Sokak II / Haneler – Bölüm 6

0

Onlar Bir Aile İdiler

Arife ve Şeref gelene kadar ferahlamak için bahçeye çıktı. Mis gibi hava, parlak gökyüzü ve tabiattaki diriltici koku. İnsan yaradılışını iyileştiren şey, yine saf varlığın yaradılışındaydı. İçerdekileri düşündü. Gerçekten üzücüydü yaşanılanlar. Hele küçük bir çocuk için… Hayatım kayıyor derken tam da tutunacağı bir dal bulan Şeref için durum farklı mıydı? Hayır. Biraz önce bir telefonla yaşanan gerginlik, geç saatte de olsa onları yine bir araya topluyordu. İnsanoğlu çoğu zaman “Ben kendime yeterim.” dese de yetemiyordu işte. Destek arayışı ve dertleşmek. Diğer insanlara olan ihtiyacımız. Gerçeğimiz buydu bizim.

Bir gün bir tanıdığı “Korku, endişe, acıma, paylaşım gibi etkilenmeler nerden geliyor? Çevremizde olup biten olumsuz sahneler bizi neden derinden etkiliyor? Üzerimizde bir sorumluluk varsa yerine getiremediğimizde neden rahatsızlık duyuyoruz? İyiliğin ve kötülüğün kokusunu neyle alıyor ve ona tepki veriyoruz?” diye sormuştu. Kendisi de “Dikkat et! Bütün bu sorular bir yere götürüyor seni. Varlığındaki bir yere.” diye cevap vermişti.

Gökyüzüne baktı. Bir bulut yavaş yavaş ay ışığını örtü. Arkadaşı “Neydi o yer?” diye tekrar sorduğunda “Vicdan.” demişti. Çünkü vicdan, rahmetin bize lütfettiği bir cevher. Kötü olan ne? İyi olan ne? İyi nasıl kalırım? Kötülükten nasıl korunurum? Hepsine doğru cevabı verecek olan, oydu. Her şeyi süzgecinden geçirerek bize bildirecek yine o.

Ay buluttan çıktı, yavaş yavaş batıya doğru kaymaya başladı. Yaşını düşündü. Seksene yaklaştım, dedi. Şeref de nerdeyse yetmişe. Ömür “Bir varmıştan bir yokmuş”a ay gibi kayıyordu. Ve öyle şeyler oluyordu ki hayatta, bir deprem gibi sarsıyor, ne varsa dağıtıyordu. Bir bakıyorduk etrafımıza; kimseler kalmamış. Mantık yıkılmış, düşünceler üst üste yığılmış. Hatta akıl dayanamayıp kaçmış, kalp acısından kapısını kapatmış. Ama her şeye rağmen ne kaçan ne de yalnız bırakan biri vardı yanımızda. Kimdi o? Yine vicdan. Peki, ne yapacaktık o zaman? Her zaman her şartta bize sadık olan bu korkusuz dosta danışacaktık. Çünkü sevgi de şefkat de adalet de hep ondaydı.

Bunları düşünürken bir arabanın farıyla bahçenin aydınlandığını fark etti. Otoparkın kapısı açıldı. Dikkatli baktı. Arifler. Hiç düşünmeden içinden gelen bir dürtüyle sesleniverdi:

.Arif! Hoş geldin. İnşallah güzel geçmiştir geceniz, gelin kızım. Yorgun değilseniz, hadi gelin de bizimle bir sütlü kahve için. Arife’ye söyleyeyim büyük cezvede yapsın. Onlardan cevap beklemeden aceleyle içeri girdi. 

Arife’ye söylerken o anda çocuklara emrivaki yaptığını fark etti. Şeref, acaba gelininin yanında rahat davranabilir miydi? Ah Münir… Ne yaptın sen?

.Arife! Yaa… Ben hata ettim galiba. Hiç düşünmedim. Şeref, onların yanında rahat konuşabilir mi? Hay Allah… İnşallah kapıdan mazeret bildirip gelmezler.

.Üzülme dayı. İyi yapmışsın. Baba oğulun arası artık eskisi gibi değil. Âyende ise ailemizden. Ayrıca zeki, olgun biri. Hatta bize yol bile gösterebilir. Kafana takma! Her şeyde bir hikmet olduğunu söylemez misin? 

Korktuğu gibi olmadı. Arife haklıydı; onlar bir aile idiler. Hele Şeref için bir yaşama sebebi. Yemek güzel geçmişti. Arif, Emilia Hanım’ı anlata anlata bitiremiyordu.

.Bu kadar dolu dolu olmayı nasıl başarmış? Bizim edebiyatımıza, değerlerimize bizden daha fazla sahip. Hele Yunus Emre hakkında neler neler öğrendim. Sadece Yunus’u, Mevlâna’yı bilmekle kalmamış; onların felsefesini de iyice hazmetmiş.

.Zaten insanoğlu en çok da en yakınında olanı anlayamıyor. Bu da bizim başka bir körlüğümüz. Hak ettikleri değeri veremediğimiz, anlaşılamamış o kadar kıymetli insanlarımız, ariflerimiz var ki. Onlardaki bilgi, birikim ve hayata nasıl geçirilebileceği eğitimle gençlere öğretilseydi şu anda bazı acıları bu denli yaşamazdık.

.Çok haklısınız dayı. Bizlere verilen şey, iyi imkânlara kavuşabilmek için sadece bir uzmanlık dalını iyi öğrenmek. Bu çizginin dışında kalmış bir hocam -aklımda kaldığı kadarıyla- şu sözü sık sık söylerdi: “İnsana güzellik ve ahlâkça iyilik duygusu verilmeli. Yoksa uzmanca bilgileriyle, gelişmiş bir insandan çok, iyi eğitilmiş bir köpeğe benzer.” Sanırım söz Einstein’a ait.1 Bir ara sofrada bir sıkıntıdan bahsediyordu Âyende. Emilia Hanım gülümseyerek ona baktı ve

Sabır gözet sabır, aziz olursun,
Sabır gözetirsen mânâ bulursun.”2

dedi. Aynı kitaptan okuyormuş gibiydi. 

.Yelda ablam ise bambaşka bir âlem. Arife hala! Onları davet etmek istiyorum. Ne dersiniz? Aynı böyle birlikte olabilir miyiz? 

.Neden olmasın kızım. Tabii ki birlikte oluruz. Hem abime de iyi gelir. Çünkü günümüzde böyle insanların; bilhassa kadınların olabileceğine pek inanmıyor. Değil mi abi? Abi! Size söylüyorum.

Şeref Bey, bu üst üste seslenmeden sonra cevap verebildi. Onlara durumunu hissettirmek istemese de aklını toparlayamıyordu. 

.Baba! Bir şey mi oldu? Çok dalgınsınız. Üstelik renginiz de pek iyi değil. Mete nasıl? İtalya’dan haber mi var?

.Mete iyi de… Orlando bir saat kadar önce telefon etti. Mete’yi merak etmiş. Ama sesi iyi değildi. Telefona ben baktım. Bunu söyleyince abimin neşesi kaçtı. Sonra da odasında biraz hüzünlenmiş. Galiba biraz sesli hüzünlenmiş. Mete de bunun farkına varmış. Ve sonra aralarında bir şeyler konuşmuşlar. Biz de bu konuşulanlar üzerinde ne yapabiliriz diyorduk? Yani sütlü kahve, bu işin bahanesi. 

.Hala! Bilmece gibi konuşuyorsunuz. Hiçbir şey anlamadım. Aralarında geçen “bir şeyler” ne? Gizlemek istediğiniz bir şey olsaydı bizi çağırmazdınız. Ayrıca haber vermeseydiniz çok kırılırdık. Baba! Lütfen siz de ne olduysa tek tek anlatın.

Şeref Bey kendini toparlamaya çalıştı. Yaşadıklarını tek tek anlatmaya başladı. Anlattıkça biraz önceki hisleri içinde gittikçe kabarıyordu. Bilhassa kızıyla torunu arasında yaptığı tercih. Bunu kimseye söyleyemezdi. Mete’nin kendisine sarılıp da evdeki olaylar hakkında ne dediyse tek tek anlattı. O an Arif’in gözleri eşine takıldı. Tahmin ettiği gibi ağlamak üzereydi. Hemen yanına giderek ellerini tuttu. 

.Ne oldu kızım? Sizi üzecek bir şey mi söyledim? 

.Hayır baba. Bir şey söylemediniz. Sadece Âyende’nin bazı hatıraları canlandı da…

Âyende, eşinin ne diyeceğini bilemediğini anlayınca gözlerini sildi. İçinden “Anlatmanın zamanıdır.” diye geçirdi.

.Madem biz bir aileyiz. Bazı şeyleri açıklamanın da mahsuru olmaz. Yalnız yüzümü yıkayıp biraz kendime gelmeliyim. Arif sen anlat.

Karısının odadan çıkmasından sonra Arif onu üzen şeyi sadece özetledi. Âyende’nin tafsilatıyla anlatması çok daha uygun olurdu.

.Arif, oğlum. Söz veriyoruz. Bu odadan dışarı hiçbir söz çıkmayacaktır. Kızımız istemezse onun yaşadıklarıyla ilgili hiç konuşmayız. Gelsin de Esin’in durumunu konuşalım. Baksana saat kaç olmuş. 

.Dayım doğru söylüyor. Bence konuşmayalım. O, ne zaman, ne kadar açılmak isterse o kadar anlatsın.

Âyende gelince Mete’nin dediklerinden konuya girildi. Ve ilk giren de kendisi oldu:

.Mete’nin tanık olduğu manzara benim yabancım değil. Çünkü bir dönem ben de böyleydim. Belli ki, ileri seviyede bir alkol bağımlısı var. Kendisi durumun vahametini biliyor. Çünkü zehir diyor. Ancak elinden bir şey gelmiyor. Gelemez de. Çünkü bu zehrin esiri olmuş. Ancak bunun farkında ve alkole karşı güçsüz olduğunu kabul etmiş. Bu farkındalık, kabullenme memnuniyet verici. İtalya’da benim çevremdeki çoğu alkolik, durumlarının farkında değildiler.

Evet, durmadan bağıracak, ne varsa kırıp dökecek ve bu hal devam edecek. Çünkü bilinçaltına sürekli güvensizliği, kendine kızmayı, gerçekleştiremediği hayallerini atmış. Kendine acıyarak bakanlara, içmesine kızanlara öfkeyle dolu. Hele üst perdeden öğüt verenler. “İradene hakim olamadın mı?” diyenler. Kısacası korku, gerilim, iç dünyasını ele geçirmiş. Bunun sonucu ise bu ani patlamalar. Yine burada ümit verici başka bir nokta var. Eşinin davranışı. Öfke patlamasını olgunlukla, sabırla karşılıyor. Sonra da ağlayarak birbirlerine sarılıyorlar. Ve hastanın “Üzülme! Bırakacağım bu zehri.” diyebilmesi -inanın- çok önemli.

Hasta diyorum. Çünkü iradeyi yok edecek kadar alkole ihtiyaç duymak, bağımlılıktır. Bu arada maalesef bağımlılık yapan maddeler, beyin faaliyetlerinde bozulmalara neden oluyor. Bu sebeple beyin, insan istemese de bağımlı olduğu şeyi istiyor. 

.Peki, bunun muhakkak bir ilacı olmalıdır. Değil mi kızım?

.Başta öyle zannedilir. Fakat bu hastalığa tutulan zamanla anlar ki bunun ilacı yoktur. Ben bulamadım. Her şeyi denedim; doktora gittim. Sakinleştirici yazıldı. Doz yetmedikçe artırıldı. Psikiyatristlerin de pek faydasını görmedim. Çok gayret ettiler; ama olmadı.

.İyi de kızım. Sizin şu haliniz o kadar mükemmel ki. Bunu oğlum da söylüyor. Yaşınıza göre çok olgunsunuz. Ruhî bir derinliğine sahipsiniz. Bunu nasıl gerçekleştirdiniz? Sizin başardığınızı kızım başaramaz mı? 

.Ben de yavaş yavaş buraya geliyordum Tabii başarabilir. Çünkü bu başarının ilk adımı kendini kabullenmek ve bu zehirden kurtulmayı istemek. Hastalığın ilacı yok; ancak başka tedavi yolları var.

.Peki nasıl olacak bu tedavi?

.Onu yargılamayan, başında durup durmadan kendisine nasihat etmeyenlerle birlikte olarak. Karşılıklı güvenin, sevginin paylaşıldığı ortamlarda bulunarak. Bunları hastanede bulamazsınız. Ama sıcak, huzurlu bir ailede bulabilirsiniz. Arife halam, Nazlı abla… Bu potansiyel; sükûnet, huzur sizlerde var. Kendinizle barışıksınız. 

.Ne demek istediniz kızım? Yani buraya mı gelsinler? 

.Arife bak! Âyende ne diyor? 

.Tamam Şeref! Heyecanlanma! Kızımızı dinleyelim.

.İki taraf da isterse neden olmasın? Ayrıca bu tür hastalar, kendilerinin düşündüğü gibi düşünmüş, hissettiklerini hissetmiş birinin karşısında kendilerini daha güçlü hissederler. Çektikleri acıları sıkılmadan dinleyen insanların yanında rahatlarlar. Bir de merak edip soracakları soruları cevaplayacak birisi varsa… O biri de pekala ben olabilirim. 

.İlaç yok; ama manevî tedavi var diyorsunuz. Bu biraz iddialı bir teşhis değil mi?

.Haklısınız dayı. Ama ben bizzat yaşadıklarımın ve başardıklarımın sonucunu söylüyorum size. Ayrıca durumlarına tanık olduğum birkaç arkadaşım var. Dünyada neler olur, neler gelişir, bilemem. Ama şu anki kanaatim bu. 

.Çok şaşkınım şu an dayı. Âyende’nin söyledikleri bana mantıklı geldi. İsterseniz bunu bir düşünelim. Sonra da Orlando ile konuşalım..

O anda Şeref Bey birden heyecanla ayağa fırladı.

.O zaman Mete de burada kalır. Yanımdan hiç ayrılmaz. Değil mi Arife?

.Abi! Dur, otur! Heyecan sana iyi gelmiyor. Sakin ol. Her şeyi detaylı konuşacağız. Bakalım Rabbim ne gösterecek?

.Evet… Sakin olacağız, sabredeceğiz Şeref. Aceleyle karar verip yanlış iş yapmamaya dikkat edeceğiz. Şu an yaşadığımıza baksana. Gecenin bu saatinde değişik sebeplerle bizi bir araya getiren Rabbim, çözümünü de kolaylaştırır inşallah. Mevlâna der ki: 

Allah dilerse havayı, ateşi aşağılatır, dilerse dikeni gülden üstün eder. Allah hükmedicidir, dilediğini yapar. Derdin ta kendisinden deva yaratır. Dilediğini yüceltir, toprağa mensup olana ‘Kanatlarını aç’ der.

Mevlâna / Mesnevi / Cilt 2 / 1620

Deva belki de derdin içindedir. Bir bakarsın Esin’e “Sen de kanatlarını aç.” denilir. Bu olmayacak bir şey değil ki…

.Olur inşallah dayı, inşallah olur… 

.Peki kızım, biraz evvel, “Ben yaşadıklarımın ve başardıklarımın sonucunu söylüyorum.” demiştiniz…

.Evet, doğru. Başardıklarımın sonucu…

O anda yine gözleri doldu ve sesi titremeye başladı. Ama bu sefer kendini sıkmadı. Bu ortam kendinden utanacağı bir yer değildi. Eşine sevgiyle baktı. Kimse bir şey diyemedi. Acıyla şefkatin, gerçekle inceliğin ve insaniyetle içtenliğin harmanlandığı bir andı. Sadece beklediler.

.Yelda ablam… Benim manevî ablam. Bu akşam evine gittiğimiz hanım. Beni ayağa kaldıran insan. Gerçek başarı onundur.

.Yelda Hanım mı?

.Evet. İtalya’da eğitim görürken onun evinde kalıyordum. Benden yaşça çok büyüktür. Fakat neşeli, canlı kişiliği bizi kaynaştırdı. Bir de hayvanlara, nerdeyse bütün varlığa sevgisinden etkilenmiştim. Onu yakından tanıdıkça hayranlığım arttı. Bu kadar değişik özellik bir insanda nasıl birleşebilir? Evine gelenler, dostum dedikleri de onun gibiydiler. Çok okuyorlar, okuduklarını tartışıyorlardı. Üçü İtalyan, ikisi Alman, diğer ikisi Türk’tü. Aralarında hem İtalyanca hem de Türkçe konuşuyorlardı. Aksanlı konuşmalarına bayılırdım. Emilia Hanım’ı o evde tanıdım. Ancak dikkatimi çeken başka bir şey vardı: Bunca samimiyetin yanında birbirlerine nasıl bu denli saygılı olabiliyorlardı? Zamanla şunu fark ettim. Bu seviyeli dostluk bir yerden besleniyordu. Merak edip sordum. “Manevî ilimden.” dedi birisi. Bir diğeri aksanlı Türkçesiyle Yunus’tan okuyarak cevap verdi:

İlim ilim bilmektir;
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen;
Ha bir kuru emektir!

Tabii çok şaşırdım. Yunus Emre ve Mevlâna üzerine İtalya’da bayağı çalışmalar var. Mesnevileri tanıyan İtalyan okuru gittikçe artıyor. Yelda ablama gelenler de bu kaynaktan beslenenler. Kısacası benim onlarda gördüğüm şey, arınmış ruhun yansımalarıydı. Fakat aralarında istesem de fazla kalamıyordum. Çünkü alkol problemim engelliyordu. Bunu bir Yelda ablam biliyordu bir de alkolik olup sonra bırakan iki arkadaşı.

“Böyle güzel bir ortamda nasıl oldu da bu duruma düşebildim?” diye düşünebilirsiniz. Onları tanımadan önceki çevrem farklıydı. Yalnızların, anlaşılamayanların, aile yoksunu gençlerin, gerçekten kaçanların avundukları yerlerde bulundum hep. Geçmişin sıkıntıları, geleceğin endişeleriyle yüklü insanlarla birlikte oldum. Yüreğin tam şurasında hissedilen dayanılmaz sancı nasıldır tahmin edemezsiniz. Sizlere ayrıca şunu belirtmek istiyorum. Sakın zanna girmeyin. Asla çirkin şeyler yaşamadım. Sadece içimdeki acının geçmesi için sürekli içtim. İlk zamanlar kendime hakim oluyor, davranışlarımı kontrol edebiliyordum. Ama bir gün geldi; elimden kontrol gitti. Ve bu halime de ablam tanık oldu. İyi ki o tanık oldu. Çünkü halimi hiç yüzüme vurmadı. Sadece yanımda durdu. Konuşmadan hep dinledi. Sonra öyle bir şey yaptı ki aynı hayal gibi. Dizine yatırdı beni, müzik dinletti. İlk halimi hiç unutmuyorum. Uyuyakalmışım. Ama müzik çalmaya devam etmiş. Uyandığımda içimde az da olsa bir ferahlama hissetmiştim.

Ablam daha sonra bunu sık sık uygulamaya başladı. Bazen müzik, bazen manevî sohbetler. CD’ye yüklenilmiş Mesnevi’den bölümler. Başımı dizine koyuyor, ne varsa onu dinliyordum. Tabii az sonra uyuyordum. O CD hiç durmadı. Ablam hiç bıkmadı. Bazen dizinde saatlerce uyuyordum. Yorulduğunu hissettirmedi. Yorulmaz olur mu? Müzik ve sohbet benim ninnim olmuştu. Nasıl oluyordu bu? Sohbeti dinlemiyordum; ama uyandığımda ferahlamış hissediyordum kendimi. Anlayamıyordum. Mucize gibi bir şeydi. Ve böyle devam etti. 

Bir süreliğine okulu bıraktım. Ablamın arkadaşları sık sık geliyor, güzel vakit geçiriyorduk. Beni konuşmalarıyla boğmuyorlardı. Konuşmalarının arasına anlamlı sözler sokuşturuyorlardı. Tabii ben o sözleri merak edecek, soru soracaktım, onlar da cevaplayacaklardı. Bu planı çok sonraları Yelda ablam açıkladı. Nitekim de öyle oldu. Anlattıkları çok derin şeylerdi. Ve bu ustaca düzenlenen sohbet ve ablamın dizindeki şifa, beni yavaş yavaş kendime getirdi. İçimde nerden kaynaklandığını bilemediğim bir güçle dirilmeye başladım. Bu güçle aklım başıma geldi. Ve bir gün birden ablama “Ben içmeyi bırakacağım.” dedim.” 

Yine de içme isteği zaman zaman zorladı. Yine onların desteğiyle tehlikeyi atlattım. Bir müddet sonra da o zehri bıraktım. Ve “Eyvah ben bugün ne yapacağım!” karabasanlarım bitti. Zamanla öyle bir hale geldim ki başka türlü düşünüyor, daha önce hiç bilmediğim farklı cümleler kuruyordum. Hayata bakışım değişti. Hatta kendime bakışım bile değişti. Daha önceleri hiç böyle bakmıyordum kendime. Sebebini ablama sorduğunda: “İçindeki ‘gerçek kendin’ ortaya çıkmaya başladı da ondan.” dedi. Yaradılışımda olan esas kimliğimi buluyormuşum. Ne müthiş bir şeymiş o? Ancak kafama takılan bir soru vardı: Hadi benim ailem yoktu. Peki aileleri olanlar neden bu haldeydiler?

Gözleri yine doldu. Bu sefer durmadı; konuşmasına devam etti. Şeref Bey adeta donmuş gibiydi. Arife Hanım, fark ettirmeden gözlerini siliyordu. Arif ve Münir dayı ise hayranlıkla bakıyorlardı. 

.Annemi çok küçükken kaybettim. Bana anneannem baktı. Babam bir süre sonra Avustralya’ya gitti ve orada kendine yeni bir hayat kurdu. Bir daha da gelmedi. Belki geldi de ben bilmiyorum. Türkiye’de okumak istemedim. Liseden sonra İtalya’ya gitmekte ısrar ettim. Anneannem çok zarif, yumuşak huylu bir hanımdı. Zaten çocukluğumdaki mutlu hatıralarım bir tek onunla ilgili. Modern bir çevrenin insanıydı. Doğruluğu, dürüstlüğü, dik durmayı ondan öğrendim. Ama maneviyattan hiç haberim olmadı.

Bir gün benimkine benzer tedaviyle alkolü bırakan bir arkadaşım şöyle demişti: “Eğer dibe vurmuş olmasaydım gerçek kendimi bulamayacaktım.” Garip gelen bu sözü sonraları çok düşündüm. Eğer ailemde ölüm ve ayrılıklar yaşanmasaydı, çok acı çekmeseydim ne olurdu? Her şey rayında devam etseydi o modern ortamda şu anki dünyamı kazanabilir miydim? 

Hiç sanmıyorum. Çünkü şu anki dünyamın merkezinde beni Yaratan var. Daha önce ise sadece ben vardım. Yalnızlığımla ben vardım, çılgın hayallerimle ben vardım. Babam terk edip uzaklara gitmişti. Ben de çok uzaklara gidecek, sanat âlemine girecek, meşhur olacaktım. Kendimi kanıtlamak isteyen gururumla ben vardım. Daha sonra acılarımda, çaresizliğimde yine ben. Ben, ben, ben… Bir sürü ben; ama “beni yaratan, beni ben yapan” yoktu aralarında. 

“Aileleri olanlar neden bu haldeydiler?” sorusunun cevabı, işte bu gerçekte yatıyordu. Neden mi? Aile var. O ailede maddî olan her şey var. Ancak her şeyi veren, yok. O’nun yokluğunun acısıyla kıvranan kalpten, ruhdan ve vicdandan kimsenin haberi yok.

Tabii “Gerçek Sahibim”i bana tanıtan yine ablam ve arkadaşları oldu. Yine onlardan kalbin, ruhun ve vicdanın hakikatini öğrendim. Bu sebeple o günden bu güne yaşadığım her şeyde kalbimle dertleşiyor, ruhumu dinliyorum. Vicdanımı rehber ediniyor, olayları artık onun süzgecinden geçiriyorum. 

Hatırlıyorum. Bir gün sohbete yine Yunus’la başlanılmıştı:

Okumaktan murat ne
Kişi Hak’kı bilmektir,
Çün okudun, bilmezsin,
Ha bir kuru emektir.

O gün yaşanan trajedinin sebebini, bu hikmetli sözlerle daha iyi anlamış oldum. Ne güzel değerlerimiz vardı ve onların ne derin sözleri. Bu değerlere rağmen neden hâlâ bu durumdaydık? Suyu çekilmiş topraktan ürün alınabilir mi? Benim gibilerden de alınamadı. Yelda ablam çıkmasaydı karşıma ben ne yapardım? Onun için kendisine dört sarıldım ve bırakmadım. Şimdi çok yakınımda. Bundan sonra da bırakmayacağım. Anneannem bana doğruluğu, dürüstlüğü, onurlu şahsiyeti aşılamıştı. Fakat kaynağını öğretememişti. Onların kaynağını da yine ablam ve dostları anlattılar.

.Ne ablaymış, ne dostlarmış güzel kızım. Açıkçası hepsine hayran kaldım. İnşallah yakında ablanızla tanışırız. 

.Tabii dayıcım. En yakında inşallah…

.Arife! Çok geç oldu ama… Mesnevi’nin 3. cildini getirir misin? Geçen gün okuduğum bir bölüm aklıma geldi. Bu bereketli gece sohbetini yine bereketli sözlerle bitirelim.

Kardeşinin getirdiği Mesnevi’den arasına ayraç koyduğu kısmı açtı ve Âyende’ye uzattı:

.Güzel gelinim! Bu sohbete sen başladın, yine sen bitir. 

Herkes kahrı lütuftan ayırt eder, anlar… 

İster bilgi sahibi olsun, ister cahil, ister aşağılık! 

Fakat kahır içinde gizli olan lütfu, yahut lütuf içinde gizlenmiş bulunan kahrı, az kişi anlar. 

Meğer ki gönlünde bir can mehengi3 olan Tanrı’ya mensup bir er olsun. 

Bundan başkaları kahırda gizli olan lütufla, lütufta gizli bulunan kahrı anlayamaz, şüpheye düşerler. 

Onlar, âdeta yuvalarına bir kanatla uçup ulaşmak isteyen kuşlara benzerler!

Bilginin iki kanadı vardır, şüpheninse tek. Zan noksandır, uçmaz. 

Tek kanatlı kuş, çabucak baş aşağı düşer. Sonra uçmaya savaşır; ama ya iki adımlık bir yer aşabilir ya birazcık daha fazla. 

Şüphe kuşu düşe kalka ümit yuvasına tek kanatla uçmaya savaşır. 

Fakat şüpheden kurtuldu da bilgi sahibi oldu mu o tek kanatlı kuş, iki kanatlı kesilir. 

Kanatlarını açar. 

Ondan sonra yüzüstü, eğri büğrü değil, doğru yolda güzelce uçar gider.” 

Mevlâna / Mesnevi / Cilt 3 / 1505-1510

***


Fotoğraf © Robin Stewart


1. Albert Einstein: ‘İnsana bir uzmanlık öğretmek yetmez. Bir güzellik ve ahlâkça iyilik duygusu edinmelidir. Yoksa insan uzmanca bilgileriyle, dengeli bir biçimde gelişmiş bir insandan çok, iyi eğitilmiş bir köpeğe benzer.’
2. Yunus Emre / Risâletü’n Nushiyye (Nasihatler Kitabı)
3. Mihenk: Bir kimse veya nesnenin değerini ölçmeye, anlamaya yarayan şey, ölçü. (Kalp gözü yoluyla sezgisi uyanmış kimselerin anlayabileceği şey.)
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply