Sokak II / Haneler – Bölüm 7

0

Teras 

Böyle açılabileceğini, içini dökebileceğini hayalinden bile geçiremezdi. İradenin dışında oluşan durumlardan biriydi yaşanılan. Onlara kendi hakkında söylediklerinden hiç utanmıyordu. Eşinin “Yaptığın çok büyük bir şeydi.” diyerek kendisine sarılması, ailenin kendisine bir kurtarıcıya bakar gibi bakması çok etkilemişti. Evet. Biz bir aile olduk. Hem de güzel bir aile. Bu güzelliği sürdürebilmek için daha çok şey yapabilirdi. 

Arif, bir görüşme için çok erken çıkmıştı. Az sonra Arife hala, telefon ederek kahvaltıya çağırdı. Bir saat sonra sofra hazırmış. Pencereden Arif’in arabasını görmüş olmalıydı. Ne sıcak bir kadın diye düşündü. Aynı müşfik bir anne gibi. Terasa çıktı. Bu saatlerde manzaraya doyum olmuyordu. Eşiyle bu güzelliği seyretmek alışkanlık olmuştu. Bir sabah onu çok erken bir saatte kaldırmış “Gel! Birlikte geçireceğimiz ömrümüze ömür katalım.” diyerek terasa çıkarmıştı. Bir yuvada iki akıl ve iki gönül tek nazarla hayata bakabilmeyi öğrenebilirse zaman, mekân ve varlık onlara bambaşka şeyler sunuyordu. Bereket diyordu buna eşi. Sevgide, anlayışta, huzurda bereket. 

Hiçbir işe girişmeden sadece etrafı seyretti, sabahın diriltici esintisini içine çekti. Her şey taptazeydi. Rüzgâr taptaze, günün ışıkları taptaze, yapraklar, gökyüzünde bulutlar taptazeydi. Bir an hiçbir şey düşünmedi. Sadece baktı. Sonra gözlerini kapadı. O an eşini yanında hissetti. Bu his, başka türlü bir görmeydi. Onu böylesine alıp götüren manzaradaki sihir, ruhunun bedeninden adeta çıkarak hissettiği güzelliklere karışması olabilir miydi? Sanki bedeninin ulaşamadığına ruhu ulaşıyor, sonra ona dokunuyor, sonra onu kokluyordu. Görmek istedikçe görüş, dinlemek istedikçe duyuş derinleşiyor ve duyulardan ötelere koridorlar açılıyordu. Alabildiğine hayal kurabilmek… Ve şu an o koridorlarda böyle bir hayalî geziye çıkabilirdi. Neden olmasın? Üst dallarını görebildiği şu ağaç, kim bilir kaç senelikti? Ne zaman baksa yaprakların arasında birkaç kumru görüyordu. 

Hayallerin kapısını açtı. Koridorda yürümeye başladı. Ağaca “Tohumunu kim dikti, kim suladı seni bunca yıldır? diye soracak olsa ne cevap verirdi acaba? Merakından sordu: “Ben bilmem bunları.” dedi ağaç. “Beni isteyen, benim ihtiyaçlarımı da verir.” Sonra kumrulardan birine sordu: “Sen mi istedin havada uçmayı? Bu kanatları, tüyleri nerden buldun?” “Ben bilmem.” dedi kumru. “Elbet benim uçmamı isteyen, vermiştir kanatlarımı.” Ağaçlar arasından görünen adalara sorsa. Terastan aşağıya baktı. Maide Hanımların duvarında keyif yapan tekire sorsa aynı cevabı mı alacaktı?

Gözüyle gördüğü, eliyle tutarak hissettiği varlıklar. Her biri bu dünyaya bir istek üzerine değişik şartlarla gönderilmiş. Ve hiç biri “Ne yapacağım? telaşında değil. Ne ağaç ne kumru ne de diğerleri… Hepsinde bir teslimiyet. Onun için onlardaki bu teslimiyet huzur veriyor, seslerini dinlemek hoşa gidiyordu. Ağaçlar, kumrular, adalar, kediler ve diğerleri…  Yelda ablası. “Varlık âleminde her tür dışardan bakıldığında birbirine benzer görünse de her birinin içinde birbirinden farklı özellikler var.” demişti. “Hayvan olarak kartalın geniş kanatları, boğanın korkutucu boynuzu, meyve olarak cevizin sert kabuğu, kirazın kırmızı topları… Ve hiçbir kartal, başka kartala, hiçbir boğa bir diğerine benzemez. Ne cevizin kabuğu diğer kabukla ne de kirazın şekli başka kirazla tıpatıp aynıdır.” Duyduğunda şaşırmış, sonra da uçsuz bucaksız sahilleri düşünmüştü. Sayısız kum taneleri. Görüntüde birbirine benzer, sıradan zerreler. Sonra onların oluşumuyla ilgili bilgiler edindi. Sıradan zerre gibi görünen kumların -mikroskopla bakıldığında- her birinin farklı mineraller taşıyan, farklı çizgilere sahip, farklı tarihlerde farklı şekilde oluşan mucizeler olduğunu öğrendi. 

Saate baktı. Aşağı inmeye 10 dakikası kalmış. Yatak odasına giderek üzerini değiştirdi. Duvardaki hat yazısına takıldı gözü. O an Mümtaz Bey’in kendisinden istediği yazı geldi aklına. Aradan hayli zaman geçmesine rağmen eline bir türlü alamamıştı. “Ayıp ettim.” diye düşündü. Ama kendisine “Sözleri bol bol düşünün, içinizden geldiği gibi yorumlayın. Sonra kağıda dökün. Aceleye getirmeyin.” denilmişti. Belki de yorumlayacağı gün, bu gündü. İçinin birden coştuğunu hissetti. 

Mümtaz Bey’e dediği gibi hat yazısını öyle bir yere asmıştı ki ona baktığında hem o güzel insandaki asaleti hem kendindeki üstü örtülü kabalığı hatırlıyordu. Evet. En uygun yer burasıydı. Arif’in dededen kalma antika çalışma masası ve iki yanında kendi anneannesinden yadigar berjerler. Hayli büyük olan odanın bir köşesini okuma yeri olarak hazırlamışlardı. İkisi de yaşanmışlığı seviyordu. Üzerlerine yaşanılmış görgünün, asaletin sindiği eşyalar… Kahvaltıdan sonra belki kendini yazmaya verebilirdi. Vazgeçebilme riskine karşı hemen yazı masasının üzerine kalem, kağıt koydu ve dışarı çıktı.

Kapıdan içeri girer girmez burnu mis gibi taze soğan ve nane kokusunu aldı. Nazlı ablasının işiydi bu. Mutfak balkonundan birkaç basamakla geniş olan arka bahçeye iniliyordu. Orada küçük bir bölüm sebzelik alan olarak değerlendirilmişti. Mevsimine göre biber, dereotu ne varsa… Dalından koparılmış taptaze domates ve biberler Münir dayının da hoşuna gitti. 

.Sebzeyi manavdan almak yerine topraktan yetiştirmek güzeldir. Benim de Konya’da böyle küçük bir bahçem var. Verdikleri tadın yanında onlarla meşguliyet başlı başına bir zevk. Çünkü kollarında büyüttüğün bebeğin gibi her anlarını bilirsin. Bu bilmeyle kalbin değişik dünyaları tanır. Onlara dokunmak ve her birinin rengi, kokusu ruhuna huzur verir. 

Tam o sırada Nazlı ablası iki elinde dolu iki tabakla içeri girdi. Getirdikleri karşısında Şeref Bey’in ve dayının şaşkın halleri görülmeye değerdi.

.Mevlâna böreği ve kaygana! Nerden aklınıza geldi bunlar? Mete! Bak oğlum. Bu ikisi de bizim çocukluğumuzun vazgeçilmezleri. 

.Panzerotti, calzone gibi mi? 

.Evet, Mete. Ama benzeyip benzemediğini yiyince öğreneceğiz. Ben de ilk defa yiyeceğim. Mete’nin sözünü ettiği Panzerotti, İtalyan böreğidir. Calzone de İtalya’nın meşhur pidesi. Ablam İtalyan böreğini çok güzel yapar. 

Sıradan bir günde basit bir kahvaltı ve gelişigüzel konuşmalar… Görüntü buydu. Ancak onu yaşayanlar için değil. Basit, gelişigüzel  denilen şey, insan ilişkilerini sağlamlaştırıyorsa hiç değildi. Bilakis bir yuvada olması gereken birlikteliği sıcak, akıcı bir sadelikle yorumlayan mükemmel bir üsluptu. Duvar yıkılır gibi kolayca yıkılan ailelerin çok olduğu bir toplumda karşısındakini yormayan, yıldırmayan, ruhu rahatlatan bir sanattı. Âyende hepsinin yüzüne hissettirmeden tek tek baktı. Hepsinde gördüğü, aynı sanattı. 

Zaman, bir goncaya ne kadar  benziyordu? Aynen vakti geldiğinde kat kat açılan, etrafa kendine has kokusunu yayan bir çiçek gibi. Şu anda da huzur kokuyordu. Her taç yaprağında yüzlerce dünya vardı ve her birinde nice hikmet. Onların açılmasını beklemek, elbet sabır işiydi. Hem de ne sabır… Acele eden ve goncayı zorla açmaya çalışan, yapraklarına zarar veriyordu. Zarar gören yapraklar ise dökülüyor ve bir anda pörsüyordu. Ama bu aile pörsümeyecekti. Bunun için de elinden geleni yapacaktı.

Masada akşamki meseleye hiç değinilmedi. Konuşulanların çoğu Konya’daki çocukluk günleriyle ilgiliydi. Bilhassa Nazlı’ya çok takıldılar. Şeref Bey sanki dünkü halini unutmuş gibiydi. Belki de torunu üzülmesin diye böyle davranıyordu. Mete’nin mutlu halini öylesine yürekten izliyordu ki! Mete, gerçekten çok güzel bir çocuktu. 

Çocukluk… Ne yaşarsak yaşayalım bir anda her şeyi unutabileceğimiz bir âlemdi. Çünkü vicdanın hiç kirlenmediği bu saflıkta bütün kanallar gökle irtibatlıydı. Kalpler onun saflığına bürünebilse, akıllar onun hayalleriyle göğe merdiven döşeyebilse kim bilir neler gerçekleşirdi? Çünkü çocuklar her zaman masallarla beslenirdi. Her masalda, ayrı bir masal ülkesi; her ülkede ayrı bir masal kahramanı vardı. Bu kahraman daima onların rol modeli olur, o kahramanla yol alırlar, onun gibi affetmeyi sever ve zalime boyun eğmezlerdi. 

Çocukluğun bu zengin dünyasını unutmayanlar, yetişkin olduklarında yol arkadaşlarını da unutmazlardı. Onların Kaf Dağı gibi idealleri vardı. Bu sebeple kendilerini ve toplumu zenginleştirecek hazinenin peşine düşer, yoldaki devlerden korkmaz, haramilerle mücadele ederlerdi. Ve sonunda onların olduğu yerde “Bu toplumda gerçekleştirilemez.” denilen çoğu şey, gerçekleşirdi.

Mete’nin sofrada annesinden, babasından söz etmemesi dikkatini çekti. Çünkü böyle durumlarda çoğu çocuk “Bizim evimizde de bunlar yapılır. Bizde de var bunlar.” derdi. Onların evlerinde nasıl kahvaltı yapılırdı? Kahvaltıyı kim hazırlardı? En çok neyi severdi? Hiçbir şey söylemedi. Bu sessiz çocuğun hali kendine benziyordu. Kendisi de annesinden, babasından hiç bahsetmezdi. Çünkü annesi bu dünyada yoktu, diğeri ise hayatında. Sırtı ürperdi birden. “Sakın ha! Gözlerin dolmasın! Bu manzarayı bozma!” diye içinden kendini azarladı. 

Münir dayı. Çok farklı bir kişilik. Keşke hep burada onlarla kalsa. Bu derin adamdan alacağı çok şey olmalıydı. Tabii ya… Neden olmasın? Daha önce neden aklına gelmemişti? Üzerinde çalışacağı hat yazısı hakkında Münir dayıyla konuşabilirdi. Evet… Bugün öğleden sonra terasta bir araya gelerek yazı hakkında sohbet edebilirlerdi. Hem herkes için de değişiklik olurdu.

.Münir dayı. Sizden bir şey isteyecektim. 

Meseleyi kendisine anlattı. Davet olumlu karşılandı. Ancak Arife halayla Nazlı bir yere gideceklermiş. Mete için küçük kuru pastalar ve tuzlu kurabiyeler almayı düşündü. Dışarı çıkıp hazır bir şeyler almalıydı. Müsaade istedi. Hattı yerinden özenle çıkardı. Bir örtüye sararak terastaki oturma köşesine bıraktı. Belki konuşulanlardan notlar alabilirdi. Kağıt ve kalem getirdi. Etrafa göz gezdirdi. Şeref Bey’i düşündü. Bu dubleks daire esasında ona aitti. Ama Didim’e gitmeden önce buranın Arif’e verilmesi için -oğlunun istememesine rağmen- gerekli işlemleri yaptırmıştı. Kim bilir ne anıları vardı burada? Bilhassa hatırlamak istemediği günler… Çünkü birkaç kez davet edilmesine rağmen nedense hep bir bahane bulmuştu. 

Hızlı bir alışverişten sonra aldıklarını tabaklara taksim ederek terastaki sehpaya koydu. Etrafı düzenledi. Arif’le ortak başka bir zevki daha vardı. Eskilerden kalma antika semaverde çay demlemek. Mete’ye muhakkak orijinal gelecekti. Arif’in yeni yaptırdığı yapay şelaleyi açtı. Şelalenin etrafını Arife halanın verdiği çiçeklerle süslemişlerdi. 

Zilin çaldığını duydu. Üç erkek misafir. Onları bir arada görmek hoşuna gidiyordu. Dayının elinde kitaplar. Şeref Bey’e baktı. Geçmişin olumsuz izlerini hatırlamanın acısı halinden çok belliydi. Terasa çıktılar. Oturduklarında Mete’nin gözleri ilkin semavere, sonra şelaleye takıldı.

.Ne güzelmiş burası! Hele bu köşe. Şeref! Bu teras hep böyle miydi? 

.Manzara, teras aynıydı da… Fakat böyle bir köşe yoktu dayı. Sanırım Âyende kızımızın zevki olmalı bu dekorda. 

.Hayır. Her şey Arif’le benim ortak zevkimiz. 

Mete’nin merakı bahanesiyle Şeref Bey semaverin yanına gitti. Aslında torununa semaveri anlatırken kendini toparlayabilmek için zaman kazanacaktı. Âyende ise çay faslına girmeden hattı hemen dayıya gösterdi. Bu şekilde Şeref Bey’i torunuyla baş başa bıraktılar. 

Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder,
Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder.

.Bu söz beni de çok etkiler. Ketencizâde Mehmet Rüştü Efendi’ye ait. Her hikmetli söz tesirlidir. Fakat nedense bu sözü her okuduğumda ferahlarım. 

.Hattı okudukça ben de içimde bir rahatlık hissediyorum. Herhalde bu tesirde kalp çok önemli. 

.Evet. Konuya güzel bir yerden girdiniz kızım. Müsaade ederseniz size böyle hitap etmek istiyorum. Daha doğrusu siz, hepimizin kızısınız. Bu aileye katkılarınız çok büyük olacak. Bunu hissediyorum. 

Dediğiniz gibi tesirde kalp önemli. Mesela bu söz Yaradan’ın kudretiyle ilgili. Kudret ise ilahî bir hakikat. Ve insan bu hakikati ilk önce kalbiyle hisseder. Sonra da aklıyla hissettiklerini düşünür. Esasında hayatımız bu ilahî hakikati arayıp bulabilmemiz için bize verilmiş bir süreç. 

Haa… unutmadan söyleyeyim. Birkaç kitap getirdim. Bir de içinde notlarım olan defterlerimi. Bunlar benim heybemdeki azık gibidir. Her yere benimle gelirler. Şimdi onlara bakmadan evvel şunları yapmanı istiyorum. İlk önce etrafına şöyle bir bak. Her şeye beş duyunla temas et. Gör, dinle, kokla, tat, dokun. Kısacası her birini kendi yolunda geziye çıkart ve sonucunu yaz. Zaten kalem ve kağıtlar da hazır. Ve sonra paylaşalım.

Âyende denileni yaptı. Terastan uzaklara hayalleriyle adım adım ilerledi. Bir süre sonra mekânın üzerinde bir perde varmış da sanki kalkıyormuş gibi hissetti ve yazmaya başladı. Münir dayı ise başka âlemlere dalmıştı. Neden sonra:

.Büyük dayı! Size bir şey sorabilir miyim?

.Sor bakalım, akıllı yeğenim. 

.Karşıdaki adalar bize ne kadar yakın. Oraya gidebilir miyiz?

.Elbette gideriz. Dedene söyle, program yapsın. Yakında gidelim.

.Ama dedemle sahilde yürüdüğümüz gün adalar böyle değildi. Çok uzaktaydılar. Değil mi dede? 

.O gün hava sisliydi de ondan. Bu sebeple adaları iyi göremedik. Neyse… Dayı, ben biraz kanepeye uzanıp dinlenmek istiyorum. Siz sohbetinize devam edin. 

.Peki adalar neden siste görünmüyor dayı? 

.Havada nem çoktur da ondan. Su sıcakta buharlaşır ve havaya su buharı karışır. Biz buna nem deriz. Bazen gördüğün adaların, denizin, sokakların, bahçelerin üzerinde havadaki nem, minik su damlalarına döner. Bu damlalar havada çoğalır, çoğalır, iyice sıklaşır ve sis olur. Hava su buharıyla iyice dolarsa bu sefer bulutlar oluşur. Kafan karışmasın. Okulda sana bunları öğretecekler. Bak bulutlara! Ne kadar yüksekteler. O bulutlar buraya inse ve etrafını sarsa ne olur?

.O zaman bir şey göremem ki…

.İşte olay bu. O zaman ne adaları ne karşıdaki evi ne de birbirimizi görebiliriz.  Şimdi gökyüzüne bak. Havanın içindeki sis aynı bulut gibi senin görmeni engelliyor. Yoksa adalar hep aynı yerde. Ne yakınlaşıyor ne de uzaklaşıyorlar.

.Ama dayı! Annem, babam çok uzaktalar. Yine de ben onları içimde görebiliyorum. 

.Çünkü onları çok seviyorsun da ondan canım oğlum. Evet onları içinde görüyorsun. Ama gözlerinle göremiyorsun. Sadece kalbinle görüyorsun. İşte bu görmeye sevgi denir. 

Allah Allah… Hay aklınla bin yaşa, e mi? Âyende kızım! Gel. Bu küçük adam, aklıma bir şey getirdi. 

Çantasının içinden bir kitap çıkardı, bir sayfasını açtı. Sayfalar kapanmasın diye kitabı ters çevirdi. Mete yine adaları seyre dalmıştı. Sonra Şeref Bey’e baktı. Çünkü kitabı kullanma konusunda titiz olduğu için bu kullanışına kızabilirdi. Ne çabuk uykuya dalmıştı. Âyende yoktu. Herhalde içeriye gitti diye düşündü. Az sonra elinde bir örtüyle geldiğini gördü. Kayınpederinin üzerini örttü. Sonra yüzüne uzun uzun baktı. İzlendiğinin farkında değildi. O anda umulmadık bir şey oldu. Âyende eğilerek derin uykuya dalmış bu dertli adamın alnından öpüverdi. Ve sonra da etrafına bakmadan hızla içeri girdi. İşin daha garip yanı uyuduğu sanılan Şeref Bey’in gelini gittikten sonra gözlerini silmesiydi. Yaraları olan bir aile ve yarasını unutamayan bir evlat. İki tarafın birbirinden alacağı ne çok şey var? Bu hassas tabloya şahit olduğunu belli etmemek için kitaptan açtığı yeri sözüm ona okumaya başladı. 

.Evet… Münir dayı. Geldim. Şeref babamın üstünü örtmek için örtü getirdim de… Sizi beklettim. Kusura bakmayın.

.Estağfurullah güzel gelinim. İyi ettin. Hava güzel de olsa bünyesi zayıf. Hastalanabilir. Gel, otur şöyle karşıma. Bu akıllı küçük adamla biraz evvel konuşurken onun söylediklerinden bizi hat yazısına götürecek bir şey çıkardım. Şimdi bir yer okuyacağım. Sen de okuduklarımdan not alsan iyi olur. Sakın telaşlanma! Yavaş yavaş okuyacağım ve izah edeceğim. Okuyacağım yer, Necip Fazıl’ın bir şiirinden alınmış. İlk önce dinle ve sonra ne anladığını söyle.

Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş…

.Ben dediği herhalde şairin kendisi. Yaşadığı zamanın onu çepeçevre sardığını söylüyor. Bulunduğu ortam da onu hapsetmiş. Çünkü kelepçelemiş. Kuşatmak, kelepçe. Sanırım tutuklanan, kelepçelenen ruhu. Yani şair hayli bunalmış.

.İyi de hemen arkasından sanat kelimesi geliyor. Hangi sanat insanı bunaltır ki? Şunu sakın unutma! Şiirin adı ve şairin özellikleri bilinmezse yanlış yorumlara gidilebilir. Şiirin adı Visal. Sevgiliye kavuşma demek. Sevgili ise Allah. Necip Fazıl’a göre şiir, Allah’ı arama işi. Ve şiir boyunca gökte, yerde, her zerrede, Yaradan’dan izler bulmaya çalışır. 

Yaradan yarattığı kulunun kendisini bulmasını ister. Onun tarafından bilinmek sevilmek ister.1 Bunun için de onu kendine çağırırken her yere kendinden işaretler koyar. Yarattığı her sanatına ilahî isimlerini işler. Lakin her sanatın üzerinde örtüler; peçeler vardır. İşaretleri, ilahî isimleri görebilmek için ise örtüleri kaldırmak gerekir. Bir tarafta sonsuz bir kudret ve onun karşısında aciz, zayıf insan. Söyle bakalım. Nasıl olacak bu? 

.Madem şiir “Sevgili”ye kavuşmakla ilgili. Anladığım şu: Bu dünyada bu davet, her insana yapılıyor. Ancak zaman ve mekân, içindekilerle bizleri kuşatmış. Sınırlarımız çok dar. Düşünce kapasitemiz çok az. Gafiliz ve tembeliz. Bunların hepsi birer engel ve bizler bu engellerle kelepçelenmişiz. Ayrıca bu dünyada bir sürü olay başımıza geliyor. Bu halde Yaradan’a nasıl yol alacağız ve peçeleri nasıl kaldıracağız? Bunu anlamak zor. 

.Ama çoğu şeyi anlamışsın. Peçeleri nasıl mı kaldıracağız? Önce peçenin altındaki hakikati merak edeceksin. Başına gelenlerin hikmetini düşüneceksin. Olayların üzerinde Hakkın tecellisini görebilmek çok önemli. Tecelliyle ortaya çıkan ilahî isimleri tanımak çok, çok önemli. Sonra peçeyi kaldırmada istekli olacaksın. Bu konuda iradeni kullanacaksın. Aklını çalıştırarak gördüğün her şey hakkında tefekkür edeceksin. Kısacası emek vereceksin kızım. Emek vereceksin. 

Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?

Tefekkür, bir sorgulama işidir. Eğer merak edersen merak seni soru sormaya götürecek. Soru sormanın temelinde aramak var. Ve bilirsin; arayan sonunda bulur. Halbuki aklı çalıştırmayan ve sadece ezberleten zihniyet duyularımızın kabuk tutmasına sebep. Onun için çoğumuz şekille uğraşıyor ve öze varamıyoruz. Dışa takılıyor, içi göremiyoruz. Renk, koku, ses ve şekil, beş duyunun işi. Ancak bu duyularla tanıyamadığımız başka bir âlem var. Manevî âlem. Ona yol alabilmek için muhakkak kalpte derinleşmek gerekiyor. Şiir uzun. Üzerinde durursak konunun dışına çıkacağız. Esas konumuza gelmemiz gerekiyor. Sana bu kitapla defterimi bırakacağım. İşin bitince verirsin.

Hak tecelli eyleyince her işi asan eder,
Halk eder esbabını, bir lâhzada ihsan eder.

Tecelli ortaya çıkma, görünme demek. Hakk’ın tecellisini gerektiren temel sebep, bilinmeyi istemesi. Hak her şeyde, her yerde, her zamanda tecelli eder. Çünkü biraz önce söylediğim gibi Yaradan, yarattığı kulunun kendisini bulmasını ister. Onun tarafından bilinmek, sevilmek ister. Eğer tecelli etmeseydi gizli olan isim ve sıfatları ortaya çıkmayacaktı. Bizler de Hakk’ı tanıyamayacaktık.

 “O her gün yeni bir iştedir.”2
.

ve

“O her şeye kâdirdir.”3
.

Tecelli, Hakk’ın yaratma faaliyeti. Eğer Hak senin hakkında bir şeyi murad ederse veya arzu ettiğin bir işin olmasına rıza gösterirse kudretini tecelli ettirir; o şeyi oluşturan bütün sebepleri bir anda yaratır. Rahmetini tecelli ettirir; sana her işi kolay kılar ve lütfuyla en güzel şekilde sunar. Bu sebeple ümitsiz olmak bize yakışmaz. Hakk’a güvenmeli, O’na sığınmalıyız. Dua ederek  yardım istemeliyiz. Eğer bir şey senin hakkında hayırlıysa önündeki engelleri kolayca aşabilirsin. Çünkü O’nun kudreti, rahmeti ve hikmeti daima senin yanındadır. 

.Kudreti, rahmeti anladım da neden hikmet?

.Bizler, fıtratımıza konulan “isteme duygusu”yla isteriz. Dua da bir anlamda istemektir. Düşün ki bir şeker hastasısın. Ama şeker istiyorsun. Şekeri alacak para; yani kudret var. Seninle ilgilenen, hemen şekeri alıp getirecek biri; yani rahmet de var. Lakin o biri, senin şeker hastası olduğunu bilmiyor. Ayrıca şekerin sana zarar vereceğinden de haberi yok. Yani hikmet yok. Kısacası “Senin için ne hayırlıdır, ne zararlıdır?” bilinmiyor. Sonun ne olur?

.Hiç iyi olmaz. Her türlü imkâna, şefkate rağmen zarar görürüm. Şimdi galiba anladım. Zihnimde bu gerçeği Mehmet Rüştü Efendi’nin yazısıyla birleştirebilir miyim? O zaman şöyle düşünüyorum: Hakkın tecelli etmesinde hikmet çok önemli. İstiyoruz. Çoğu zaman da çocuk gibi tutturuyoruz. Ama neyin bize fayda getireceğini bilmiyoruz. O zaman demek ki çözümü her şeyi bilene, görene, hikmetiyle iş yapana bırakacağız. Ve O uygun görürse kapılar bize açılacak.

.Evet. Açılacak inşallah… 

.Arif oğlum! Geldiğini duymadık. Hoş geldin. Terasın havası hepimize iyi geldi. Baksana halimize. Baban kanepede dinleniyor, benim çenem açıldı. Erken çıkmışsın. “Açılacak inşallah…” dediğine göre işin iyi gitmiş.

.Evet dayıcım, iyi gitti. Birkaç görüşmem vardı. Onları hallettim. Ama en önemlisi bizim işimiz iyi gitti. Evet… Halam da geldiğine göre şimdi beni dinlemenizi istiyorum: 

.Yalnız ondan önce ikrama geçebilirim değil mi? Konuşmaya daldık. İnşallah çay acılaşmamıştır. Hem Mete’ye onun seveceği şeylerden almıştım. 

Âyende ikramda bulunurken terasa vuran ikindi güneşinin ışıkları da yavaş yavaş batıya kayıyordu. Vaktin kendine has sihirli atmosferinde kimseden ses çıkmadı. Sadece adeta sözleşmiş gibi adalara, adalardan da uzaklara dalıp gidiverdiler. Neden sonra Arif’in sesiyle daldıkları yerden döndüler: 

.Sabaha kadar Âyende’nin İtalya’daki konuyla ilgili dediklerini düşündüm. Erkenden iki yakın arkadaşıma telefon ederek onlarla randevulaştım. Çünkü ikisi de yıllar önce bu konuda hayli sorunlar yaşadı. Bir müddet sonra da güzel haberlerini almıştım. İyi ki onları aramışım. Çünkü dinlediklerimle Âyende’nin söyledikleri aynı noktalarda birleşiyor: İnanma, güven, şefkat, sabır. 

Vakit kaybetmeden onların yanında Orlando’yu aradım. Olan biteni harfiyen anlattım. Ailece ne düşündüğümüzü belirttim. Sonra iki arkadaşla konuşturdum. Bir hayli uzun sürdü konuşmaları. Sonunda Esin’le konuşup kararı bildireceğini söyledi. O vakitten bu vakte kadar orda burda dolaşıp durdum. Dua ettim. Nihayet tam eve gelmeye karar verdiğimde yolda Orlando aradı ve telefonu bir anda Esin’e verdi. 

.Arif! Benim gelmemi babam da istiyor mu?

“En fazla o istiyor.” dediğimde sanırım konuşamayacak durumdaydı. Çünkü Orlando’nun sesi geldi. 

.Tamam Arif! Bize zaman tanıyın. Kararı yakında bildireceğim. 

***


1. ‘Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.’ / Kudsî Hadis
2. ‘…kulle yevmin huve fi şe’nin.’ / Rahman/29
3. ‘…huve ‘alâ kulli şeyin kadîr.’ / Mülk/1
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply