Yeniden Bulacağım Gerçek Değerler ve Sıfırdan İnşa Edeceğim Dünyam

0

Ben neyim? Sadece görünen beden mi? Neden bir anım bir anıma uymaz, neden her yere sığamaz ruhum? Ne yapabilirim, gücüm nedir? Neye doğru olmalı hedefim? Bütün bu sorular bir yere götürüyor beni: Benliğime. Yerini bulmak kolay değil; çünkü yaşadığımdan, gördüğümden, işittiğimden ne kalmışsa, yığın yığın önümde. Sorular arttıkça daha da iniyorum; çünkü çok derinlerde. Orayı bulmak, kendimi görmem demek. Çünkü vardığımda bir ayna çıkıyor karşıma. Aynada ne görürsem, o şekillendiriyor beni.

İnsanın derinliğindeki benlik; yani gerçek kişilik görüntülerin arkasında gizli kalmış, üzeri dilin kurallarıyla ve düşüncelerimizi kapattığımız mantıkla örtülmüştür. Bu benliği çok çabuk unuturuz. Çünkü rakamlardan başka bir şey anlamayan, yaşayan benliklerinin yerine koydukları cansız görüntüler haline gelen insanlar gibi işin özünü görmeyi bilemeyiz.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.50

Aynamı temiz tutmazsam güzelliği, yaradılışımdaki; özümdeki mükemmelliği göremem. “İnsan” kelimesinden öteye geçemem. Kendimi hapsederim kendimde. O aynadan yansıyan düşüncelerimi, duygularımı çözemem. Ve bu yüzden başka anlamlara, başka güzelliklere, başka düşüncelere açılamam. Tüm kâinat insanın umuduna, arzularına seferber olmuş. Ay ve yıldızın birlikte yücelere, dalga ve sahilin birbirine, çiçek ve yaprağın aynı güneşe bakmaları gibi kalplerin de aynı yöne veya birbirine bakmasını bekliyor.

Birbirimize kendi dışımızda gelişen ortak bir amaçla bağlandığımızda rahatça nefes alabiliriz ancak. Hayatta yaşadığımız tecrübeler bize gerçek sevginin birbirimize bakmakta değil de hep birlikte aynı yöne bakmakta olduğunu gösterir. Aynı ipi tutarak aynı zirveye doğru birlikte tırmandığımızda olur ancak arkadaşlık, o zirvede kim bilir artık ne bulacaksak. Yoksa bu rahatlık çağında, çölün ortasında son yiyeceğimizi paylaşmaktan niye bu kadar büyük bir sevinç duyalım ki?

Sosyologların öngörülerinin ne anlamı olabilir bu durumda? Sahra’da bir arızanın üstesinden gelmenin o büyük sevincini yaşadıktan sonra, her türlü zevk boş gelir insana. Belki de bu yüzden etrafımızdaki dünya çatırdamaya başlıyor günümüzde. Aynı hevesi ifade ediyoruz hepimiz birbirimize tam tersi kelimelerle. Kendi akıl yürütmelerimizin ürünü olan yöntemlerle ayrışıyoruz birbirimizden; amaçlarla değil. Yoksa amaç hep aynı.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.185

‘Hey! Yoldaş!’ Acımak bir olamamak demektir, kendini ayrı tutmak demektir. Ama bir olunca o ilişkiler daha yüksek bir seviyeye taşınır, orada artık minnet de merhamet gibi anlamını kaybeder. Orada artık insan salıverilmiş bir tutsak gibi derin bir nefes alır. 

Biz bu bir olma duygusunu iki uçaktan oluşan bir ekiple hâlâ boyun eğmemiş olan Rio de Oro’yu aşarken yaşamıştık. Hayatımda hiçbir uçak kazazedesinin kendisini kurtarana teşekkür ettiğini duymadım ben. Hatta o çok yorucu posta çuvallarının uçaktan uçağa aktarılması esnasında çoğu kere birbirimize hakaret ettiğimiz bile olurdu.

Zaten neye teşekkür edecektik ki? Herkes birbirinin hayatından sorumlu değil miydi? Aynı ağacın dalları değil miydik hepimiz? Ve ben ne çok gurur duymuştum seninle, beni kurtardığında!

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.182-183

Ben sosyal bir varlığım; insanlarla birlikte yaşayabilecek fıtratta yaratılmışım. Bu dünyadaki hikayem sevgi, paylaşım ve birbirimizle imtihan. Herkesin iç âlemindeki, benliğindeki renklerin karışımı ve oluşan ton çok farklı. Bir araya gelebilmemiz için âlemler arasında köprüler kurmak gerekiyor.

Genellikle kişiliğimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı ayrı birer varlık gibi görürüz. Ama bu, bizi kendi içimize kapanmaya davet eden optik yanılsamadır1. Çünkü burada sadece kendi arzularımızı dikkate alır, sadece kendi yakınlarımıza sevgi duyar, şefkat gösteririz.

Oysa insanın asıl değeri kendisinden uzaklaşıp insaniyet adına yapması gereken ödevlerinin farkına varabilmesinde ve bu ödevleri yerine getirirken ‘başkalarıyla birlikte’ ve ‘aynı yöne bakarak’ hareket edebilmesindedir. 

Sokrates, başkaları ile ilgilenmek için tüm kişisel ilgilerinden vazgeçer. Hatta bunu kendisinin Sokrates olmasına olanak veren şehri kurtarmak adına ölümü kabullenmeye kadar götürmüştür.

Asıl büyüklük kendimize rağmen kendimizi aşarak yaptıklarımızla kendini gösterir.

Jean- Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.18

Hükmetme, kibir, hırs, merkezde olma saplantısı ve anlamsız alışkanlık gibi kötü duygular; bir araya gelmenin, birlikten doğan güzelliklerin, yaşama anlam verecek iyiliklerin önünde engel. Yaradılışı birliktelik üzerine olan insandaki bu zıtlık, onun huzursuzluğuna, iç kavgasına sebep oluyor. Bu da toplumsal kavgaları, savaşları doğuruyor.

Saint-Exupéry; yani pilot, bu kaostan kurtulmanın çaresini içinde keşfettiği çocukla “kendini tanıma yolculuğu”na çıkmada bulur. Nefsinin altı gezegenini ziyaret eder. Bu yolculuk, aynı zamanda insanları anlayabilme, onlarla dost olabilme arayışıdır. Fakat hiçbir gezegende bu arayışına karşılık bulamaz. Karşısında tek portre vardır: “Modern insan portresi”. Ne verilen ne de alınan bir sevgi görülür yaşamlarında. Hepsi yalnızdır. Varoluşlarına dair sorularla, şüphelerle karmakarışıktırlar. Sığ düşünürler. İçleri boşlukla doludur; bunları geçici zevklerle, tutkularla doldurmaya çalışırlar. Gün geçtikçe takıntıların, kötü duyguların esiri olurlar.

Küçük Prens, coğrafyacıyı ziyaretiyle dünya dışı gezegenler seyahatini sona erdirir. Açıkça görülen şu ki bu gezegenlerin sakinleri biziz. Biz bu soylu Prens için çok çok tuhafız. Şu sonuca varmak mümkündür: İçimdeki hükmetme hırsına sahip adamı, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışan benmerkezci insanı, bağımlıyı, soğuk iş adamını, emir kulu nevrozluyu ve sevgisiz bilim adamını keşfetmeliyim. Ruhumun ihmaline, içimdeki tanrısal çocuk ve onun sıcacık insanlığıyla karşı koymalıyım.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.85

Pilot, karşılaştığı tiplerin kendi gezegeninde de olduğunu fark eder. Kendi nefsinin ne biçim özellikler taşıdığını ve ruhunu nasıl göz ardı ettiğini anlar. Varlığa kucak açmasına mâni şeylerden kurtulmalıdır. Yaradan’la yakınlaşmaya, hayırlı işler oluşturmaya mâni; hakikate perde olan tutkulardan, zaaflardan sıyrılabilirse dünyasını yeniden inşa edebilecektir. Kim olduğunu, iç dünyasını Küçük Prens’le öğrenmeye başlar. Ancak yolculuğu bitmemiştir; önünde uzayan yolu uzundur.

Bizler bildiğimizi sandığımız şeylerin çok önündeyiz. Ötesinden haberimiz yok. Hayatı, kâinatı, varlığı ve kendimizi çözebilmek için geçilecek daha çok geçitlerimiz var. Bu yolun başı, çöl. Pilotun yolunun başı da çöl. Küçük Prens’le karşılaşarak çocukluk ruhunu yeniden bulduğu yerdir burası. Sorularından, bunalımlarından, aklının şüphelerinden kurtulmak isteği içindedir. İçindeki bilinmeyenleri bilmek, yaradılış sırrını çözüp bu çağın karmaşasında kaybolanları yeniden bulabilmek için gezegenler yolculuğuna bu çölde çıkar. Çünkü iç âlemi keşfetme ve onunla hesaplaşma ancak çokluktan, karmaşadan uzaklaşmakla ve çölün çıplak sessizliğinde kendimizi olduğu gibi görmekle, dinlemekle gerçekleşebiliyor.

‘Buradan sonra nereye gitmemi önerirsiniz?’ diye coğrafyacıya sordu.

‘Dünya’ya git,’ dedi coğrafyacı. ‘İyi şeyler duydum orası hakkında.’

Küçük Prens, coğrafyacının bu önerisiyle, Dünya adlı gezegene uğrar. Bu gezegen daha önceki altı gezegende sergilenen modellerin yaşama uygulandığı yerdir. Coğrafyacının gezegeninden bakıldığında uzayda gök mavisi bir bilye gibi dönen bu yerküre, muazzam boşlukta çok çekici görünür. Sıradan bir gezegen değildir; ayrıca çok büyüktür. Art arda sıralanan rakamlar bu büyüklüğü gözler önüne sermek içindir.

Yedinci gezegen böylece Dünya oldu. Dünya öyle sıradan bir gezegen değildir. Orada (zenci kralları da atlamadan) tam 111 kral, 7.000 coğrafyacı, 900.000 iş adamı, 7.500.000 ayyaş, 311.000.000 kendini beğenmiş insan yaşar; 2.000.000.000 insan yani.

Dünya’nın büyüklüğü hakkında siz bir fikir vermek için şu kadarını söyleyeyim: Elektriğin bulunmasından önce altı kıtanın tümünü aydınlatmak için tam 462.511 kişilik bir fenerci ordusu işbaşındaydı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.72

Sayılara bakıldığında insanlığa hâkim olan özellik: Kendini beğenmişlik. Tam 311 milyon. Bağımlılık oranı da ürkütücü. Kimi hükmetme isteğinden insanlara karışamıyor, kimi işkoliklikten, kimi durumundan utandığı için; kısacası her biri, beraber yaşanacak sıcak, mutlu ortamların oluşmasına hiç uygun değil.

Yeryüzünde rastladığımız herkes, ruhları ölmüş birer insandır. Yani, her biri Küçük Prens’in ziyaret ettiği gezegenlerde yaşayan insanlara benzerler. Bu insanların varlığının bir anlamı yoktur: Sahip olduklarını zannettikleri güçle gözleri kör olmuştur; diğer insanları sadece birer nesne olarak görürler; ben-merkezcidirler; varlıklarını maddiyata indirgemiş, sahip olduklarını zannettikleri şeyler tarafından yabancılaştırılmışlardır; alışkanlıklarının tutsağı olmuş, entelektüellikleriyle gerçeklerden uzaklaşmışlardır. Kaygı verici olan, artık orada arkadaşlık edebileceğimiz fenercilerin olmamasıdır.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.74

Küçük Prens dolaştığı gezegenlerde dost olarak bir tek fenerciyi gördüğü için düşlediği dünyasında da emekçi olarak fenercileri seçmiş. Çünkü fenerci, birtakım yanlışlarına rağmen bulunduğu ortamı aydınlatan bir karakter.

Pilot, sokak fenercilerinden oluşan bir fener ordusunun büyüleyici güzellikteki hareketlerinin, bir opera balesinin hareketleri gibi düzenli olduğunu hayal ederken bulur kendini. Pilotun gerçek değerleri yeniden bulacağını ve sıfırdan inşa edeceğini, insanların ortak bir iş için hep birlikte çalışacakları, birbirlerine bir şeyler kazandırabilecekleri bir toplum yaratılabileceğini umut ettiği o anda ortaya çıkar bu görkemli gösteri.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.74

Uzaktan bakıldığında gerçekten görülmeye değerdiler. Sanki bir operadaki balerinler gibi düzen içinde hareket ediyorlardı. Önce Yeni Zelanda ve Avustralya’daki fenerciler fenerlerini yakıyorlar ve sonra uykuya yatıyorlardı. Sonra Çin ve Sibirya’daki fenerciler sahneye çıkıyorlar ve görevlerini yapıp yerlerine çekiliyorlardı. Onları Rus ve Hintli fenerciler izliyor; daha sonra Afrika ve Avrupa; son olarak da Güney ve Kuzey Amerikalı fenerciler işe koyuluyorlardı. Bu sırayı hiçbir zaman aksatmıyorlardı. Harika bir şeydi.

Yalnızca iki kişinin, Kuzey Kutbu’ndaki ve Güney Kutbu’ndaki birer fenerin başında duran fenercilerin işi azdı. Yılda yalnızca iki kez iş çıkıyordu onlara.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.72-73

Hayaller… Umut kuşları gibi yükselirken gökyüzüne, gölgeleri hayatımıza tatlı serpintilerdir. Pilotun düşlediği bambaşka bir gezegen. İnsanî değerlerin yaşandığı, insanlığın el ele verip güzellik, özgürlük, barış müjdeleyen işleri gerçekleştirebileceği bir dünya. Düşünceler aydınlık; davranışlarda ahenk ve denge var. Herkes dünyadaki yerinin ne olduğunu, varlığa karşı görevini biliyor. Kalpten kalbe düzgün yollar uzanıyor.

Bunları görebilme erdemi, varlığın hakikatini doğru yorumlayanlar için var. Varlığın hakikatinde “Varlık Sahibi”ne teslimiyet ve kendinden başka varlıklar için fedakârlık var. Ruhun huzur duyması ve sonsuzluğa kanatlanması, can dilinin sabrına ve fedakarlığı dillendirmesine bağlı. Dil doğru kaynaktan beslenirse berekettir. Bütün bunlar gönlün görmesiyle oluyor; çünkü dil araç, gönül kaynaktır. Bu görme gözbebekleriyle değil, yürekle gerçekleşiyor.

İnsan iç dünyasının renkleriyle görür, sesleriyle düşünür. Arzu, çoğu kez yanıltır düşünceyi. Bizi ilgilendiren konu, diğerleri yanında daha büyük görünür. Yargı ise objektif olmayı gerektirir. Bu nedenle ilk yapılacak şey önyargıyı bir tarafa koymaktır. İnsan yargı için en uygun kişi olarak kendini seçerse, yanlıştan kurtulamaz. Bu durumda düşünce işlevini yitirir. Tutku, görüşü kapatırsa düşünce gerçeğe bir yol bulamaz artık.

Çoğu kez insanın yakınındadır gerçek ama onu görebilmek için, yalandan, yapaydan kurtulmak gereklidir. İnsan ancak gerçeğin coşkusuyla objektif kalabilir.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.45

Arif kişiler kendilerinin sadece bir suretten ibaret olmadıklarını idrak etmişler. Hayatları suretin ardındakini bulmak için yolculukla geçmiş. Yaşadıklarını, öğrendiklerini dile getirip yola çıkacaklara, yolda olanlara, Yunus Emre gibi öğüt vermişler.

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu2  

“Erik, üzüm ve ceviz.” Erik ağacında üzüm ve ceviz yetişmeyeceğine göre bunlar belli ki şiirdeki üç metafor. İnsanın hakikat yolunda kendisi; nefsi ile yüzleştiği merhaleleri anlatan üç sembol. Olgunlaşırken geçirdiğimiz dönemler. Erik ekşidir, üzüm ise tatlı. Ekşinin tatlıya dönüşmesi için uzun bir zamana ve üzerine yansıyan güneşin sıcaklığına ihtiyacı var. Koz; yani ceviz ise üzümün içindeki çekirdek.

Bizler önce olmamış veya ekşi meyveler gibiyiz. Cahiliz. Sözlerimizle, davranışlarımızla, hamlıklarımızla yüzleri, gönülleri burarız. Ancak bu hal böyle devam etmez. Yaşam ve öğrendiklerimiz bizi eğitir. Üzümün özü çekirdeğinde, bizim de olgunlaşmamız ilimde, eğitimdedir. Öğrendiğimiz her şey çekirdektir. Çekirdeğin meyve vermesi ve bizim olgunlaşmamız için de gerekli olan şey “sabır”.

Çekirdek başka ağaçları yetiştirmek içindir; yemek için değil. Bundan dolayı hiç düşünülmeden harcanan çekirdek, her yeni oluşumun ölümüdür.

Verilmiş armağanları ölçülü bir biçimde kullanmadığımdan pişman oldum. Bunlar kesinlikle anlam ve yoldan başka bir şey değil; ben onları sadece kendileri için istedim ve onlarda çölden başka bir şey bulamadım. Gerçekten de ölçüyle, maddî manevî cimriliği karıştırdığımdan bunları denemeyi hiç istemedim. Bir saat ısınmak için ormanı yakmak hoşuma gidiyor, çünkü ateş bana daha görkemli gözüküyor. Ve atımın üstünde vızıldayan kurşunların sesini duyduğumda günlerimi kısıtlamak beni pek ilgilendirmiyor. Her an neysem değerim de odur ve meyve bir safhayı ihmal edeni doğurmaz.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.519

Verilen her nimetin kıymetini bilen ruh, bir “an”ı da ağaca dönüştürür. Dönüşmek için sabır, ağaç olmak içinse irfan lazım. İrfan sahibi bilen, her daim öğrenen ve öğrendiğini kalbine nakşedendir. Sabırsız, aceleci tutumlar arif olanı rahatsız eder. Çünkü vakti gelmeden, düşünülmeden sarf edilen şey, boşu boşuna ziyan olacaktır. Çekirdek aynı zamanda bizdeki istidat. Tatlı üzüme dönüşecek olan bu potansiyel, zamanında ve doğru kullanılmadığında ekşi erikte ziyana uğrar.

Bozgunumun çeşitli nedenlerinin kökünü bulmak istesem, yeniden canlanmak hevesindeysem ilkin yitirdiğim tohumu bulmam gerekir. Çünkü uygarlık tohuma benzer. Buğday insanı besler, ama insanoğlu da tohumunu ambarda saklayarak korur. Yedek buğday tohumları, çeşitli buğday kuşakları boyunca bir kalıt gibi saygıyla saklanır.

Ekinin boy atıp büyüyebilmesi için ne tür buğday istediğimi bilmem yetmez. Bir insanın türünü -ve ondaki gücü- kurtarmak istiyorsam, onu oluşturan ilkeleri kurtarmam gerekir. Oysa şu an sahip çıktığım uygarlığın ne menem bir şey olduğunu biliyorum, ama onu yürüten kuralları yitirdim.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.153

İnsanoğlunun çocukluktan yetişkinliğe geçerken yitirdiği masumiyet, Saint-Exupéry’nin eserlerinde hassasiyetle durduğu önemli bir konu. Yazar, İnsanların Dünyası’nda yitirilen masumiyeti ve özden kopuşu hüzünle dile getirirken Küçük Prens’te özden ve masumiyetten kopan yetişkinin bu değerleri arama ihtiyacını anlatır.

Bir karı kocanın karşısına oturdum. Aralarındaki çocuk kendisine iyi kötü bir yuva yapmış uyuyordu. Uykusunun arasında döndü, gece lambasının ışığı altında yüzünü gördüm o zaman. Ah! Ne tapılacak bir surattı o öyle! Bu adamla kadından doğmuş altın meyve. Bu güzellik ve tatlılık işte bu hantal yabanî sürüden çıkmıştı. Yaldız gibi parlak alnına, somurtmuş yumuşacık dudaklarına doğru eğildim.  

Dedim ki: İşte bir müzisyenin yüzü, işte ‘çocuk Mozart’, işte hayatın güzel bir vaadi. Ne farkı vardı ki masallardaki küçük prenslerden, sarılıp sarmalansa, korunsa, eğitilse, kim bilir ne olurdu ondan! Bahçelerinde yeni bir gül bittiğinde, bütün bahçıvanları bir telaş sarar. Ayrı tutarlar onu öteki güllerden, sularlar, gözetirler. Ama insanlar için bahçıvanlar yok ki. Bu çocuk Mozart da diğerlerinin geçtiği makine tezgahından geçecek. Bu çocuk Mozart da çalgılı havasız barlarda o kokuşmuş şarkılarda bulacak kendi müzik zevkini. Hüküm şimdiden verildi bile işte.

Benim içimi yakan, ne bacaklarındaki yumrular ne sırtlarındaki kamburlar ne de bu çirkinlik. Biraz da hepsinin de içindeki katledilmiş Mozartlar.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.197-198 

Sen de bir sudan başladın
Bir suya akmakmış maksat.
Hazinesi pak “Derya”nın
Neyin var ise çer, çöp; at.
 

Sen aynı ağaç gibi bir yolcusun, dallarından meyveye yürüyen. Bir nutfeden yaratıldın. Yüzde yetmiş su olan bedeninle yüzeyi yüzde seksen su taşıyan dünyadan sonsuzluk deryasına yol alıyorsun. O derya, pisliği kabul etmiyor. Bunun için kaynağın temiz olması ve suların çağıldayarak akması lazım ki çer, çöp tutmasın.

Nihayet yolcu. Dengini sırtına dolamış ve yolun vaat ettiklerine kendini bırakmış insan. Yolun sarhoşu. Yola çıktın çünkü dünya senin için yerleşmeye değmez. Çünkü uzakların fısıltısı başını döndürüyor. Yaraların sadece yolda olmakla şifa buluyor. İçindeki boşluğu sadece yol onarıyor. Yola çıktın çünkü bir yaran var. Doğduğun günden beri ruhun sızlıyor. Sen de diğerleri gibi kendini zamanın o büyük kahkahasına bırakabilir ve hayatı emniyet şeridinden giderek yaşayabilirdin. Ama o zaman yeni denizleri kim bulacaktı ha? Yeni öykülerde ve yeni insanlarda kim ısınacaktı? İçin nasıl zenginleşebilecekti?

Dışarıda çağlayan bir maceran var, ruhunu ona katman gerek. Onunla çağlaman, bir âlem olup akman gerek.

Kemal Sayar / Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez / Yol, Yolculuk, Yolcu / s.108

İnsanın gözüne baktığımızda bizi ilk etkileyen, şekli değil; derinliği olsa… Yapay olmayan, gönlü bakışlara taşıyan durulukla seyredebilsek her şeyi… Dinleneceğimiz, huzur bulacağımız, duyguların usul usul vurduğu sahillere doğru ruhun halvetinde yolculuğa çıkabilsek…


1. Yanılsama: Yanlış algılama, duyu organlarının yanılması.
Optik yanılsama: Görsel illüzyon ya da göz yanılsaması.
2. Erik dalına çıktım, orada üzüm yedim
Bostan sahibi kızarak cevizimi neden yersin, dedi.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply