinirlendiğim şey. İçimde bir öfke belirdi. Ve bu his bir gün okulun koridorunda patlayıverdi. Yanımdan geçerken biri omuzuma çarpmıştı. Baktım. O elitlerden biri. O an kendimden beklemediğim bir şey yaptım. Nahoş bir sözle yakasına yapıştım. Neyse… Başka bir gün de -hava yağışlıydı- kendimi yağmurdan koruyayım derken elimdeki kitapları düşürdüm. O anda birisi yerden kitapları toplamaya başladı. Baktım, o elitlerden diğeri. Yani biriyle açılan mesafeyi, diğeri kapatıverdi. Kısacası arkadaş olduk. Onlar beni, ben onları tanıdıkça ilişkilerimiz dostluğa dönüştü. Aileleri arasındaki bağ çok eskilere dayanıyormuş. Çocukluk yılları beraber geçmiş. Zaman geçtikçe onlarda şunu fark ettim. Tavırlarındaki enaniyet esasında bir alışkanlıktı. Daha doğrusu ailelerin onlara giydirdiği bir kıyafetti. Ve onlar bunun farkında değildiler. Benim mesafeli davranışım; ama gerektiğinde gösterdiğim içtenlik, benimsediğim değerler hoşlarına gitti. 

Bir gün onlara şöyle dedim:

“İkinizin de halinden başta hoşlanmamıştım. Ama kader buna müsaade etmedi ve üst üste yaşanan iki olayla arkadaş olduk. Gün geçtikçe sizin hakkınızda ne kadar yanıldığımı anladım. Bu bir ön yargıydı. İyi tanımadan birini yaftalamak çok çirkin. Şimdi size bir teklifim var. Yarın iyi tanıdığınızı sandığınız İstanbul’un bilmediğiniz yönlerini göstermek istiyorum. Yalnız bir şartla. Rahat giyineceksiniz. Çünkü araba olmayacak. Dolmuşa bineceğiz. Sokaklarda yürüyeceğiz. Bazı yerleri ziyaret edeceğiz. Kırlık yerlerde oturup sandviç yiyeceğiz. Tamam mı?”

Kabul ettiler. Ertesi gün onlarla bambaşka bir İstanbul’a doğru geziye çıktık. Eski sokakları gösterdim. Eski külliyeleri gezdirdim. O yerler hakkında bildiklerimi anlattım. Arada sırada uğradığım, çaylarını içtiğim has amcalarımla tanıştırdım. Sade; ama içten ikramlar ve sözlerdeki yürek yoğunluğu çok hoşlarına gitti. Gün boyunca onları izledim, tahlil ettim. Temiz çocuklardı. Ancak bulundukları ortamın içlerinde oluşturduğu tortulardan kurtulamıyorlardı. Günün sonunda ayrılırken haşat olmuş hallerine rağmen, çok memnun olduklarını söylediler. Bu gezilerin tekrarlanmasını istediler. Ancak iki kez tekrarlayabildik. Kız arkadaşlarının, eğlencenin cazibesi daha ağır bastı. Zaten mezun olduktan sonra da görüşmelerimiz seyrekleşmişti. Kendi çevrelerinden birileriyle evlendiler. Düğünlerine gittim. İş hayatı, başarı, seyahatler derken irtibatımız yavaş yavaş kesildi. 

Sonra -dediğim gibi- alkol batağına girdiklerini duydum. Birkaç kez uzaktan izledim onları. Yardım edebilir miydim? Manzara kötüydü. Beni dinlemeleri mümkün değildi. Yine de seyrek de olsa takıldıkları yerlere gidip haberlerini alıyordum. Çocuklukları beraber geçmiş iki insanın bu trajediyi de birlikte yaşamaları düşündürücüydü. 

Neyse… Ben aklımıza gelen çözümü anlattığımda doğru düşündüğümüzü söylediler. Ellerinden gelen desteği de göstereceklerini belirttiler. Her şeyi denedikten sonra bir yakının tavsiyesiyle Âyende’nin anlattığına benzer yardım görmüşler. Zorlamayan, yargılamayan, utandırmayan bir tutumla ayağa kalkabilmişler. Birinin eşi hiç beklenmedik bir fedakârlıkla gece, gündüz bıkmadan yanında kalarak kendisine destek olmuş. Fakat diğerinin eşi terk etmiş ve ayrılmışlar. O da annesinin nasıl emek verdiğini anlattı. Ben de geceki konuşmaların ne kadar isabetli olduğuna karar verdim ve beklemeden telefon ettim.

Onları dinlerken şunu fark ettim: Zor zamanlar insanın gerçek karakterini ortaya çıkaran turnusol kağıdına benziyor. Asitle temas ettiğinde kırmızı, bazla temas ettiğinde mavi renk verdiği gibi sıkıntılarla temas ettiğinde de bize esas rengini veriyor. 

.Çok doğru yeğenim. Çekilen sıkıntıların, belaların ayrıştırıcı bir özelliği var. Özde gerçek altın varsa ortaya çıkartıyor. Teneke ise faydası yok. Arkadaşlarının durumu buna örnek. İkisi de iyi çocuklar. Ayrıca birinde eş, diğerinde anne altın gibi. Ve terk eden eş ise teneke.

.Ama dayı! Esin teneke olamaz, değil mi? Bak Mete’ye! Nasıl yetiştirilmiş? Önceden sandığım gibi olsaydı….

.Tamam abi… Yine kendinden geçme! Korkutma bizi. Her zaman söylüyorum sana. Sabır. Bekleyeceğiz. Bak… hastalığına sabrettin, sana edilen çirkin muamelelere sabrettin. Ne oldu? Doğru kararla bize geldin. Sonra? Bitmeyeceğini sandığın uzun karanlık geceden sonra odana güneş yansımadı mı? Bak torununa! Böyle aydınlığa sahip olabileceğini düşünebilir miydin? Hem de hiç beklemediğin birinden. 

.Arife doğru söylüyor Şeref. Onun için sabretmeye gayret et. Çünkü kendinden geldiğini sandığın sabır gücü de sana veriliyor.1 Yani işin hakikati, “Ben sabrettim de oldu bunlar.” değildir. Sen sadece niyet edecek, nasıl davranacağına karar vereceksin. 

.Acaba ne zaman arayacaklar dersin dayı? Ha… Arif… Sence ne zaman ararlar?

.Arife! Mümtaz Beyleri bir arasan. Müsaitseler kahve içmeye gidelim. Yoksa evde bu halde zaman geçmek bilmeyecek. Hem Mümtaz Bey dopdolu bir zat ise onunla sohbet etmek bize iyi gelecek. Hele adı Nur muydu? Âlem bir kadınmış. O evin halini merak ediyorum. Bir de onlara sık sık bir adamın girip çıktığını görüyorum. Aileden biri mi? Mübarek, Osmanlı cengaverlerine benziyor. 

.Anladım dayı. Saçları kıvırcık ve uzun değil mi? O bey aileden değil; ama Maide teyzemin sevgili oğullarından biri. Enis Bey. Bu aileye yakın olabilmek için yanımızdaki apartmandan bir daire aldı. Şimdi onun düzeniyle uğraşıyor. Bu sebeple hep burada. Onun hayatını bir dinleseniz…  Arkadaşlarımın yaşadıkları, bizim yaşadıklarımız inanın onunkilerin yanında gölge kalır.

Gerçekten iyi gelecek ziyarete gitmeniz. Bilhassa babama. Benim yapmam gereken acil işlerim var. Size katılamayacağım. Belki Âyende gelebilir. Geç vakitlere kadar yazıyla uğraştı. Onun için sabah uyandırmadım. Erkenden kalkıp yürüyüşe çıktım. Ve tabii en sevdiğim şeyi yaptım. Sıcak simit aldım. Banklarda oturup karabatakları ve martıları seyrettim. Tabii simitlerin yarısını da onlarla paylaştım.

.Kuşlara simit mi verdin dayı?

.Mete… Hoş geldin torunum. Karnının ağrısı geçti mi? Gel yanıma.

.Evet, Mete. Çok zevkli biliyor musun? Seninle de gidelim bir sabah. Ama erken kalkman gerekecek. Yoksa sıcak simit bulamayız. Tabii dedenden izin alabilirsek… 

.Alırız… Alırız. Hem ben de gelirim. Maide Hanım’ın sevgili oğulları derken?… Kaç tane oğlu var bu hanımın Arif? 

.Maide teyzem de farklı bir insan. Bir psikolog. Çalışmamış; fakat sözleriyle şifa verir. İsmiyle müsemma bir hanımefendi. Aynı ismi gibi bir sofra. Üzerindeki aş bitmez. Sofraya oturanın hem aklını hem kalbini doyurur. Enis Bey bu sofranın gıdasıyla şifa buldu. Onun için bir kere oturan, hep oturmak ister. Ben de oturmayı çok seviyorum. Bu sevgili oğullar genellikle Yalın Bey’in arkadaşları. Maide teyzem dertli bir insan. Uzun hikâye, sonra anlatırım. Ancak şunu söyleyebilirim. Gençliğinde evini terk eden oğlu Yalın Bey, nerdeyse 30 yıl sonra dönüş yaptı. Bu öyle bir dönüş ki? Şimdi geçmiş yılların acısını ailesine unutturabilmek için gecesini, gündüzüne katarak koşturuyor, her şeyini hayra adıyor. Ve Maide Hanım’ın sevgili oğulları dediğimiz arkadaşlarıyla gerçekleştiriyor bunları.

.Dayı! Ariflerin yemeğe davetli oldukları akşam Müşfik dede diye bir zattan bahsetmiştim ya. Hepsi de bu zatın hikmetli sözlerinden şifa alarak yaşam çizgilerini değiştirmiş kişiler. Yalın Bey bu zatın vefatından sonra köyünde onun adına bir okul yaptırmak istiyor. Kendisi gibi dededen nasiplenen arkadaşları da bu işe destek çıkıyor. Hep birlikte gerekli işlemleri yürütmek için oraya gitmişlerdi. Döndüler mi, bilmiyorum. 

.Ne mutlu onlara. Demek özlerinde halis niyet taşıyorlarmış ki karşılarına böyle bir zat çıkmış. Bizler ruhumuz ile insanız. Anne, baba, kardeşlerle bağımız toprağa dayanır. Manevî anne, baba, kardeş olanlara bağ ise ruha dayanır. Bu bağ bazen diğerinden daha kuvvetli oluyor. Böyle bir ailenin yakınınızda olması büyük şans. Her sokağa böyle bir hazine lazım. Ama nerde… 

Arife hemen arasan Mümtaz Beyleri?

.Tamam dayı. Yalnız ben gelemeyeceğim. Yapılacak işlerim var. Şimdi Âyende’yi de arayacağım. O da müsaitse beraber gidersiniz. 

Bu pırıl pırıl bir güneşin altında sokağın sakinleri -ağaçlar, çimenler, duvarın üstünde keyfeden birkaç kedi- hepsi sıcaktan sırtları ısınan bir insan gibi keyifle yaşama uzanmışlar, alabildiğine mutluydular. Tam bahçe kapısına geldiklerinde Osmanlı cengaverine benzeyen adamla karşılaştılar. Belli ki acelesi vardı. Sadece belli belirsiz bir tebessümle yanlarından geçti. Nur Hanım evin kapısında bekliyordu. Gerçekten âlem bir kadın mıydı? Âlemler içinde bir âlemse muhakkak kendine has bir dünyası olmalıydı. 

Salona girer girmez ilk önce hayli büyük olan kütüphane ve duvardaki hat yazıları gözüne takıldı. Elinde olmadan doğrudan onlara yöneldi. Kitapların kendine çeken sihirli cezbesini burada da hissetmişti. 

.Siz de belli ki kitap dostlarındansınız beyefendi. Ne zaman sizin gibi birine rastlasam öyle haz duyuyorum ki? Hoş geldiniz, şeref verdiniz.

Mümtaz Bey’in bu sözleriyle durumunun farkına vardı. Daha oturmadan kitaplara olan bu yaklaşımından utanır gibi oldu. Ama bu samimi sözlerle kitaba merakın özel bir şey olduğunu bir kez daha kabul etti. Konular konuyu açtı, doyurucu, kibar, hatırnaz cümleler ferahlattı. Görgünün kokusu her yanı sarmaya başladı. 

Şeref Bey halinden memnun; evdeki tedirgin bekleyişi unutmuş gibiydi. Mete’yi ise Nur Hanım bahçeye çıkarmıştı. Yaradan bir kapıyı kapıyorsa başka bir kapıyı; hatta kapıları açıyordu insana. Medyadan neler, neler duyuluyor ve güven gittikçe azalıyordu. Fakat şaşılacak şey; bir bakıyordunuz karşınıza böyle güzel insanlar çıkmış. Nereden çıkıyordu bu insanlar? Nerede yetişmişlerdi? Nerede, nasıl korunmuşlardı? Anlatılsa, abartılıyor zannedilirdi; ama öyleydi. Münir dayı, karşısındaki yaşı ilerlemiş bu zarif iki insanı dinlerken onlardaki üslubun az kişide görülen bir hayat anlayışının yansıması olduğunu düşündü. O an Necip Fazıl’ın bir sözü geldi aklına.

.Daldınız beyefendi.

.Evet, haklısınız bir an aklım gerilere gitti. Sanki zaman ve mekân boyut değiştirdi gibi geldi de.

.Doğrudur Münir Bey. İnsan kendi ruhunun yankısını aldığı ruhlarla karşılaştığında böyle hislere kapılabiliyor. Çünkü kalbinde bir başka âlemin oluştuğunu hissediyor.

.Bu oluşmaya için için, usul usul demlenme denir. Sadece çay demlenmez. Beklenilen her şey demi gerektirir. İç âlemimizde demlenen nefesler, nefesimizde demlenen sözler, zamanın sırrında demlenen günler ve nasiplerimizde demlenen ömürlerimiz. Yani kalbimizde zaman demlenir, mekân demlenir, eşya demlenir. Etrafımızda mercan renginde bir âlem oluşur gibi hissederiz. Mercan rengi, günün başını ve sonunu anlamlandıran bir renktir. Başında sabahın kızıllığı sarar ufku. Günün sonunda ise ruhun gaybe olan hasreti, akşamın hüznü sarar.

.Ne güzel tarif ettiniz hanımefendi. Arif haklıymış sizi anlatırken. Biraz evvel daldınız dediğinizde Necip Fazıl’ın Piyer Loti’yi büyüleyen eski İstanbul Beyefendi ve Hanımefendisi ile ilgili yazısını düşünüyordum.

.Evet. O yazıyı bilirim. Gerçekten eski İstanbullular çok başkaydı. Bu evde çocukluğumda yaşananları hatırlıyorum da… Müsaade edin. Kitaplıktan alayım. Şeref Bey yardım ederseniz memnun olurum. Kitap üst rafta da… 

Eveet. Bu kitap. Şimdi yerini bulurum. Evet, buldum. Münir Bey siz okur musunuz? İlk ve son iki paragrafı:

Eski İstanbul Beyefendi ve Hanımefendisi gerçekten çarpıcı bir keyfiyet sahibiydi ve bu keyfiyet, kendi medeniyetinden bıkkın (Piyer Loti)yi büyülemişti. Bugün bu keyfiyet, kemiyetten yana bunca eksildikten sonra, o güzelim renkleri, çizgileri, sesleri ve edâları, edepleri yeni nesillere anlatabilmek, eşyanın dördüncü buudundan bahsetmek gibi bir şey oluyor.

Yahya Kemal, zaman ve mekânını kaybetmiş sanatkârdan ne güzel bir örnektir; ve ‘zaman ve mekânını kaybeden bülbül nasıl yaşar?’ hikmetine ne canlı misaldir!

Boğaziçi’nde deniz üstü bir ahşap yalıdan, Erenköyü’nde eski bir paşa köşküne kadar sabık İstanbul çizgilerini 10- 15 katlı, deniz kumundan mâmul, yüzsüz apartmanlar kalabalığı içinde hüzün ve hicapla bekleşir görüyorum da, o mekânların eski sahiplerini işaretleyici mezar taşlarına âşina gözle bakıyorum.  15 Haziran 1978

Necip Fazıl Kısakürek / İstanbul’a Hasret / İstanbul Yazıları / İstanbul Efendisi

.Çok doğru. Onlardaki çizgiyi, edayı, edebi bugünkü nesle anlatabilmek, eşyanın dördüncü buudundan bahsetmek gibi bir şey olur. Bu çizgiyi, edayı sizlerde de hissettim. O güzelim renkleri burada da gördüm. Onun için sizi anlata anlata bitiremeyen Arif haklıymış dedim.

.Estağfurullah efendim. Arif oğlum, bizi çok sever de…

.Öyle… öyle… Gençliğimde bizim oralarda -az da olsa- size benzer aileler vardı. Ama şimdi? Ne öyle aile kaldı ne de öylelerinin kıymetini bilen. Biraz ruhtan, güzellikten, sanattan bahsedecek olsam yanımdan uzaklaşıyorlar. Hatta gördüklerimden esinlenerek yazdıklarımı paylaşmaya kalksam çevremdeki çoğu kişinin küçümseyici ifadesiyle karşılaşıyorum. Dünyada önemli meseleler varken uğraştığın şeye bak der gibi.

.Sizi anlayacak olanlar muhakkak vardır Münir Bey. Ve hep de olacaktır. Ancak onlar bu anlam fukaralığını bildiklerinden ne yazık ki, kendilerini kendilerine saklıyorlar. 

.Haklısınız hanımefendi. Bir gün buna benzer bir konuda bir arkadaşla dertleşiyordum. Onun evindeydik. Arkadaş güzel saz çalar ve türkü söyler. Hiç bir şey söylemedi. Kalktı, sazını getirip çalmaya başladı. Daha önce duymadığım bir türkü. Bir dörtlüğünü, etkilediği için yazmıştım defterime. Ne zaman bu tip konularda canım sıkılsa tekrarlarım içimden: 

Ayıplarım gönül seni,
Hal bilmeze hal sorarsın.
Yanında bülbül dururken,
Kargalardan gül sorarsın.

.Karganın ne olduğunu biliyorsun ve bile bile gülü hâlâ ondan soruyorsun. Ya gözün kördür; bülbülü görmüyorsun. Ya kalbin kördür; gülü anlamamışsın. Böylesine ne demeli?

Kapının eşiğinde duran Nur Hanım’ın gür sesiyle Şeref Bey bir anda afalladı. Münir dayı ise gülümsedi. Çünkü böyle sahnelerin yaşandığını Arif’ten duymuştu. 

.Gel benim derviş kızım! Hepimiz zaman zaman böyle durumlara düşmez miyiz? İnsanız, dertleşmek ihtiyacımız. Dök bakalım içini. Ne zamandır bu sesi duymuyorduk. Dök de Yunus’un, senin güzel gönlünle katılsın sohbetimize. 

Kalpten kalbe yol vardır, böyle demişler erler,
Her gönülden gönüle rast doğru yol değil mi? 

Karga ile bülbülü bir kafese koysalar,
Birbiri sohbetinden dayim melül değil mi? 

Öyle ki karga diler bülbülden ayrılmayı,
Bülbülün de gönlünde maksudu bu değil mi?

Gönül, karşısında ne kadar kendine benzeyeni görürse, o kadar sever ve ona kapılarını açar. Doğru yol budur.  Çünkü erenler böyle der. Onlar kalpten kalbe yollar döşeyenin, kalbin Gerçek Sahibi olduğunu bilirler. Bunun tam tersi olsa… Gönül bir muhatap bulamasa, dilinden anlayamayana, ruhunu görmek istemeyene ne anlatacak? Onun yaşadığı sadece ruhî ıstıraptır. Bülbül kargayla aynı kafeste kalsa… Halini kim düşünür? Bu beraberlik onu sıkacak ve boynu hep bükük olacak. Her kuş kendi türüyle birlikte uçar. Her yaradılış, karakter kendine benzeriyle mutlu olur. Bülbülü biz severiz, gül sever. Ama bir de kargaya sorun. O da bülbülle beraber olmayı istemez. 

.Allah razı olsun. Nasıl özlemişim böyle ortamı. Değil mi Şeref? 

.Evet dayı. Ben de özlemişim. Yalnız Mete’yi merak ettim.

.Merak etmeyin. Salih’in kızlarıyla beraber bahçeden topladıklarımızı yıkıyorlar. Başlarında anneleri var. Bunu söylemek için gelmiştim; ama konuştuklarınızı duyunca katılmadan edemedim. Benim de karakterim, uçma tarzım bu. Bir de şeyi söyleyecektim… Âyende Hanım aradı. Gelemeyecekmiş.

.Âyende kızım yazısını getirir diye düşünüyordum; ama neyse… İyi ki böylesin derviş kızım. Değil mi Maide?

.Çok şükür Mümtaz Bey. Dediğim gibi Münir Bey, toprağa gül fidanı diken pek kalmadı. Gül yoksa bülbül neden gelsin? Kalpte hikmet olmazsa dil ne yapsın? Kalbin sınırları nurdan olmalı, kalın çizgilerden değil. Hele dikenli tellerden hiç değil. Halbuki çoğu insan bu dikenlerle çevirmiş. Öyle olmasa bu kadar kanatır mı dokunduğumuz her şey? Çok şükür ki bizler birbirimizi anlıyoruz.

.Dede….! Bak sana ne getirdim. Gelincik’le, Kardelen’le bahçeden topladık. Aynı Arife halanın bahçesi gibi. Ama çok daha büyük. Bir de kuyu var. Korkma! Üstü kapalı. Çıkrığı süslü. Hepsi çok güzel dede. Hadi gel. Sen de gör.

.Tamam oğlum. Ben de gelirim; ama biraz sonra olur mu?

.Evet Mete, biraz sonra. Bak şimdi hep birlikte çay içeceğiz. Menekşe teyzen sana çok güzel şeyler hazırladı. Kızlar da gelecek.

“Zerreden güneşe kadar her canlı, içinde tuttuğu bir enerjiye sahip.” diye düşündü. Ne zaman ki o kabuk açılır, enerji dışarı çıkar, güneşte olduğu gibi başka canlılara can olurdu. Kalpler de böyleydi. Bir açılmaya görsün başka kalplere can oluyordu. Canda olan ise dilden dile dolaşır. Gözleri güldürür, kulakları mest ederdi. Şu anda Şeref’in yüzünde gördüğü can buydu. 

Çaylar geldi. Lezzete lezzet katıldı. Mete mi daha mutluydu; yoksa onu seyreden dedesi mi? Münir Bey birkaç saat öncesinin kaygılarını düşündü. Yeğeninin telaşını. Şu anda yaşananla karşılaştırdı. Neydi sihir? Kimdeydi sihirli değnek? Eğer evdeki o haller yaşanmasa buradaki hal yaşanır mıydı? Belki de ruh, sıkıntının açlığında kıvrandığı için uygun sofra bulduğunda bu kadar lezzet alıyordu. Ne olursa olsun anlayabilene varlık âleminde her şey güzeldi. 

Maide Hanım, oğlunun ve arkadaşlarının yaptığı işlerden bahsetti. Dün hepsi buradaymış. Yapılacak okul için gerekli işlemler bitmiş. Yakında tekrar gideceklermiş. Münir Bey kapıda karşılaştıkları cengaver yapılı adamı sordu. 

.Ah… efendim… O benim acılı oğlum. Yeri bende ayrıdır. Haklısınız, cengaver yapılı, kocaman bir adamdır. Sert görünür; lakin içi öyle başkadır ki…  

Karşısındaki kadıncağızın biraz evvel gülen gözleri bir anda doluvermişti. Sorduğuna soracağına bin pişman oldu. Şeref’in tedirginliği yine depreşmiş gibiydi. Ve müsaade isteyerek kalktılar. Bu güzel sohbetin devamını dilediler. Mete’nin neşesine diyecek yoktu. 

.Dede. Benim karnım doydu. Yemek yemezsem büyük hala üzülür mü?

.Bizim de doydu; ama yemek saatine daha var. O zamana kadar acıkırız, merak etme… Sevdin onları değil mi? Ben de sevdim. Yine gideriz. Kızlarla sahile yürüyüşe de çıkarız. 

.Maide Hanım’ın gözlerinin dolması kafama takıldı Şeref. Neşelenen kadını bir anda üzdüm. Ne diye sorarsın be adam! Üstüne vazife mi?

.Yanlış düşünüyorsun dayı. Bu dediğin hal, üzülmeden ziyade şefkatin tezahürü. Bizde de aynısı olmaz mı?  

Kapının ziline dokunmadan kapı açılıverdi birden. 

.O… Beyler. Bakıyorum keyfiniz yerinde maşallah. Tahminimden fazla kaldınız. Nerdeyse telefon edecektim. Mete! Gözler ışıl ışıl. Neler yaptınız bakalım? Elindeki poşette neler var? O… biber, domates, taze soğan… Bizim küçük bahçemizdekiler yeterli gelmedi galiba.

.Öyle konuşma Arife! Çocuk ona takıldığını anlamaz, gerçek sanırsa üzülür. 

Mete bir anda durdu. Sanki donmuş gibiydi. Havayı birkaç kez soludu. Sonra dedesine baktı. 

.Dede! Burası annem kokuyor. Annem gelmiş. Anne! Annecim! Nerdesin? 

***


1. ‘Sen sabret; sabır göstermen de Allah’ın ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma.’ Nahl /127
Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. “Gönül, karşısında ne kadar kendine benzeyeni görürse, o kadar sever ve ona kapılarını açar” ne derin sözler…
    Gönülün amaci bu degilmi ? Kendi yansımasını bulmak ?
    Gönül nedir , hep bu soruyu sordum. Gönül kalpte oluşan duyguların kaynağı ise, nerden geliyor o duygular ? Sanki cevabını’ da buldum… Burada Ruha acilan kapı kalp/gönül olmasin? Yani gönüle gelenler Ruhun sesi olmasın ? Yani Ruh kendi benzerini, yansımasını aramakta

Leave A Reply