Sokak II / Haneler – Bölüm 5

0

Küçük Adam

Saat 11’e yaklaşmış. Güneşin aydınlığı sabahın erken saatlerinden ne kadar farklı? Gün yükseldikçe ışıkları çevreyi daha da sarıyor. Sonra inişe doğru aydınlık azalarak gölgeler çoğalıyor. Bir bakıyoruz; güneş kayboluvermiş, karanlıkta kalıvermişiz. Görülen, bu. Ancak hakikati başka. Çünkü sabah doğan da aynı güneştir, akşam batan da. Akşam olduğunda güneşe “Sabah olduğun kadar güzel değilsin.” diyebilir miyim? Hayır diyemem. O zaman böyle dediğimde ne kadar saçmalarsam yaş dönemlerine göre ömre değer biçtiğimde de o kadar saçmalamış olurum. 

Birkaç gün önce Münir dayısı hayatın safhalarının aynı güneşe benzediğinden bahsetmişti. Adını hatırlayamadığı bir psikiyatrist1 ömür için böyle bir benzetme kullanmış. Mesela güneşin gökyüzünde en yüksek noktasına ulaştığı öğle vakti, orta yaşı belirliyormuş. Ufukta batmaya yaklaştığı safha ise yaşlılığı. En çok da “Güneş’in her devrinin güzel oluşu.” düşüncesine bayılmıştı. “Bu güzelliği yansıtmak ve olduğumuz şey olmak; çocuksak çocuk, ergensek ergen, gençsek genç, yaşlıysak yaşlı…”

Akşamın az sonra karanlığa dönüşecek kızıl rengi, odayı iyice sarmaya başlamış. Perdeleri iyice iki yana çekti. Bu manzaraya tutkundu adeta. Eğer evdeyse -nerede olursa olsun- hemen buraya kaçar ve gün batımının bahçedeki çimlerde ve ağaç dallarında titreşen aksini seyrederdi. Perdeleri çekerken birden ellerine takıldı gözleri. Daha önce olmayan damarlar belirmişti üzerlerinde. Babasının ellerinde de bu damarlar çoktu ve ayrıca lekeler vardı. Canım babam diye iç geçirdi. Herkesten fazla sevdiği ve yakın olduğu babası. Annesi otoriter bir kadındı. Babasına olduğu gibi yaklaşamazdı ona. Yıllar ne çabuk geçiyordu. Konya’daki hayatı. Çok güzel geçen çocukluğu. Daha sonra ergenlik hali. İstanbul’a gelişleri. Burada evlenişi ve kısa süren evliliği.

Gerçekler… Gerçekler… Çimlerde ve dallarda her gün güneşin ayrı tonu yavaş yavaş karanlığa nasıl karışıyorsa bedenindeki ışık da aynı güneş gibi yavaş yavaş batmaya başlıyordu işte. Ellili yaşlar gerilerde kaldı, diye düşündü. Adeta “Kendini olduğu gibi kabul etme.” gerçeğinin eşiğinden geçiyordu. Demek ki insan altmışa gelince anlıyormuş bu gerçeği. “Ben başarırım” iddiası, “Neden başaramadım?” esefleri sadece komik yanılgılarmış. Onun yaşındaki herkes de acaba böyle mi düşünüyordu? Emin değildi. Çünkü hayatı değerlendirme anlayışı toplumdaki çoğunluktan çok farklıydı.

Peki neden mesafenin gittikçe daralması ve değişen görüntümüz, bizi bu denli etkiliyor? Ellerinin üzerindeki damarlar, ilerde oluşacak lekeler… Halbuki dayısının söylediği gibi, her dönemin dermanı bizde vardı ve bu derman her an ruh âlemimizde hazırdı. Sadece orada olduğunu bilmemiz ve elimizi ona uzatmamız gerekiyordu. Galiba bu âlemi tanımadığımız, hayatın ve ölümün hakikatini bilemediğimiz için aynaya bakmak istemiyorduk. Ve maalesef bu sebeple de yaşamanın tadını alamıyorduk.

Dayısı üç haftadır yanlarında kalıyordu. İki günden fazla kalamayan biri için bu durum, muazzam bir değişiklikti. Aynı abisinde olduğu gibi. Neydi bunun sebebi? Aileye yeni katılan bir çocuk. Mete. Hem de ne çocuk? Sanki küçük bir adam. Hiç böylesini tanımamıştı. Yüzü aynı yeni doğmuş bebek gibi. Ama sözleri, soruları çok başkaydı. İşte bu sorulardı dayısını bağlayan. Hiç tahmin edilmedik bir dostluk oluşmuştu aralarında. 79 ve 8 yaş. Arada tam 71 sene. 

Kızıllık iyice eteğini çekmiş. Perdeleri kapattı. Işığı yaktı. Hiçbir şeye bakmadan Mesnevilerden notlar aldığı defterini çıkardı. Kalemini yanına koydu. Akşamın içine attığı tohumları kağıda dökmek istedi. Not almanın dışında denemediği bir şeydi duygularını kağıda dökmek. Bu konuda da onu heveslendiren yine Münir dayısıydı. Bu gelişinde çok farklı şeyler yaşanıyordu. Çok güzel, çok anlamlı saatler… Kalemi aldı eline. Hemen yazmazsa unutabilirdi. “Ben de dayım gibi oldum.” diye düşündü. Onun “Yaşamın anlamını kalemin ucunda arıyorum.” dediği gibi.” Kendisi de arayabilir miydi? Yaşamın, bir duygunun ve düşüncenin ucunda anlamı aramak olduğunu idrak ettiğinden beri zamana ve olaylara farklı bakmaya başlamıştı.

.Arife! Arife….

Abisinin seslenmesiyle odadan çıktı. Dayısı bahçeye gelmesini istiyormuş. Nasıl olsa akşam yemeğini Nazlı hazırlayacaktı. İşi yoktu. Bahçenin ağaç olmayan yerinde çimlerin üzerine dayısıyla Mete yan yana sırtüstü uzanmış, gökyüzünü seyrediyordu. Yakında elektrik lambası olmadığı için gökyüzü çok net görünüyordu. Onlara bir şey demeden hızla geri döndü, kalın bir şilte alarak yanlarına gitti. Farklı yaştaki bu iki çocuğa gülümseyerek baktı:

.Kalkın bakalım. Şu şilteyi serelim. Ben şilte olmadan yere oturamam. Hele abim hiç oturamaz. 

Dördü yan yana. Arif’le Âyende bu akşam yemek davetine gitmeseydiler -hiç kaçınılmaz- altılı yan yana olurdu. Ne güzel bir manzara!… İçimizde var olan masumiyetin, içtenliğin, sadeliğin ortaya çıkması için yanımızda illaki bir çocuğun mu olması gerekiyordu?  

.Dayı! Bu gökyüzünde parlayan yıldızlar neye benziyor biliyor musunuz?

.Neye benziyor Mete?

.Geçen gün toprağa attığınız tohum dediğiniz şeylere.

.Nerden aklına geldi şimdi bu, benim akıllı oğlum?

.Onları toprağa atarken çok sevinçliydiniz ve içinizden bir şeyler söylüyordunuz? Şimdi de aynı şeyi yapıyorsunuz. Onlara bakarken yüzünüz gülüyor ve yine bir şeyler söylüyorsunuz.

.Toprağa attığım tohumlar gün gelip yeşerecek, evimize gıda olacaklar. Yaptığım çok güzel bir şey. Onun için sevinçliydim ve Allah’a toprak ve tohum verdi diye teşekkür ediyordum. Şimdi de başka güzel bir şey yapıyoruz. Gökyüzünü seyrediyoruz. Gökyüzünden gelen yağmur, güneş gibi nimetleri verdiği için yine Allah’a teşekkür ediyorum.

.Dede…  Yıldızların olduğu yer, aynı bu bahçeye benzemiyor mu?

.Senin ne güzel benzetmelerin var böyle? Nasıl çıkardın bu benzetmeleri?

.Bir gün annem, ‘Şu gördüğün denizi neye benzetiyorsun?” diye sormuştu bana. O gün annemle çok değişik şeylere benzettik denizi. Bir başka gün de bulutları gösterdi. Annem iyiyken böyle oyunlar oynardık. 

.İyi o zaman… Şimdi de bizimle oyna. Annen gibi şimdi ben de sorumu soruyorum: Gökyüzü bahçeye benziyorsa ve yıldızlar da tohuma, o zaman gökyüzündeki bahçede ne yetişecek?

.Ben de bir soru soracağım o zaman? O bahçenin sahibi kim? 

.Babam sık sık “Tanrım! Yerin göğün Sahibi Sensin.” derdi. Gökteki bahçenin Sahibi, Tanrı. Şimdi yıldızları atıyor bahçeye. Yarın da güneşin ışıkları doğacak her yerden.

.Beni şaşırtıyorsun Mete. Kim demiş “Çocuktur; anlamaz.” diye? Peki yaptığımız şeyler de buna benzemiyor mu? Neleri yıldızlar gibi atıyor ve sabah da güneşin ışıklarını görüyoruz? 

.Biraz düşüneyim. Dayı. Biraz yardım eder misiniz? Neler yaptık ki biz?

.Geçen gün Kardelenler’e gittiğimizde onların ninesinin elinden tutup yürümesine yardım etmiştin. Sokakta susuz kalmış kediye su vermiştin. Ayrıca Gelincik ağladığında ne yapmıştın? Hatırladın mı?

.Evet. Üzülme, demiştim ve yanaklarından öpmüştüm. Sonra da cebimdeki şekerleri vermiştim.

.Yani… Kaç insanı memnun etmiştin. O zaman insanın kalbini bahçeye benzetirsek ne olur? İyi insan olma tohumlarını kalbe ekmiş olursun. Şimdi düşün bakalım akıllı oğlum. Bu bahçede sence neler yetişecek?

Biraz düşündü. Sonra dedesine baktı. 

.Bir tanesi yetişti. İçimden isteyip size demeye utandığım bir şey vardı. Ben söylemeden dedem alıp getirdi.

.Alış veriş merkezinde gördüğümüz boyama setini mi?

.Evet. Bir de yanında boyama tahtası ve kitaplar… Siz mi söylediniz dedeme?

.Hayır. Ama o gün neler yaptığımızdan söz etmiştim. Peki, neden benden istemedin? 

.Utandım da… Peki, eğer güzel şeyler değil de ya kötü şeyler yaparsam?

.Şimdi ben toprağa tohumlar atsam, sonra da yanlış ve zararlı şeyler attığımı fark etsem. Ne yaparım?

.Onları hemen toplarsınız.

.Aferin. Bunun gibi sen de yaptığından pişman olur, sonra da özür diler ve yapmayacağına söz verirsen yapmamış gibi olursun. 

.Haydi bakalım… Nazlı bizi yemeğe çağırıyor. Bu güzel muhabbete sofrada devam edelim.

Şeref Bey, bir ara ayağa kalkarak banyoya gitti. Gözyaşlarını onlara göstermek istemiyordu. Hem yaşadığı bu güzel ortam yüreğini coşturuyor hem de geçirdiği boş ve soğuk günlerin pişmanlığı içini acıtıyordu. İnsanın insanla gönülden kaynaştığı bu sihirli atmosferi, çoğu insan neden yaşayamıyordu? Çok mu zordu böyle bir ortamı oluşturmak? Halbuki sofradakilerin de başından neler geçmişti. Kendi hayatı malum. Arife, eşini çok genç yaşta kaybetmiş, yaralı bir kadın. Dayısı hiç evlenmemiş, yalnız bir adam. Nazlı ise ömrünü başkalarına adamış biri. Hele küçük Mete ne yapsın? Ailesi çok uzaklarda. Annesi hasta, babası annesine bakabilmek için onu hiç tanımadığı akrabalarına bırakmış. 

Huzurun kaynağı, insanı insanca karşılamak olmalıydı. Çünkü iç âleminde çok şeyin kendine böyle davranıldığı için gün geçtikçe değiştiğini fark ediyordu. Ruhunu sıkan karmaşalar yavaş yavaş dengelenmiş, adını veremediği; ama bütün duyularıyla hissettiği bir lezzeti gün geçtikçe daha fazla alır olmuştu. Yüzünü yıkadı. 

.Arife. Keşke yıldızları seyrederken yanımızda Arifler de olsaydı. Biliyor musun? Gelin hanımı çok beğendim. Hem buralı gibi hem buralı değil sanki. Yetiştiği, bulunduğu ortamlar belli… Ama hali, konuşması farklı. Geçen gün Mümtaz Bey’in hediye ettiği hattan bahsetmişti. Yazının anlamıyla ilgili bir yazı yazması gerekiyormuş. Ben de müsait bir zamanda o konu hakkında sohbet edelim demiştim. O an gözündeki parıltıyı görecektiniz. Yaşlı bir adamın hediye ettiği hat yazısı hakkında yine yaşlı bir adam onunla sohbet edecek. Kaç genç bu teklifi böyle karşılayabilir? Dille söyleseydi hadi kibarlığından konuştu diyeceğim. Ama o gözler… O gözler asla yalan söylemez. 

.Gözler neden yalan söylemez dayı? 

.Evet… Börekler soğumasın… Sohbetimize sonra devam edelim beyler…

.Arifler nereye davet edilmişti Arife? Çok sitayişle söz ediyordun. Bizim gitmememiz ayıp olmamıştır inşallah.

.Hayır dayıcım. Olmaz. Ben gerekeni söyledim. Merak etme! Âyende’nin İtalya’da tanıdığı ve sonra kendisini abla kabul ettiği Yelda Hanım’ a gittiler. Yelda Hanım’ın Alman arkadaşı gelmiş. Âyende’nin o hanımı çok sevdiğini bildiği için böyle bir davet düzenlemiş. Misafir, Yunus Emre ve Mevlâna aşığı. Yelda Hanım Mesnevilerle ilgimizi bildiği için bizi de çağırmıştı. O da değişik bir kadın. Yılanı bile sevecek kadar varlığa aşık. Ayrıca çok okuyan, dolu biri. 

.Allah… Allah… Böyle kadınlar da var mı çevrenizde? 

.Olmaz olur mu abi? Böyle çok tanıdığım var benim. Ha… Aklıma gelmişken söyleyeyim: Yalın Bey’in yengesi Pervin Hanım’ın, ölen eşi Ahmet Bey adına yaptıracağı dispanserin temeli atılmış. Geçen gün size Müşfik Dede diye bir zattan bahsetmiştim ya… Yalın Bey de dedenin köyünde onun adına bir okul yaptıracakmış. Harun Bey ve iki arkadaşı da bu işe destek çıkmışlar. Şimdi gerekli işlemleri yürütmek için oraya gitmişler. Bu dediklerim dedenin hikmetli sözlerinden şifa alarak yaşam çizgilerini değiştiren kişiler. Ve bu tipler -bilirsin- genellikle ortalıkta pek olmak istemezler.

.Desene insanlık ölmemiş. Hey Allah’ım! Ne insanlar varmış meğer. Şaşırdım. Ortada görünme yarışına girenlerin arasında yaşaya yaşaya bu tip olaylara, insanlara uzak kalmışım. Ayrıca haklısın. Yılanı bile sevecek kadar varlığa aşık ve çok okuyan, dopdolu birileri olacak elbet. Ancak okumak için sakin köşeler, varlığı sevmek içinse doğal ortamlar lazım. Ne şaşaa var ne abartı… Oysa neleri gördü bu gözler? Ruhundan haberi olmayan bir bedenin hezeyanlarını, saçmalıklarını düşündükçe midem bulanıyor. 

.Bulanacak elbet! Yanlış gözlük takanın -gün gelecek- başı da dönecek, başı da ağrıyacak.

.Dayı! Biz abimle birlikte karar verdik. Bu konudan artık hiç söz açmıyoruz.

.Neden Arife? Doğruyu bulmak için bazen yanlış anıların kapıları ibret için açılmalı değil mi? Tabii kendimizi tekrar yanlışa kaptırmadan. Nasıl bir dönemde yaşadığımızın farkındayız. O zaman takacağımız gözlüğe de dikkat edeceğiz. Yanlışsa kullanmayacağız. 

.Dayı. Sizin gözünüz bozuk değil ki… Dedemin gözü de bozuk değil.

.Canım oğlum… Biraz evvel yıldızları tohuma, gökyüzünü bahçeye benzetmiştik ya… Gözlük de buna benzer bir benzetme. Bazı insanlar -ne yazık ki- istediğimiz gibi olamıyor. Bizi üzüyorlar. Yanlış davranışlarıyla zarar verebiliyorlar. Yani toprağa zararlı tohumlar atıyorlar. “Bu hallerden korunmak için arkadaşlarımızı seçerken dikkat etmeliyiz.” demek istedim. Yani etrafı bulanık gösteren yanlış numaralı gözlük takmamalıyız. Bu anlamda bir benzetme…

Tatlılar da yenildikten sonra çay faslı için koltuklara geçildi. Önce yıldızların seyri, sonra yemeğin lezzeti derken muhabbet ortamının etkisiyle de herkes oturduğu yerde gevşeyiverdi. Hatta Mete’nin gözleri kapanmaya başlamıştı bile. Şeref Bey bu hali görünce hemen davranıp onu yatmaya götürdü. Mete’nin uykusu, kalkması, banyosu… Her şeyiyle sadece kendisi ilgileniyordu.

Ve çaylar geldi… Sükûnetin derinliğinde ruhlar konuşurken dile hacet yoktu. İşin en güzel tarafı kimse “Sen neden konuşmuyorsun?” diye soru sormuyordu. Olduğu gibi davranmak ve önyargısız güvenin özgürlüğü ne kadar rahatlatıcıydı…

Birden telefon sesiyle sükûnet bozuluverdi. Arayan Orlando. Oğlunun sesini özlemiş. Uyuduğu söylendi. Esin hakkında nedense pek konuşmak istememiş. 

.Ne oldu Arife burkulmuş gibisin? 

.Bir şey yok abi. Orlando’nun sesi bir tuhaftı da. 

Telefondan sonra yine kimseden ses çıkmadı. Bu seferki bir başka türlü sessizlikti. Orlando neden Esin hakkında konuşmaktan kaçınmıştı ki? Neden sonra Arife dayısına dönerek sessizliği bozdu:

.Dayı. Siz bize Mesnevi’den ne güzel beyitler söylerdiniz. Şimdi de söyleseniz.

Yeğeninin düşündüğü gibi bu kederli havanın dağılması için bir şeyler söylemeliydi. Çünkü Şeref’in halini beğenmemişti. Konuşmaktan kaçınma olayı, belli ki onu hayli endişeye düşürmüştü. Kızıyla aralarında ne geçerse geçsin o, bir babaydı.

.Orlando’nun neden konuşmadığının sebebini bilmiyoruz. Belki de endişelerimiz yersizdir. Ama ne olursa olsun ortada bir sıkıntı var. Geçmesi için dua edeceğiz. Çünkü sıkıntıyı veren devasını da verir inşallah. Mevlâna der ki:

Nerede dert varsa deva oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.
Müşkül neredeyse cevap oradadır, gemi neredeyse su orada! Suyu az ara, susuzluğu elde et de sular yukardan da coşsun, aşağıdan da fışkırsın!

Mevlâna / Mesnevi / Cilt. 3 / 3210

Çünkü her derdin bize gösterdiği tek hakikat, bizim ne kadar yoksun ve çaresiz olduğumuz. İyi zamanda şımaran nefislerimizin suspus olduğu, kibir maskelerimizin düştüğü gerçekler bunlar. Ve esas önemli nokta da şu: Başımıza gelen olayda ne kadar aciz olduğumuz gerçeği karşısında nasıl davranacağız? Elimizden bir şey gelmediği için bunalıma mı gireceğiz? Yoksa gerçek “Kudret Sığınağı”nı idrak edip O’na mı yöneleceğiz? 

İdrak edenin hali, susuz birinin su kaynağını bütün duyularıyla araması gibidir. Peki… Susuz suyu arar da su susuza kucağını açmaz mı? İşte bu ihtiyaç, iki ucu birbirine yaklaştırır. Dünyada çekilen dertlerin gerçek sebebi, yaratılanın Yaradan’ı tanıması ve O’nu hakkıyla bilebilmesi. Bu sebeple her dert doğru idrak edilirse nice devayı mıknatıs gibi kendine çeker. Çünkü “deva hazinesinin Sahibi”nde kim bilir ne çareler vardır?

Şeref! Sen de kendine gel. Daha yeni bu yoldan geçmedin mi? Yolu tanıdın, sığınağı buldun; ama yol yorgunusun. Dikkat et kendine! Sonra atlatamazsın. 

Ortamdaki hava değişince müsaade isteyip herkes odasına çekildi. Şeref Bey ise hiç konuşmadan kalktı. Odanın ışığını yakmadı. Mete uyanabilirdi. Üzerindekileri çıkarmadan yatağına uzanıverdi:

Ah!… Hayat. Yolunda tökezlerken önce en olmadık bir dertle ışığı buldurdun bana. Şimdi ise… “İki dertli birbirini iyi anlar abi.” derken ne doğru söylemiş Arife. Çekilen acılar sezgiyi güçlendirirmiş. Sezdikçe insan halden anlıyormuş. Anlayan farklı bakıyor, farklı hissediyor, bağışlayıcı oluyormuş. Bütün bunların hepsini sırayla yaşattın bana. İnsanlığın ölmediğini; bilakis dirilttiğini gösterdin. Sonra yine sarstın. Kızımın yerine hiç ummadığım birini çıkardın karşıma. Sonra Mete’yle ömrüme ömür kattın. “Hayat eşit Mete.” gibi bir hali yaşıyorken…. İyi de nedir şimdi bu?

Bir anda içinden bir şeylerin çekildiğini hissetti. Sanki içinde örülü bir şey sökülüyordu. Biri ipliğin ucunu çekiyor da damarları çekiliyor gibi. Sevgi ve kan bağı herhalde en sağlam ipti. Kopmuyordu. Çünkü bağlanışında garip sırlar vardı. Hiç tanımadığı biri birden hayatında en değerli şey olabiliyordu. Yüzünü bile görmek istemediği biri yüzünden içi titreyebiliyordu. Bedenini sürükler gibi yatağa yaklaştı. Öylece attı kendini. Tavana baktı. Az önce yan yana uzanıp birlikte yıldızları nasıl seyrettiklerini düşündü. Sonra da sofradaki huzuru. Şimdi ise? Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Ama Mete uyanabilirdi. İki hafta önce Arife’den torunu için yatak istemişti. Onun bakımıyla sadece kendi ilgilenmeli, onun soluklarını kendi dinlemeliydi. 

Aniden bir kramp girdi midesine. Soluklanmak için odada sessizce birkaç kez dolandı. Mete ne kadar kalabilirdi yanında? İtalya’da durumlar düzelince mutlaka babası gelip alacaktı onu. İlk defa düşünüyordu bu ihtimali. İhtimal değil, kendisi için bir kaostu. O zaman kızının hastalığı Mete’nin yanında kalmasına sebepti. Bir anda kendine geldi. Neler düşünüyordu? Biri için diğerini gözden çıkarmak… Elleriyle yüzünü kapattı. Neler oluyordu? Aklı karıştı birden. Midesi bulanmaya başladı. “Allah’ım ben ne diyorum kendi kendime? Nasıl bir insanım ben? Yardım et, ne olur?” O anda Konya’da dayısıyla birlikte kıldığı namazlar ve yan yana ettikleri dualar geldi aklına. Didim’de de -ara sıra da olsa- karısına haber vermeden tanıdıklardan uzak yerlerdeki camilere giderdi. Midesindeki sancı yavaş yavaş hafifledi. Yerinden kalktı. Banyoya giderek abdest aldı. Arife’nin kapısından ışık sızıyordu. Kapıyı tıklattı. Ondan seccade istedi. Kardeşinin seccadeyi verirken gözlerindeki yaşları görmezlikten gelerek hızla yanından uzaklaştı.

Işığı yakmadı. Perdeyi açtı. Ay ışığının ve sokak lambalarının aydınlığı yeterdi. O zaman ortam uhrevî bir havaya bürünüyordu. Seccadeyi serdi. Rahmetli babasının seccadesi. Mis gibi gül kokulu hatıralar yayıldı odaya. Dizleri titriyordu. Yutkundu. Derinden bir soluk aldı. Almasıyla hıçkırması bir oldu. Akışı engellenen bir suyun önü açıldığında aniden fışkırması gibi bir coşmaydı bu. 

Benim yolculuğum Rabbime. Ve aldığım koku da O’nun rahmetinin kokusu. Yol alırken kime, neyin kokusuna doğru aktığımızı bilirsek hiçbir karışıklık bizi zorlamaz. Şimdi biz o rahmete sığınacağız abi.

Geçenlerde Arife’nin dediği bu sözlerle yüreği daha bir kabardı. Mete’nin uyuduğunu; her şeyi unutuverdi. Kendine hakim olamıyordu. Dualar zor dökülüyordu dilinden. Fakat kalbi? Onun dili çözüldükçe çözüldü.

.Dede!… Dedeciğim! Ağlıyor musunuz? Ne oldu?

Bacaklarında ellerini hissetti. Namazı bozamazdı. Devam etti. Daha sonra küçük kollar sırtına sarıldı. Bu şefkat, onu daha da coşturdu. Selâm vermesine az kalmıştı. Ensesine konulan bir öpücükle arkasını döndü ve bu küçük adama olanca sevgisiyle sarıldı. 

.Dedeciğim. Babamın telefonda söylediklerine mi üzüldünüz? Ben dayımla sizin konuştuklarınızı duydum. Odaya girişinizi de duydum. Uyumuyordum. Ama üzülürsünüz diye sesimi çıkarmadım. Evde de sesimi çıkarmıyordum.

.Neden oğlum? Ne sebeple?

.Annemle babam hep kavga ediyorlar. Daha önce etmezlerdi. Babam değil, hep annem bağırıyor. Bazen masada duvarda ne varsa yere atıp kırıyor. Babam ise hep susuyor. Sadece buraya gelmeden önce “Kendine gel! Matteo’yu düşün!” diye bağırdı. Sonra birbirlerine sarılıp ikisi de ağlamaya başladı. Sonra da annem “Üzülme! Bırakacağım bu zehiri.” dedi. Ama o zehir neydi, bilmiyorum. Sadece babamın birkaç defa çöpe şişe dolu poşet attığı gördüm.

.Mete! Hep benimle kalmak ister misin?

Bir şey demedi. Sadece o yıldız gözleriyle baktı dedesine. Sonra yüzü dalgalandı. Bulutlar örttü yıldızları. Ne evet ne hayır dedi. Sonra kalktı ayağa. Yatağına yattı. 

Ah! Bencil, kafasız adam… Zaten yaralı, hassas bir çocuk. Nasıl böyle bir ikilemde bırakırsın? Küçücük sırta yüklediğin ne büyük bir yüktür bu? Rahatladın mı şimdi? Hep aynı, düşünmeden davranan, aceleci Şeref. Tuhhh… senin adamlığına, dedeliğine.

Şimdi gidip sarılamazdı ona. Kozasına kapanmış duygulara zarar vermek istemiyordu. Saate baktı. Bu saatte dayısının yatmadığını biliyordu. Ona akıl danışmalıydı. Tahmin ettiği gibi uyanıktı. Her zamanki gibi kitap okuyordu. Her zamanki gibi sehpada kahve fincanı vardı. 

Dayısı “Bu vakitler kendilerini uyanık zannedenlerin uyudukları, uyudukları zannedilenlerin ise gerçekten uyandıkları saatler.” derdi hep. 

.Gel bakalım Şeref Efendi! Belli, sıkıntın geçmemiş. Sofrada telefon olayından sonra zorlandığını biliyorum. Biraz dertleşelim. Arife’ye de haber ver. Daha uyumamıştır. Üçümüze de sütlü kahve pişirsin. Karşılıklı biraz da sabırdan, şükürden konuşalım.

***


1. Psikiyatrist Carl Jung
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply