Altın çağ ne zaman sona erdi, bilen yok.
Ustureler ezelden beri karamsar: şairler ezelden beri ümitsiz. Tevrat da, Upanişatlar gibi korkunç kehanetlerle dolu. Mazide tufan, istikbalde kıyamet. Ve dünya bir gözyaşı vadisi, bir vehim, bir rüya.
Cemil Meriç
Ateşböceklerinin Mezarı (Hotaru no Haka).(1) gelmiş geçmiş en hüzünlü ve en yürek parçalayıcı anime olarak kabul edilir. Güzelliğinin şiddeti ve mesajının güçlülüğünden ötürü ikinci defa izlenmesi son derece zordur. Hassas insanlar bırakın ikinci defa izlemeyi hatırladıklarında dahi rahat nefes alamazlar. İzledikten sonra insanın geri kalan hayatında silinmez duygusal bir iz bırakan bu anime Japon animasyon stüdyosu Ghibli’nin en sembolik ve ikonik filmlerinden biridir. Milyonlarca seyirciye gözyaşı döktüren filmin hikayesi aynı isimli yarı otobiyografik romandan uyarlanmıştır. Bu romanın yazarı Akiyuki Nosaka, kız kardeşi Keiko’yu 1945’te savaş zamanı Japonya’sında yetersiz beslenmeden kaybetmiştir. Kız kardeşini koruyamadığı için ölümünden kendisini sorumlu tutan Nosaka, onun ruhuyla barışabilmek için bu romanı yazmıştır. Roman bir animeye uyarlanmasına rağmen, geçmişe dönüp bakmaya dayanamadığı için hiç izlememiş ve orijinal eserini de yeniden okuyamamıştır.
Hayao Miyazaki 1988’de “Komşum Totoro”yu çekerken, Isao Takahata aynı sene tamamen zıt temalara ve karakterlere sahip olan ve pek çok kişi tarafından Studio Ghibli’nin en acımasız çizgi filmi kabul edilen “Ateş Böceklerinin Mezarı”nı çekti. Arkadaşı Miyazaki’nin tarzından açıkça uzaklaşarak hayatı süslemeksizin tüm gerçekliği ile açığa çıkardı. “Ateşböceklerinin Mezarı”, savaş nedeniyle çok erken büyümeye zorlanan iki çocuğun güzel ve trajik bir hikayesidir.
Disney evreninden uzak olan bu anime şok edici bir monologla başlar:
21 Eylül 1945 gecesi öldüm.
.
Film eleştirmeni Ernest Rister animeyi en etkili savaş karşıtı filmlerden biri olarak değerlendirir ve “Schindler’in Listesi” ile karşılaştırır. Diğer bir eleştirmen Roger Ebert ise filmi tüm zamanların en duygu yüklü ve yansıtıcı filmlerinden biri olarak tanımlar. Ancak bu anime de Spielberg’in vatanseverliği, yarım saatlik Normandiya Çıkarması ve savaşı kimin kazandığına dair hiçbir tartışma gösterilmez. Takahata, savaşın dayattığı zor koşullarla baş edemeyen iki yalnız kardeşi ve kendi insanlarını koruyamayan bir toplumu anlatarak, savaş karşıtı mesajın ötesine geçip bambaşka bir mesaj verir: Seita ve dört yaşındaki kız kardeşi için toplumun umarsızlığı, düşman saldırılarından daha acı vericidir. Çocuklar sadece bombalar altında değil, yiyecek ve bakım eksikliğinden, diğer insanların ilgisizliğinden de ölür. Savaş sadece insan hayatını almakla kalmaz. Aynı zamanda en güzel insani değerler olan sevgi, şefkat, empati ve fedakarlığı da yok eder.
Ruhun en ince tellerine dokunan bu anime seyirciler tarafından dahi en iyi savaş karşıtı animasyon olarak kabul edilse de yönetmeni Isao Takahato bu görüşü ret eder. Bir açıklamasında “hiçbir şekilde savaş karşıtı bir animasyon, ya da insanları ağlatan, savaş kurbanlarının trajik bir hikayesi değil” der. Gerçekten de film savaşı eleştirmez. Savaşın nerede ve ne zaman gerçekleştiği ve hangi ülkenin politikacısının başlattığını önemsemez..(2) Bizi savaşın kötü olduğuna dair ikna etmeye çalışmaz. Savaşın barbarlıklarını da göstermez. İki ülke arasında biri iyi diğeri kötü düalitesine girip taraf tutmaz. Öyleyse bu animeyi bu kadar keskin savaş karşıtı ve etkileyici kılan şey ne?
Sadece iki çocuk.
Sadelikle ve duyguyla dolu iki kardeşin hikayesi. Bu iki kardeşin etrafında her yer savaşla yıkılsa da büyük kardeş Seita küçük kız kardeşinin gülümsemesi için her şeyi yapar. Tasasız bir hayat yaşamak için kirlenmemiş doğada izole olmayı tercih eder. Setsuko’nun çocuksu ruhunu korumak, onu savaşın şiddetinden ve yetişkinlerden uzak tutmak için gereken tüm acılara katlanır. İleride gelecek felaketten olduğu kadar, gökyüzünde parıldayan ateş bombalarından, yaklaşan açlıktan ve annesinin öldüğü bilgisinden uzak tutmaya çalışır. Onu iyi bir ruh halinde tutmak için ona küçük hediyeler bulur. Çocukluk bir efsundur. Bir tılsımdır. Dünyanın trajedisinin üzerine örtülmüş bir perdedir. Bazen de savaşın dehşetini görmemenin bir yoludur. Savaş nedeniyle acı çeken ama kimseden nefret etmesini bilmemenin erdemidir. Bildiğini, bilmemesi gereken küçük kız kardeşinden saklamaktır. O gelecek ve acıtacak olanın sadece birazcık önündedir. Hikayenin acısını arttıran da budur.
Diğer taraftan Seita ve Setsuko gerçek bir evleri ya da kendilerine bakacak birileri olmadan toplumdan dışlanırlar. Hayatın giderek artan zorluklarıyla birbiri ardına gelen talihsizlikler karşısında küçük şeylerde yaşamın neşesini bulurlar: Oyunda, doğada, gölde yansıyan gölgesinde, meyveli şekerlerle dolu küçük bir kavanozun içinde, terk edilmiş bir mağaranın karanlık ve soğukluğunda geçirdikleri geceleri aydınlatan ateşböceği sürüsünün arasında. Her ne kadar perişan olsalar ve geleceğin ne getireceğini bilmeseler de iki kardeş çocuk masumiyetini korurlar. Nehir kıyısında şakacı bir şekilde eğlenirken, sanki bu iki saf ruh arasında savaş hiç yaşanmamış gibi görünür. Hikayenin güzelliğini şiddetlendiren de budur. Kırgınlık yok. Sadece umut, güven ve birbirini koruma sevgisi var.
Seita ve Setsuko içgüdüsel bir savunma ve hayatta kalma ihtiyacı nedeniyle gerçeklikten mi kaçıyorlar, yoksa artık hiçbir şeyin onlara zarar veremeyeceği rüya diyarlarına masalsı bir iniş mi yapıyorlar? Bu sorulara bir cevabı yok. 4 yaşındaki bir kız çocuğu dünyanın zulmüyle karşı karşıya kalırsa ne olur sorusuna bir cevabı var: Bu çocuklar bir günde ihtiyar olurlar.
Yayınlanmasından 30 yıl sonra “Ateşböceklerinin Mezarı” eski posteri ile bizi üzmeye devam etti. Yayınlandığı zamanki poster Seita ve Setsuko’nun ateşböcekleriyle dolu gökyüzüne bakarken çimenlerin arasında mutlu bir şekilde gülümsediği yürek ısıtan sahneyi gösteriyordu. 6 sene önce filmin hayranları, posterin parlaklığını arttırdıklarında iki kardeşin başlarının hemen üzerinde bir Amerikan bombardıman uçağı resmini keşfettiler. Bu güzel ışık noktalarının ateşböcekleri değil, yukarıdan yağan kurşun yağmuru olduğu ortaya çıktı. Masum çocukların görüntüleri ile yaklaşan ölüm arasındaki zıtlık bir kez daha yürekleri parçaladı. Yangın bombasının ateş topu bir grup delilerin dansıysa, ateşböcekleri de o çılgınlık içinde kısa bir hayat yaşadıktan sonra ölen bireysel hayatların metaforuydu.
Takahata bir röportajında şöyle demişti: “…Filmdeki genç çocuğu o dönemin çocuğu gibi değil, çağdaş olarak tasvir etmeyi amaçladım. Zorluklara dayanamıyor. Teyzesi onu tehdit edip, ‘O zaman ayrı yiyelim’ dediğinde oldukça rahatlar. Teyzesinin ayrımcılığına katlanmaktansa kendi başlarının çaresine bakmalarının daha kolay olacağını düşünmüştür. Sonuç olarak hayatı giderek daha da zorlaşmıştır. Bu tür duygular modern çocukların sahip olduğu duygulara çok daha yakın. Bu film, bugünün çocukları bir zaman makinesiyle o zamana geri dönselerdi ne olurdu diye düşündüğüm için yapıldı.”
Herkes kendi ölüsüne ağlıyor ve kendi ateşinde yanıyor. İyilerin dağınıklığı ve kötülerin birlikteliği neticesinde her geçen dakika çocukların üzerine daha fazla acı düşüyor. Seita ve Setsuko’ya baktığımda 2018 yılında Myanmar’da 24 bin Rohingyalı’nın öldürüldüğü katliamda ağaca asılmış, belden aşağısı koparılmış (kesilmiş demiyorum) çocuk cesetlerini hatırlamadan edemiyorum. Kimselerin duymadığı, haberi olmadığı, yasları dahi tutulmayan çocukları… Ne yazık ki bu dünün gerçeği değil bugünün de gerçeği. Şu anda başka ülkelerde Seita ve Setsuko’nun yaşadığı acının aynısını, hatta daha fazlasını yaşayan çocuklar on binlerce. Yetişkinlerin kutsadığı coğrafyayı çocuk mezarlığına çevirmesi devam etmekte. Yetişkinlerin çıkardığı savaşta çocuklar ölüyorsa bu savaş değil, insanlığın mezarıdır. Ve içine düşen herkes için ölüm cezasıdır.
Filmin en karmaşık noktası ateşböcekleri umudun sonu mu yoksa ışığı mı? Bir açıdan bakıldığında umudun sonudur. Çünkü ateşböcekleri Seita ve Setsuko gibi kısa ömürlü canlılardır. Çabuk sönerler. Işıklı bir gecenin ardından iz bırakmadan kaybolur giderler. Meyveli şekerleri biter. Pirinç biter. Bu iki masum çocuğa huzur ve mutluluk verecek her şey bir anda ellerinden alınır. Umutları solar ve giderek zayıflayarak yakışmayan bir şekilde ölüme yaklaşırlar. Diğer açıdan bakıldığında: Seita ve Setsuko, savaşın zorluklarına rağmen içlerinde çocukluk ışığının parladığı küçük ateşböcekleridir.
Bu animeyi, savaşı bir bilgisayar oyunundan başka bir şey olarak görmeyen, hatta savaşın havalı olduğunu düşünen modern çağın gençlerinin izlemesi gerek. Savaş kelimesinin hortlatıldığı günümüzde yaşayan yetişkinlerin de neyi koruması gerektiğini bilmesi… Aniden savaş çıkarsa ve ülke yerle bir edilirse anne ve babasını kaybeden çocuklar nasıl yaşayacak? Yetişkinler başkalarının çocuklarına nasıl davranacak? Özellikle erzakların azaldığı ve kişinin hayatını korumanın zor olduğu bir savaş durumunda başkalarının hayatlarına dönüp bakabilecek miyiz?
Anime de bebek Setsuko’nun masum sorusu izleyicilerin zihinlerinde derin bir boşluk bırakır:
Ateşböcekleri neden bu kadar çabuk ölüyor?!
.
İyi şeyler genellikle neden bu kadar kısa ömürlüdür? Bu sadece Setsuko’nun üzüntüsü değildir. Çocuklar ölmesin diye 28 yaşında kendisini benzin dökerek yakan Aaron Bushnell’in ölmesine tanık olan her vicdanın üzüntüsüdür. Yaşamayı herkesten çok hak eden Aaron’un diri diri yanmasına şahitlik yapan herkesin… Aaron’un gerçekliği yağmur bombaları altında tökezleyerek yürüyen çocukların adımlarını aydınlatmaya devam ediyor. Ne kadar trajik olsa da Ateşböcekleri hala saf insanlığın sıcak ateşiyle parlıyor.
Ateşböcekleri umudun ışığıdır.
.
Karanlıkta parlar, sonra bir yerlerde kaybolup giderler. Ardında parlak, yol gösterici bir yanıt bırakarak:
İnsanlar arasında paylaşılan ekmek gibi bir kurtarıcı yoktur.
Antoine de Saint-Exupéry
1 Yorum
İnsanlığın yaralarını gösteren, bu yaralara nelerin çare olabileceğini hissettiren bir yazı daha. Sağ olun, var olun.
Sayın Berâ. Önceki yazınızda müzik dünyasından genç yaşta canına kıyanlara ve sevmeye, sevilmeye, güvenmeye izin vermeyen bir dünyaya değinmiştiniz. Bu yazınızda da savaş ortamında bombalar altında değil, bakım eksikliğinden ve toplumun ilgisizliğinden ölen bir çocuğu, onu korumak için çırpınan ağabeyinin acısını dile getirmişsiniz.
“Ateş Böceklerinin Mezarı”ndan çok etkilendim. Savaşın dehşeti… Ayakta kalmaya çalışan saf iki çocuk ve çok kısa olan hayatları boyunca içleri hep parlayan ateşböcekleri. Bu üçlü, hayatın her anında ve dünyanın her yerinde bizleri sarmalayan bir hakikat. Bir yerde bitmeyen bir zulüm, nice kötülük var. Bir yerde de saf bir insaniyet. Ve ikisinin arasında kalan, kısa ömürlü ümitlerimiz ve sorularımız: “Her şeye rağmen ayakta kalabilecek miyim?”
Şu cümleler çok güzel: “Çocukluk bir efsundur. Dünyanın trajedisinin üzerine örtülmüş bir perdedir. Savaş nedeniyle acı çeken ama kimseden nefret etmesini bilmemenin erdemidir.”
Dediğiniz gibi “Ne kadar trajik olsa da Ateşböcekleri hâlâ saf insanlığın sıcak ateşiyle parlayabiliyorsa” inşallah dualar, ümitler, gayretler de iyiliğin ışığı olacak. Ben buna inanıyorum. Niyetinize ve kaleminize sağlık.
Elif Kaya