Zaman Tacirleri

1

Bu dünya masalı bir varmışla başlar, bir yokmuşla biter. Gün bir varmışla başlar, bir yokmuşla biter. Meyve dalında bir varmışla başlar bir yokmuşla biter. Mevsimler, yağmur, fırtına ve ilişkiler, bir varmışa başlar, bir yokmuşla biter. Ve ömür bir varmış, bir yokmuş arasında uzanan bir yolculuktur. Peki ne olur bu ikisinin arasında?  

Her varlığın kalitesi kontrolden geçer ve sevkiyata hazırlanır. Fani olanlar ve baki olanlar birbirinden ayrılır. Batıl ve hak ortaya çıkar. Yalan ve sahte olan, doğru ve gerçekten ayrılır. İmtihandır bunun adı. Sorular halk edilenin “Halk Eden”le ilişkilerinden gelir. Varlık; huyuyla, ahlakıyla, yaradılışın düzenine uyumuyla test edilir. Ve bütün bu olanlar zaman denilen ipliğe dizilir.

Her turnanın ufkunun uzunluğu, uçuşu kadardır. Kanatların gücündedir, göklerin genişliği. Her kanatlanışı, bir hamledir. Sonsuzlukta noktadır varlığı turnamın. Ne kadar uçabilirse o kadar açılır kapılar. Yüreğindeki gayret, gökleri gayrete getirir. Bilinmeyen köşelerde nice konaklar fetheder. Onun için turnama ‘inme yere, avcı pusuda bekliyor’ denilir. 

İnsan ruhu turna tabiatlı. Gözleri hep göklerdedir. Mesafelere sığmaz; uçsuz bucaksız maviliklere karışmak ister. Güzellikler çeker, dar yerler boğar. Ve ruhu daima pusuda bekler avcı.

Günümüzde ruhumuzu bekleyen avcı, zaman taciri, popüler kültür ve toplum. Küçük Prens bu sefer de bir zaman taciriyle karşı karşıyadır.

23. Bölüm

‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens.

‘Günaydın,’ dedi tüccar.

Susuzluk giderici haplar satan bir tüccardı bu. 

Haftada yalnızca bir hap yutuyordunuz ve hiç susamıyordunuz.

‘Bunları neden satıyorsunuz?’ diye sordu Küçük Prens.

‘Çünkü çok zaman kazandırıyor,’ dedi tüccar. 

‘Uzmanlar hesaplamışlar. Bu haplarla haftada elli üç dakika kazanılıyor.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.95

Küçük Prens ve Zaman Taciri

Küçük Prens ve Zaman Taciri

Küçük Prens ile birlikte bir kez daha ‘zaman hırsızlarıyla’ ve sahte yaşamla yüzleşiriz. Tacir, Küçük Prens’e susuzluk giderici bir hap satmak ister: ‘Haftada sadece bir hap yutulunca artık hiç su içme ihtiyacı hissedilmiyor. Uzmanların hesaplarına göre böylece haftada elli üç dakika kazanılıyor.’ 

Biz insanlar işte yine asıl olanın yerine; özlemi, bağımlılığı koyuyoruz. Haplarla kendi kendimizi uyumaya, performansımızı yükseltmeye; keyiflenmeye koşulluyoruz. Uykumuzu düzenlemek, çalışma kabiliyetimizi ve yaşamımızdan duyduğumuz sevinci artırmak yerine, eksikliklerimizi kapatmasını umduğumuz maddelere sarılıyoruz.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.120

Susuzluk giderici hapları satan tüccar, daha önce karşılaştığı yetişkinlerin tuhaf davranışlarını bir kez daha hatırlatır Küçük Prens’e. 

Su, edebiyatımızda çok sık kullanılan bir metafor. Hakikatin sembolü. Susuz olma, suya ihtiyaç, bizim hakikate hasretimiz. Gerçekleri öğrenme isteğimiz. Onun için tacir buradan hazırlamış tuzağını. Asıl olanın; hakikatin yerine, yapay olanı, sahte değerleri sürerek tatmin etmek istiyor Küçük Prens’i. Bu şekilde asıl olana susuzluk büyüyecek ve bu ihtiyaç yapay olanla dindirilmeye çalışılacak. Sonucu ihtiyacın şiddeti; bağımlılık ve hasret. 

Ancak tüccarın karşısındaki bu sefer çetin cevizdir. Yaradılış özüne el değmemiş bu tertemiz çocuğu kandıramayacaktır. Çünkü Küçük Prens hem masumiyetinin merceğiyle hakikati görecek hem de gezegenlerde yaşadığı deneyimler ona ayna olacaktır. 

Fakat ne yazık ki modern yaşamın insanı olan bizler kanıyoruz; çünkü bu konuda çok çaresiziz. Çünkü suyu kana kana içeceğimiz çeşmeler az. Çeşmeyi bulsak bile ona ulaşacak vaktimiz yok. Bir de su ihtiyacını gideren haplar satarak zaman ticareti yapan yeni dünya görüşü, popüler kültür peşimizi bırakmıyor.

Erich Fromm, ‘Her toplum ihtiyaç duyduğu karakteri üretir,’ demişti. Savaş sonrası kapitalizmi de nevrotik karakterini üretmişti; bu karakter kendi sahici duygularına ve hakikate yabancılaşarak pazar ekonomisine uyum sağlayan bir türdü. 

Katı olan her şey buharlaşıyor. Yırtıcılığın, hodbinliğin, bencilliğin öne çıktığı ve bildik erdemlerin değer kaybına uğradığı bir gösteri çağında yaşıyoruz. Zamanımızın gözetim toplumu, seyretmeye ve seyredilmeye her şeyden daha fazla önem veriyor. Bu pazarlama karakteri için her şey mala dönüştürülebilirdi; sadece eşya değil, kişinin bizatihi kendisi de -becerileri, duyguları, bilgisi, enerjisi, hatta gülümsemesiyle- bir mal haline getirilebilirdi. 

Bir ‘bencillik çağı’nda yaşıyoruz; doğruluk ve meşruiyeti, kabul görmüş ahlâk kaideleri değil, ihtiyaçlarımızın şiddeti belirliyor. ‘Bir şeyi ben çok istiyorsam, o olmalıdır ve doğrudur,’ diyoruz. 

Kemal Sayar / Narsisizmin Yükselişi 

Bu bölümde bir başka metafor, tüccarın sattığı hap. İlacın kolay yutulması için aldığı en uygun şekil olan hapa burada nasıl bir anlam yükleyebiliriz? Bilinen şey, ilacın ancak bir hastalığı önlemek veya hastayı kuvvetlendirmek için verilecek olması. Burada önlenmek istenen, “su isteği.” Yani insana havadan sonra en gerekli olan şey. Susuzluk büyüyecek ve bu ihtiyaç yapay olanla dindirilmeye çalışılacak. Yani “hap”la.

Bu kadar hayatî bir nimet neden önlenmek istenir? Sadece zaman kazanmak için mi? Peki neden? Tacire göre kazanılan zamanda çok şey yapılabilecektir. Su gibi bir nimet göz ardı edilerek onun yeri nasıl doldurabilir ve neler konulabilir? Yaradılış programını baltalayan böylesi komik hem de acı yeni bir sahneye şahit olacaktır Küçük Prens.

Zamanın para demek olduğu bir çağda dinlemeye ve düşünmeye ayrılan vakit giderek azalıyor. Yüz yüze konuşmanın gerektirdiği duraklamalar, düşüncenin ufak molalarla derlenip toparlanma ihtiyacı, fazlasıyla sıkıcı ve yavaş bulunuyor. Böylece diyaloğun yerini veriler, yorumun yerini power point sunumları alıyor. 

İnternet ve cep telefonlarıyla kişisel zaman kavramımız buharlaşıyor, özel alanlarımız daralıyor; bütünlük duygusundan uzaklaşarak parçalara ayrılıyoruz. Çok sayıda insanla, daha geçici ve sığ ilişkiler kuruyoruz. Zamanın hızlanması, yavaşlık ve dikkat isteyen uğraşıları rafa kaldırıyor. Çocuklarla ve eşle, sadece onların istekleri gözetilerek geçirilen zaman, adeta ‘kayıp’ olarak algılanıyor. Hayatın öncelikleri konusunda modern insanın kafası karışıyor; kişisel olanı mı yoksa işi mi öncelemeli? Bir tercih yapmak söz konusu olursa, çocuklarıyla harcanacak keyifli bir zaman parçası mı daha kıymetli yoksa bir iş yemeği mi? 

İşkoliklik, kişinin kendisine sevdalanmasının değişik bir örneği olarak genç profesyoneller arasında yükseliyor. Hayatın ritimlerini pazarın ritimlerine ayarlayan, ancak paraya tahvil edilebilen değerlere önem atfeden yeni bir benlik, küresel rüzgârla birlikte dünyaya yayılıyor. Oysa güzel olan, kayda değer olan ne varsa yavaşlıkla yapılır. 

Kemal Sayar / Yavaşla Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin /
Yavaşlığa Övgü / s.31

İnsanoğlu içinde bulunduğu popüler kültürün de etkisiyle zamanın ve mekânın güzelliğini göremiyor. Etrafı görememek adeta kör olmak demek. Körlüğün yanına bir de sürati koyun. Bütün bu olanların sonucunu görememek bindiğimiz dalı kesmek gibi. Zaman bizim tutunduğumuz dal. Su ise hayat kaynağımız. Bu nedenle ağacın ve su kaynağının olmadığı çorak bir araziye dönüyor dünya.

Popüler kültürde anlam değil, suret önemli. Yavaş olmak değil, hız geçerli. Her şey bir anda çıkıp bir anda kayboluyor. Söz, düşünce, moda, değerler… Yaşamda ne varsa hızla yayılıp, hızla tüketiliyor. Derinlik yok. Süre uzun değil. Her şey geçici. Estetik anlayış, sanat, edebî eserler rağbet görmüyor. Ambalaj gösterişli olsun yeter.  

İnsanın kalbî ve ruhî yönünü tatmin eden her değer, zamanı derin ve yavaş kullanmanın birer ürünü. Hangi ressam tuvaline, hangi heykeltıraş elindeki ham malzemeye, hangi besteci kalbindeki ezgilere, hangi mimar kafasındaki plana bir hamlede şekil verebilir? Kim bilir kaç ayın, yılın emeği, hayali, heyecanı, çilesi akar içlerine? Onun için klasikleşirler ve unutulmazlar.

Şunu kesinlikle kabul etmek gerekir ki insanların sadece zamanlarını alan şey değerlidir. Tapınak gibi. Herkesin payını alacağı imparatorluğumun ihtişamı sadece onları çıkarmaya zorladığım elmastan ve bu elmaslarla süslemiş olacağım kraliçeden gelir. Gerçekten ben tek bir özgürlük tanıyorum; ruhun etkinliklerinin sonucu olan özgürlük. Sadece gülünç olan öteki özgürlüğü tanımıyorum; çünkü işte seni görüyorum. Duvarları aşmak amacıyla kapıyı arıyorsun ve kesinlikle genç olma gibi bir özgürlüğün yok. Ben seni şu kapı yerine bu kapıyı seçmeye zorlarsam benim bu işkencemden yakınacaksın, oysa tek bir kapı olsaydı gene aynı sıkıntıyı çekecektin ve bunun farkında değilsin. Ve eğer güzel bulduğun bir kadınla evlenmene engel olursam zorbalığımdan yakınacaksın; oysa başka bir kadın tanımadığından köyündeki bütün kadınların şaşı olduklarını fark etmemişsin. 

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.258

‘İşte mimarların hesapları…’ dediğinizde de katiyen kenti anlatmış olmazsınız. Çünkü bir kentin doğması isteniyorsa doğru hesap yapan insanlar her zaman bulunur. Ama bu insanlar sadece hizmetkârlardır. Ve kentlerin onların ellerinden çıktığını sanarak kendilerini öne çıkarırsanız, kumdan hiçbir kent fışkırmayacaktır. O, kentlerin nasıl doğduğunu biliyor; ama niçin doğduklarını hiç bilmiyor. 

Ama cahil fatihi, halkıyla birlikte çorak ve taşlı toprağa atın, daha sonra döndüğünüzde otuz kubbeli kentin güneşte pırıl pırıl parladığını görürsünüz. Ve bu kubbeler servinin dalları gibi ayakta kalacaklardır. Çünkü fatihin arzusu kubbeli kent olacaktır ve istediği bütün hesapçıları araçlar ve yollar olarak görecektir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.72-73

Günümüz dünyasında teknolojinin gelişmesi ve bunun sonucunda sorumlulukların artması insanda ‘Bu kadar işin altından nasıl kalkabilirim?’ endişesini doğuruyor. Bu da zaman kazanmak konusunu gündeme getiriyor. 

İşte zaman tacirleri bu boşluktan yararlanıyor ve fatihin arzusunu, güneşte pırıl pırıl parlayan kubbeli kentleri, coşturan ufukları, huzur veren sadelikleri alıyorlar elimizden. 

Neyin karşılığında?

Sahte değerlerin, yapay duyguların, daha hızlı ilerlemenin, ayaküstü atıştırmaların, ayaküstü birlikteliklerin, robotlaşmış hislerin, hormonlaşmış bir yaşamın karşılığında. 

‘Kırk iki yıl… Her gün sekiz saat… Bu eder dört yüz kırk bir milyon beş yüz dört bin. Bu sayıyı haklı olarak kayıp sayacağız.

Her gün kaç saat çalışıyorsunuz Bay Fusi?’

‘Aşağı yukarı sekiz saat kadar,’ dedi berber yavaşça.

‘O halde biz bir o kadar süreyi daha eksi tarafa yazalım,’ diye acımasızca konuştu Ajan. ‘Beslenmeniz için gereken belli bir zaman da kayıplarınız arasında. Bütün gün içinde yemeklerinize ne kadar zaman ayırırsınız?’

‘Tam bilemiyorum ama,’ diye korku ile konuştu Bay Fusi,

‘Belki iki saattir.’

Ajan, ‘Bu bana çok az göründü, ama kabul edelim. O zaman kırk iki yılda yüz on milyon, üç yüz yetmiş altı bin eder. Devam edelim! Öğrendiğimize göre yaşlı annenizle birlikte yaşıyorsunuz.

Her gün ona bir saatinizi ayırıyorsunuz. Yani, o sağır olduğu ve sizi duymadığı halde yanında oturup onunla konuşuyorsunuz. Bu boşa harcanmış bir zamandır. Elli beş milyon yüz seksen sekiz bin eder. Üstelik bir de muhabbet kuşu besliyorsunuz ve her gün onun bakımına bir çeyrek saat ayırıyorsunuz. Bu da eder on üç milyon yedi yüz doksan yedi bin.’

Bay Fusi, ‘Fakat’ diye sözü yalvarırcasına kesecek oldu.

Ajan, ‘Sözümü kesmeyin!’ diye onu payladı. Gittikçe daha hızlı hesaplıyordu. ‘Ve anneniz sakat olduğu için evde bazı işleri siz yapmak zorundasınız. Alışveriş, ayakkabıların temizliği, buna benzer can sıkıcı işler… Bunlar her gün ne kadar vaktinizi alıyor?’

‘Belki bir saat ama…’

‘Elli beş milyon yüz seksen sekiz binlik bir kayıp daha Bay Fusi… Öğrendiğimize göre haftada bir gün sinemaya gidiyorsunuz, bir gün bir şan topluluğuna katılıyorsunuz, haftada iki defa uğradığınız bir derneğiniz var. Bazen geceleri arkadaşlarınızla buluşuyorsunuz, hatta bazen kitap bile okuyorsunuz. Kısacası vaktinizi yararsız şeylerle öldürüyorsunuz. Hem de günde üç saat. Bu eder, yüz altmış beş milyon beş yüz altmış dört bin.

Rahatsız mısınız Bay Fusi?

Olayları tarafsız ve gerçekçi bir gözle görün Bay Fusi. Şu soruma cevap verin. Bayan Daria ile evlenmek istiyor musunuz?’

‘Hayır’ dedi Fusi. ‘Bu olacak şey değil…’

‘Haklısınız,’ diye konuştu duman adam. ‘Çünkü Bayan Daria kötürüm bacakları yüzünden ömür boyu bir tekerlekli koltukta yaşamak zorunda. Buna rağmen her gün ona uğrayıp bir çiçek götürüyor ve yarım saat yanında kalıyorsunuz. Neden?’

Gözlerine yaşlar dolmak üzere olan Bay Fusi, ‘Her zaman öyle seviniyor ki…’ dedi.

‘Akıllıca düşünülürse, bu sizin için zaman kaybıdır,’ diye konuşmayı sürdürdü ajan.

Michael Ende / Momo / s.57-58

Momo ve Duman Adamlar

Momo ve Duman Adamlar

Kısacası vaktinizi yararsız şeylerle öldürüyorsunuz.
.

Zaman tacirinin bu sözündeki hakir gördüğü yararsız şeyleri sıralayalım; ortaya çıkan, insanı ürperten bir tablo:

Beslenmeniz için gereken zaman. Birlikte yaşadığınız annenize şefkatle yaklaşımınız. Üstelik sağır olduğu ve duymadığı için yanında oturup onunla konuşmamız. Sizi doğuran, büyüten bu yaşlı kadına 24 saatten bir saati ayırmanız. Bu yetmiyormuş gibi bir de muhabbet kuşu beslemeniz. Varlığı sevmeniz. Çocukken sizin için uykusunu feda eden sakat annenizin alışverişini, ayakkabıların temizliği gibi hafif işlerini yapmanız. Sinemaya gitmeniz, şan topluluğuna katılarak ruhunuzu doyuracak sanata yer vermeniz. Sosyalleşmenizi sağlayan, topluma katkınıza sebep olan bir derneğe haftada iki defa uğramanız. Arkadaşlarınızla buluşmanız. Hele hele bir de kitap okuyor olmanız. Kısacası sizi insan yapan değerleri yaşamanız. İşin aslı; bu tacirler size, “Hayvandan da aşağı ol, robotlaş ya da yaşama.” diyorlar. 

Sonra o günkü ilk müşteri geldi. Bay Fusi onu asık bir yüzle karşıladı, gereksiz ayrıntıları bir yana bıraktı, hiç konuşmadı ve gerçekten de yarım saat yerine tıraşı yirmi dakikada bitirdi. O andan sonra bütün müşterilerine böyle davranmaya başladı. İşini bu şekilde yapması gerçi ona hiç zevk vermez olmuştu ama bunu o kadar önemsemiyordu. Çırağının yanına iki çırak daha kattı, bir saniye bile boş kalmamalarını kolluyordu. Her iş planlanmış bir zamanda bitmeliydi. Bay Fusi’nin dükkânında şimdi, üzerinde şunlar yazılı bir levha vardı: Kazanılmış Zaman İki Misli Artar.

Bayan Daria’ya kısa, kuru bir mektup yazdı. Bundan böyle vakit bulamadığı için gelemeyeceğini bildirdi. Kuşu bir kuşçuya sattı. Annesini ucuz fakat iyi bir huzurevine yerleştirdi. Artık ayda bir görmeye gidiyordu. Kendi kararı zannederek, duman adamın bütün önerilerini yerine getiriyordu.

Gittikçe daha sinirli ve huzursuz oluyordu ve ne gariptir, tasarruf ettiği zamandan kendisine bir şey kalmıyordu. Her nasılsa zaman kaybolup gidiyor ve ele geçmiyordu. Günler, önceleri farkında olmadan, sonra hissedilir şekilde kısalmaya başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar bir hafta, bir ay, bir yıl, bir yıl daha, sonra bir yıl daha geçip gitti. Duman adamın kendisine geldiğini hatırlamadığı için, zamanın ne olduğunu merak etmesi gerekirdi. Fakat zaman tasarrufu yapan herkes gibi, o da bu soruyu hiç aklına getirmiyordu. Üzerine bir çeşit delilik gelmiş gibiydi. Ara sıra günlerin ne kadar çabuk geçtiğini korkuyla fark ettiği oluyordu. O vakit, tasarruf için daha çok dişini sıkıyordu.

Büyük kentte, Bay Fusi’nin başına gelenler, pek çok kişinin başına geldi. Zaman tasarrufu denen şeye katılanlar çoğaldı. Sayılar arttıkça, bundan hoşlanmayanlar da ister istemez onlara uymak zorunda kaldılar.

Michael Ende / Momo / s.121

Ta küçüklükten itibaren sakin bir hayatın değil, her şeyde yarıştırılan hırçın bir yaşamın içine atıldık. Neden o aldı da sen değil diyen büyüklerin rekabet anlayışıyla törpülendi çocukluk. En saf, en paylaşımcı dönemler kişisel kazanmalara yenik düştü ve şimdi birbirine güvenmeyen, sevgisiz, merhametsiz bir toplumla karşı karşıyayız. Bu toplumun ilkesi, “Ne kadar acımasızsan o kadar hükmedersin; ne kadar kendine biriktirirsen o kadar rahat yaşarsın.” Tabi insanın sadece haz yüklenen bir bedenden ibaret olmadığı sinyalleri ötmeye başladı her yerde. Sevgiyi yaşamayan kalpleri sıkıntılar, krizler; hayali tatmamış beyinleri sığlık, anlamsızlık; vefasızlığın sardığı ruhları vehim, stres, hastalık bekliyor. 

Momo, Hora Usta’ya gözünü ayırmadan bakarak sordu: ‘Bu ne biçim bir hastalık?’

‘Önceleri pek farkına varılmaz. Günün birinde insanın canı artık hiçbir şey yapmak istemez. Hiçbir şeyle ilgilenmez, kurur gider. Ve bu isteksizlik geçici değildir. Hatta giderek artar. Günden güne, haftadan haftaya daha kötü olur. Kendinden hoşlanmaz, içi bomboştur, dünyayla bağdaşamaz. Sonraları bu hisler de kalmaz, hiçbir şey hissetmez olur. Bütün dünyaya yabancılaşmıştır; kimse onu ilgilendirmez olmuştur. Ne kızgınlık duyar ne hayranlık. Ne sevinmesini bilir ne üzülmesini. Gülmeyi de ağlamayı da unutmuştur. Böyle bir insanın içi kaskatı kesilir. Artık hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevemez. Bu durumda, artık hastanın iyileşmesine olanak yoktur. Dönüş kalmamıştır. Bomboş, kül rengi bir yüzle, nefretle çevresine bakar, tıpkı duman adamlar gibi. Onlardan biri olup çıkmıştır. Hastalığın adına gelince, buna öldüren can sıkıntısı denir.’

Michael Ende / Momo / s.202

İnsan devamlı gelişen bir varlık. Çocukluğundan beri sürekli kendi kendini yenileme çabasında. Bir menzili var. Ona yönelmiş yürüyor. Yolculuğunda ona adım attıran da daha güzele, daha mükemmele, daha iyiye düşkünlüğü. Yolcuya şevk veren yol değil, yoldaşıdır. Bunun gibi, kalbe yoldaş olan da güzele muhabbet, mükemmel olana hayranlık, ikrama teşekkür. Kalp ne zaman ki bunları görür ve hisseder, hemen kapısını açıverir. Ama günümüzde yol arkadaşı nefis olunca, onun bencilliği, ihtirası, riyası, yalanı, dolanı kalbi yoruyor, ürkütüyor ve bu nedenle kapısını açmıyor. Kalp kapısının kapalı olduğu yerde ne hayalden, heyecandan ne mutluluk ve huzurdan söz edilebilir. Oysa bütün fetihler, keşifler o kapının açılmasıyla olmuş. Kadın kadınlığını, er erliğini, bilge bilgeliğini, insan insanlığını hep o kapının ardında bulmuş.

Gene kazanılan zaman imajı aklıma geliyor; çünkü şu soruyu soruyorum: ‘Ne adına?’ Ve işte biri cevap veriyor: ‘Kültürü adına.’ Kültür boş bir alıştırma olabilirmiş gibi… Ve işte çocuklarını emziren, evini temizleyen, yama yapan kadın köleliğinden kurtarılıyor ve bundan böyle o hiçbir şeye karışamadan çocukları emziriliyor, evi temizleniyor, yamaları yapılıyor. Ve işte kazanılan zamanın bir işe yaraması gerekir. Ve ben ona emzirmenin şarkısını dinletiyorum, emzirme ezgi oluyor ve evin şiiri de kalbe evin ağırlığını hissettiriyor. Ve işte müziği dinleyen kadın esniyor; çünkü bunda hiç katkısı olmadı. Ve aynı şekilde dağ senin için dikenlerle, yuvarlanan taşlarla ve doruklardaki rüzgârla yaşadığın deneyim ve ben ‘dağ’ kelimesini telaffuz ederken sana hiçbir şey getirmiyorum, yatağını terk etmediysen ona evi anlatırken hiçbir şey söylemiş olmuyorum; çünkü ev kesinlikle onun zamanının ve coşkusunun bir ürünü değildir. O, eşyaların eskimesiyle oluşan ve kalkan tozun süpürülmesi için kapı güneşe açıldığında evin tozunun tadını almamıştır. Akşam olduğunda, geçişlerin yumuşak izleri, tepsideki tabaklar ve ocaktaki köz, uyuyan çocuğun kundak bezlerinin ıslandığı görüldüğünde, yaşamın getirdiği düzensizliğe hükmetmemiştir; çünkü yaşam alçakgönüllü ve harikuladedir. Her gün yeni bir evi yeniden inşa etmek için güneşle beraber hiç kalkmamıştır… Ağaçta gördüğün ve parlak tüylerden keskin bir gaga yapan kuşlar gibi kalkmamıştır… Sabahla birlikte başlayan yeni yaşamın, yemeklerin, emzirmelerin, çocukların oyunlarının ve erkeğin eve dönüşünün balmumundan damga gibi iz bırakması için eşyaları kırılgan mükemmellikleri içinde yeniden düzenlememiştir… Bir evin şafak vaktinde bir hamur olduğunu ve akşam da bir anı kitabı olduğunu kesinlikle bilmez. Hiçbir zaman beyaz sayfa hazırlamamıştır. Ve onun için bir anlam taşıyan evden söz ettiğinde ona ne diyeceksin?

Onu canlı olarak yaratmak istiyorsan, gün boyunca yarı gölge içinde ondan bir şeylerin parlaması için eline rengi gitmiş bakır bir maşrapa verip, onu parlatmasını isteyeceksin ve kadını bir ezgiye dönüştürmek adına, onun için yavaş yavaş şafakta yeniden inşa edeceği bir ev icat edeceksin…

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.200-201

Her gün, elimize verilen bir hamur. Tadını; içine damlayan ter, ellerin gücü ve kalpteki ateş verecek. Akşam olduğunda pişen ekmek muhabbet kokacak, öyle kenetlenecek ki sofradaki konuşmalar, her şey ilerde zevkle anlatılan birer hatıra olacak.

Muhabbet sofrasına gel, sen de buyur.
Sükûnetin olduğu yerdedir huzur.
Bir kuşak daha kayıyor avuçlardan
Değer bilen, yaşamı gönülden okur.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. İnsan her zaman neyin değerli neyin değersiz olduğunu tartmanın peşinde sürüklenir gider. Oysa ki bunun bir ölçüsü maddi alemde yoktur. Bu kişilere göre değer kazanan bir özellik. Zaman kazanmak için zamanı kontrol etmek maddeye eğilime daha yakındır. Çünkü tefekkürde zaman yoktur. İnsan her şeyi dışarıda arıyor. Yada diyoruz ki düşünmeden zaman geçiyor hızlı yaşıyoruz zamanı vs. vs. vs. Bunun kökenini anlamadan aslında çözümlemelerimizin hepsi boştur.
    Ankebüt 60’da der ki: Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz, onları da sizi de Allâh besler. O, işitendir, bilendir.
    İşte mesele budur. kaygılar insanı zamana teslim olmaya zorlar ve endişe panik haline dönüşür düşünce kabilliyeti körelir öncelikler yer değiştirilir. Antonie’nin bu son paragrafta ki yazıda aslında zaman kazanmak için yapılan şeylerin boşluğu çok güzel anlatılmış. Çünkü deneyimler yani anılar insanı doldurur. Teşekkürler..

Leave A Reply