Yapacak Çok İşim Var, Çok!

0

Dağın doruklarını hedefleyenin gözü göklerdedir. Oraya ulaşabilmek için attığı her adım, onu yerden uzaklaştırır. Bu nedenle en değerliye, en yüceye varabilmek için diğerlerinden vazgeçebilmek, bir hakikat dağcısının, gökler âlemine aşıkların hedefi olmalı.

Sadece bu dünya için yaratılmadık. Ruhumuzla buralı olmadığımız, çektiğimiz acılardan, içimizi saran yaralardan o kadar belli ki… Gerçek yurda olan hasretin farkında olabilsek neyzen olup ney gibi inleyeceğiz; ama çoğumuz farkında değiliz. Belki de içimizdeki feryadı bastırmak adına bu denli yarışıyor, mal, mülk edinebilmek için çırpınıyoruz. Zamanı mücadeleye, mekânı kavga yerlerine dönüştürüyoruz.

Bir yerlerde kaybettik. İnsanoğlunun termit yuvası şimdiye dek hiç olmadığı kadar zengin. Artık daha fazla refaha ve daha fazla boş zamana sahibiz. Fakat çok vahim bir eksiğimiz var… Bizler artık kendimizi daha az “insan” hissediyoruz. Gizemli ayrıcalıklarımızı bir yerlerde yitirdik.

Antoine de Saint-Exupéry

Doğru hedeflere koşmak ruhu kanatlandırır; ama bu nasıl bir koşturmadır ki soluk soluğa tükeniyoruz. Duygular tükeniyor, hayatın anlamı tükeniyor. İlişkiler, dostane hisler tükeniyor. Çünkü doğru hedeften, kendi hakikatimizden uzaklaşıyoruz. Çünkü yolumuz kalbin yörüngesinden çıkmış; adımlarımız nefsin tutkularına takılmış, öylece gidiyoruz.

İnsan! Sanki o kendisinden ayrı, sanki o kendisine yabancı bir şey gibi,
Karanlığa dalıp kaybolan bir suçlu gibi kaçıyor, saklanıyor ‘gerçek’ten.
Ona sorun ‘Nereye gidiyorsun?’ diye; size cevap verecek:
‘Hiç bilmiyorum, buradan uzağa yalnız, buradan uzağa, hep uzağa, hep uzağa; hedefime varmak için tek yol bu!!!’
Orası neresi?

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.103 

Bilmiyor insan; nereye gittiğini bilmiyor; çünkü dünyada insanı insan yapan sınırlar kalkıyor. Özgürlük adına değerler kalkıyor. Tutkular adına irade kalkıyor aradan; madde adına mana kalkıyor…

Uçak, haberleşme araçları mesafeleri kaldırıyor. Görsel medya dünyayı adeta tek odaya topluyor. Yan yana, dip dibe yaşıyoruz. Ama sıcaklık yok o odada. Birbirinden kopmuş aile gibiyiz. Güven yok, inanç yok. Ruhu darmadağın olmuş beden gibiyiz.

Yaratılış amacına ters bir hayat sürüşü, insanın temelde saklanan sorunudur. İnsan ‘inanç’la sonsuz hayata yönelmezse, amaç ve eylem kaybeder anlamını. O zaman insan günübirlik yaşar, maske takar dolaşır, gerçekten uzaklaşıp.

Gerçek zevk ruh huzurundan doğar. Bu ruh huzurudur tutkuyu dizginleyen.

İnsana gerçek neşe “düşünsel ve erdemsel” etkinliklerle gelir. Ve bu neşe bilgiden de dengeden de ayrılmaz.

İnsan gerçeğe gözünü kapayarak, saldırır fani zevke. Gökte parlayan güneşi görmek istemediği gibi, kalbinin atışı da artık ilgilendirmez onu.

İnsana ters düşüren yabancı ihtiraslar, zevkin sesinden başka bir şeyi duyurmaz da insan kendinden başka biri olur.

Manen güçlenmesi gerekiyor insanın. Çünkü tutku, zincirinden boşanmak için her zaman fırsat gözler.

Kemal Ural / Bir’in Sırrı / s.94

Ruh rahatlatır, kanatlandırır bedeni. Vicdan huzur verir, dinlendirir zamanı. Kalp sarar sarmalar, sıcacık hissettirir, renklendirir çevreyi. Ama nefis sadece koşturur bir zevkten diğerine. Bir çikolataya, bir oyuncağa meyil gittikçe büyür; sınırsız arzuların sınırsız yollarına düşürür. Hazzın kokusunu duydukça durmadan alıp tüketmeye başlar insan. Bu çağ tüketim çağı. Koca alışveriş merkezlerinde eşyalar, ruhsuz evlerin yalnızlığında eşya gibi alıp satılan duygular tüketilir. İlişkiler alışverişe, yaşam ve can mala dönüşür. Kavramların başı döner; sevgi dediğimiz şey arzuya, fedakârlık menfaate dönüşür.

Kulvar üzerine kulvar açılır. Satın alabilmek için kazanmaya koşulur. Kazanmak rekabeti getirir. Rekabet ise hırsı. Hırs için daha nice kulvarlar açılır. İnsan bir de bakar ki yaşam kulvarında durmadan koşan bir robot oluvermiş. Eski saatler sık sık kurulurdu. Kurulmazsa dururdu. Şimdiki saatler ise durmayı bilmiyor. Pili bitene kadar çalışıyor. 

Dördüncü gezegenin sahibi bir iş adamıydı. O kadar meşguldü ki Küçük Prens’in geldiğini görmemişti bile.

‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens ona. ‘Sigaranız sönmüş.’

‘Üç iki daha beş eder. Beş yedi daha on iki; on iki üç daha on beş; on beş yedi daha yirmi iki; yirmi iki altı daha yirmi sekiz… Sigaramı yeniden yakacak zamanım yok. Yirmi altı beş daha otuz bir… Vay canına! Böylece beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir etti.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.57

Bu gezegende de Küçük Prens daha öncekilere benzer şeylerle karşılaşıyor. Burada da tek kişi yaşamakta. O da diğerleri gibi yalnız. İçindeki soğuk, her halinden belli oluyor. Yalnızlık, sığınılacak doğru bir yer bulunca sıcacıktır. Ama Küçük Prens’in uğradığı her gezegendeki karakter, sığınacağı yeri yanlış seçtiğinden iç dünyası buz gibi.

Sanırım ölesiye çalışacağım. Bu cümle sana mı ait, sevgili okuyucu? Eğer öyleyse, sen muhtemelen dördüncü gezegene aitsin. Çünkü bu gezegen bir iş adamınındır.

Küçük Prens’le birlikte alkol bağımlısının gezegeninden ayrılır ayrılmaz, yine bir bağımlıyla uğraşmak zorunda kalırız. Karşımıza çıkan bu yeni adam, aynı anda farklı bağımlılıklara sahiptir; sahip olma ve çalışma hırsı… Hiç durmadan hesaplar da hesaplar. Sigarası elbette üçüncü bağımlılığıdır; ağzının kenarında çoktan sönmüştür. Bu iş adamı kendisine soru sorulmasından hoşlanmaz. Sadece hesaplar. Tam olarak neyi saydığını kesinlikle söylemek istemez. Ben ciddi bir insanım; çocukça saçmalıklarla vakit öldüremem.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.64-65

Bu gezegendeki tip, bir işkolik. Onun sığındığı yer, sadece rakamlarla dolu bir dünya. Güneş girmeyen loş yerler gibidir yüzü. İfade yok. Işık yok. Belli ki diğerleri gibi o da bir tutkunun tutkunu. İlk karşılaşmada diğer gezegendekiler gibi mesaj veren, karakteri çözümleyen bir söz çıkmaz ağzından; çünkü Küçük Prens’in geldiğini göremeyecek kadar meşguldür.

Belli ki çevresi ile iletişimini kesmiş, kendini kazanmaya vermiş. İnsanî ilişkiler ona göre vakit öldürülen çocuksu saçmalıklar. Para sesi, beyninde uçuşan rakamlar, ailesinin, arkadaşlarının yerini almış; sevgisiz dünyasını “sahiplenme duygusu”yla tatmin etmeye çalışıyor. Şu geçici dünyada mana dışında hiçbir maddenin kalıcı olmadığını bir anlayabilse uyanacak sarhoşluğundan; ama hazzın, hırsın, sihrin etkisi iliklerine kadar işlemiş.

Mülkiyet:
Biliyorum ki ben,
Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler
dışında,
Hiçbir şeye sahip değilim.
Biliyorum ki ben,
Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım
anlar dışında,
Hiçbir şeye sahip değilim.

Johann Wolfgang von Goethe

Nefis, bu gezegende vitrinini “sahiplenmek” ve “hırs” üzerine düzenlemiş. Vitrindeki adam ihtiyacı tanımayan, sadece ihtirasa odaklı çağın rol modelidir. Bu model elini başka bir ele ihtiyaçla uzatmayı bilmez. Dili ihtiyacı dile getiremez. Bildiği; hırsla çekip almak ve kelimeleriyle ısırmak.

Bir toplumda kullanılan kelimeler ve kavramlar, o toplumda yaşayanların dünyaya bakış açılarını, yaşam biçimlerini, ruhsal yapılarını gösteren birer ayna gibidir. İhtiyaç, ihtiras kelimeleri incelenildiğinde bu aynadarlık açıkça görülüyor.

İhtiyaç1 gereksinim duyulan şey demek. İhtiras2 ise hırslı olma, şiddetle isteme anlamında.

İhtiyacı bilmeyen insan demek ki bir başkasına gereksinim duymuyor. İhtiyaç yumuşak duyguları içeriyor. İhtiras ise sert duyguları.

Bu gezegendeki iş adamı, diğerlerine nazaran çok ciddi. Etrafında olanlara anlayarak bakan biri değil. Kafası yalnızca sayılarla meşgul. Bundan önceki gezegende bir alkolik yaşıyordu. Burada ise bir işkolik. Sahip olma, çalışma hırsı ve sigara onda birbirini tetikleyen tutkular. Her şeye sahip olmak; bunun için sürekli çalışmak. Bu temponun stresini atmak ve gevşemek için sigarayla adeta bütünleşmek. Kısacası o katmerli bir bağımlı.

Buna benzer bir tipleme var Saint-Exupéry’nin iş hayatında: Latécoére

Kahraman sınıfında olmamakla birlikte, yeni işinde onu etkileyecek olan bir başka kişi de şirketin kurucusu Pierre-Georges Latécoére olur.

Parlak zekalı bir iş adamıdır. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Fransa’nın ünlü eğitim kurumu Centrale’den inşaat mühendisi diplomasıyla iş hayatına atılır.

Latécoére, savaşın bitiminden itibaren hava kuvvetleri envanterindeki kullanılmış savaş uçaklarını satın alarak, onları sivil taşımacılığa uygun hale getirir. Böylece ilk hava posta servisini kurar. Bu da dünyada alışagelmiş haberleşme kurumlarında radikal bir değişikliğin ilk adımıdır aslında. Örneğin, Fransız mandasındaki Fas’a eskiden bir mektup en erken bir haftada giderken, uçak postasıyla bir günde adrese ulaşır hale gelir.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.83-84

Saint-Exupéry, Latécoére’in yaratıcı fikirlerinden çok etkilenmişe benziyordu. Aslında, Fransız denizaşırı sömürge sisteminin gelişmesinde bir zamanlar İngilizler’in denizlerdeki egemenliğine benzer bir girişimdi yaptığı. Ancak bütün hayatını, gecesini gündüzünü işe hasrediyordu. Uzun saatler boyu masasında ağzındaki sigaranın külü uzayarak oturuyor, hep yeni projeler geliştiriyordu. Büyük servetler kazanıyor; ama harcayacak zamanı olmuyordu. Saint-Exupéry’nin kafasında yer eden Latécoére, ileride Küçük Prens’in bir anti- kahramanı olacaktı: 13. bölümdeki iş adamı.   

Küçük Prens’teki iş adamı figürü abartılı bir kurgu idi belki, ama gerçek hayatta Latécoére onu pekâlâ temsil edebilirdi!…

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.85

‘Ne diyordum? Beş yüz bir milyon…’

‘Milyon ne?’

İş adamı birden bu soruyu yanıtlamadan rahat bırakılmayacağını anlamıştı.

‘Şu küçük şeylerden,’ dedi.

‘Hani gökyüzünde görürüz ya arada bir.’

‘Sinekler mi?’

‘Yo, hayır. Parıldayan küçük şeyler.’

‘Arılar?’

‘Hayır hayır, tembellere hayal kurduran küçük altın şeyler. Bense boş hayallerle zaman öldüremem, önemli işlerim var benim.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.58-59

Dördüncü gezegende, her sözünde “ciddi” olduğunu belirten bir iş adamı ile karşılaşır Küçük Prens. Günlerini küçük parlak şeyleri saymakla, biriktirmekle ve temiz bir bankada toplamakla geçiren bir adamdır bu. Yaptığı iş tamamen boşunadır. Çünkü ne bir üretmeye ne ilişki kurmaya ne de zaman içinde kendini değiştirmeye yaramaktadır.

Bununla birlikte iş adamı paranın sadece bizim onlara verdiğimiz anlam dışında bir değerinin olmadığının ve uğraştığı işin asılsız ve hayalî şeylerden başka bir şey üretmediğinin farkına varabilirdi. Eğer küçük parlak şeyler, tembellerin olmayacak düşler kurmalarını sağlıyorsa, başkalarıyla paylaşabileceği bir şeyler üretebilseydi gerçekten zengin sayılabileceğini anlayabilirdi. Medeniyetin yaratılan nesnelerden çok yaratılışın kendisi üzerinde yükseldiğini anlamamak mümkün mü?

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.69

Kainattaki her şey hikmetle yaratılmış. Hepsinde sayısız yararlar var; boşluğa yer yok. İnsana verilen maddî ve manevî değerler, her organ, her duygu onunla fayda sağlanılsın, güzellikler ortaya çıksın diye emanet edilmiş. Zaman emanet, her nefes, akıl, hayal, göz, dil, kulak, el, ayak emanet. Bu emanetleri doğru istikamette ve yerinde kullanmak sadakat ve adalet. Yersiz, fayda sağlamayacak yerlerde kullanmak ise hıyanet ve zulüm.

Verileni veriliş gayesine göre kullanmamak, israf etmek zulüm demektir. Zulmeden nasıl huzur bulabilir? Göz, kulak, kalp… her şey ordan oraya anlamsızca savrulurken beden nasıl dinlenir; ruh nasıl nefes alabilir?

Şu anda yurdumun insanları umutsuz görünürken umut besleyişim de beni onlardan ayırmıyor. Onların umut payıyım ben. Çoktan yenildik, buna kuşku yok. Her şey askıda. Her şey yıkılmakta. Ama ben, hâlâ yenen insanların rahatlığı içindeyim. Sözlerim çelişik mi? Vız gelir? Pénicot, Hochedée, Alias, Gavoille gibiyim. Yengimizi dile getirecek sözcük bulamıyoruz. Ama sorumlu hissediyoruz kendimizi. Hiç kimse hem sorumlu hem de umutsuz olamaz.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.146

Kâinat bir ağaç gibiyse bu ağacın her zerresinde nice sürgün hücreleri var demektir. O sürgünlerde nice neşelendirecek görüntüler, rızık olacak nimetler, rüzgârı nağmelendirecek dallar, gölgesiyle koruyacak yapraklar var demektir. Her birinin filiz vererek hayata yol almasını sağlayacak insanoğluysa, nasıl olur da o bunları ihmal edebiliyor; mahvolmasına göz yumabiliyor?…

Hırs, basirete çekilen perde. Onunla hakikat görülemez. İhtiras, fedakarlığın erdeminden çok uzak. Bütün kollarıyla ahtapot gibi sarıyor, sıkıyor ve boğuyor.

Gerçekten de güç ve iktidar, eğer egemenlik aşkıysa ben buna aptalca bir hırs derim. Ama bir yaratıcının eylemiyse ve yaratma eylemiyse, araç gerecin karışması, buzulların su birikintilerine dönüşmesi, tapınakların zamana direnemeyip toz haline gelmesi, güneşin sıcaklığının ölgün bir ılıklığa dönüşmesi, eskiyen kitabın sayfalarının karışması, dillerin karışması ve bozulması, güçlerin eşit hale gelmesi, çabaların dengelenmesi ve nesneleri bağlayan kutsal düğümden doğan bütün yapının tutarsız bir bütüne dönüşmesiyse ben bu gücü ve iktidarı yüceltirim.

Çünkü o, çöldeki çakıl taşlarını isteyen, köklerini, özsularının tadı kaçmış bir toprağa daldıran, dallarında buzla karışacak ve onunla çürüyecek olan bir güneşi tutan ve artık kımıltısız olan ve her şeyin yavaş yavaş dağıtılmış olduğu, düzlenen ve dengelenen çölde kayaları ve çakıl taşlarını aşan ağacın adaletsizliğini inşa etmeye başlayan, güneş için bir tapınak inşa eden, rüzgârda arp sesleri çıkaran ve hareketsizlik içinde hareketi yaratan bir servi gibidir.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.261

Ufukların ötesi, hayal edenlere açılır. Yüceler sevginin nurunu bekler. Sadece paranın, maddenin hayaline kapılanların yarını yoktur. Bu gezegendeki iş adamı da yarını olmayanlardan. Ufku olmayan günlere durmadan köksüz, değeri olmayan nesneler biriktiriyor. Onun gibiler ne kadar kazansalar da ruhen fakirdirler. İnsanlık adına yüce gayeler taşımazlar. Ne kâinat ağacının ne de verilen değerlerin farkındadırlar. Hayalin kanatlarından, sevginin pınarından habersizdirler. Savaş, makine ve hırsın kuruttuğu çağın toprağından başka ne beklenebilir ki?

Düşünen insan, tohum demektir. Bir gerçeği bulan her insan başkalarının koluna asılır, bu gerçeği onlara da gösterir. Bir şey bulan adam, hemen herkese yayar bu buluşunu…

Heykelci eserince ağırdır. Çamuru nasıl yoğuracağını bilip bilmemesinin hiç önemi yoktur. Bir parmak darbesinden ötekine, yanılgıdan yanılgıya, çelişkiden çelişkiye geçerek, çamurun içinde doğruca eserine gidecektir. Zekâ da yaratıcı değildir, yargı gücü de. Heykeltıraş, bilgi ve zekadan başka bir şey değilse elleri üstün bir yetenek gösteremez.

Uzun süre yanılmışız zekanın oynadığı rol konusunda. İnsanın özünü ihmal etmişiz. Değersiz ruhların ustalığı yüce amaçların gerçekleşmesine yardım edebilir, ustaca ayarlanan bencillik bir özveri havası yaratabilir, kupkuru yürekler, ardı arkası gelmeyen söylevlerle kardeşlik ya da sevgiye varabilir sandık.

Varlık’ı ihmal ettik. Sedir tohumu, isteseniz de istemeseniz de sedir ağacı olur. Böğürtlen tohumu da ancak böğürtlen verir.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.146-147

Bununla birlikte, iş adamı paranın sadece bizim onlara verdiğimiz anlam dışında bir değerinin olmadığının ve uğraştığı işin asılsız ve hayalî şeylerden başka bir şey üretmediğinin farkına varabilirdi. Eğer küçük parlak şeyler, tembellerin olmayacak düşler kurmalarını sağlıyorsa, başkalarıyla paylaşabileceği bir şeyler üretebilseydi gerçekten zengin sayılabileceğini anlayabilirdi.

Medeniyetin, yaratılan nesnelerden çok, yaratılışın kendisi üzerinde yükseldiğini anlamamak mümkün mü?

 Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.69

Bir dakika bile oyalanmaktan hoşlanmayan bu adamı Küçük Prens sorularıyla oyalıyor.

Üst üste sordukları, özel hayatını bile unutan bu adamı bayağı kızdırıyor. Kazanmak iş adamı için her şey demek. Her şeyi parayla satın alabileceğini düşünüyor. Duygulara ise saygısı yok.

‘Beş yüz milyon ne?’ diye sordu Küçük Prens.

‘Ha? Sen hâlâ burada mıydın? Beş yüz bir milyon. Duramam. Yapacak çok işim var, çok. Önemli işlerim var benim. Boş sözlerle zaman öldüremem. İki beş daha yedi…’

‘Beş yüz bir milyon ne?’ diye sordu Küçük Prens yine. Yanıtını almadan sorusundan asla vazgeçmezdi.

İş adamı başını kaldırdı:

‘Bu gezegende yaşamaya başladığımdan bu yana geçen elli dört yıl içinde yalnızca üç kez çalışmam bölündü. İlki yirmi iki yıl önceydi. Nereden geldiğini bilmediğim sersem bir kaz konuvermişti karşıma. Çıkardığı korkunç sesler her yerden yankılanıyordu. Toplamada tam dört yanlış yaptırdı bana. İkincisi, on bir yıl önceydi. Romatizmam tutuverdi. Pek jimnastik yapamıyorum. Boş gezecek zamanım yok. Üçüncüsü, işte o da şimdi!’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.58

Bizden çok daha sebatlı ve yaşamı boyunca yanıtını alamadığı bir soruyu tekrar sormaktan asla vazgeçmemiş olan Küçük Prens üsteler. İş adamı sinirlenir. Bunun, elli dört yıl içinde üçüncü rahatsız edilişi olduğunu söyleyerek homurdanır. Hakikaten işi dışında hiçbir şeyi önemsememektedir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.65

Varlık denilen bir sevgi çemberi var. Her şey dayanışma, yardımlaşma içinde. İş adamı bu dairenin dışına atılmış sanki. Kendisinden başka hiçbir şeyi önemsemiyor. Küçük Prens’e çalışmasını bölen şeyleri sıralarken söyledikleri, onun ruh profilini çok güzel çiziyor.

Kendisini rahatsız eden ilk şey bir kaz. Varlığın bu güzelim tablosuna bakışı onun tabiattan ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor. Çok cimri ve duygusuz. Hayatın muhteşem sesleri hissiz dünyasında sadece bir gürültü.

İş adamını rahatsız eden ikinci sebep romatizmasından dolayı hareket edememesi. Hastalığımız bizim ne kadar aciz olduğumuzu anladığımız, şefkate ihtiyaç duyduğumuz, hatta çocuklar gibi nazlandığımız sancılı ama garip bir sıcaklık barındıran ruh halimiz. Ama bu tiplemede bunların hiçbiri yok.

Ben bedenleri besleyen şeyleri kurtarmak için değil, ışığın niteliğini koruyabilmek için savaştım. Ekmeğin, yurdumun evlerinde yarattığı özel ışık için savaştım. Şu giz dolu küçük kızda beni en çok, en başta etkileyen şey, onun madde dışı, ruhsal görünüşüdür. Yüzün çizgileri arasındaki adsız bağdır. Sayfadaki şiirdir; sayfa değil.

Antoine de Saint-Exupéry / Savaş Pilotu / s.144

Sayfalar gün gelir yıpranır, yırtılır; ama üzerlerine yazılan şiirler kendileriyle bütünleşen ruhlarla sonsuzlaşır. Düşünceye, emeğe, tere insanlığını yazanların adı silinmez aynı o şiirler gibi.

Sayfalar kendilerine sonsuzluğu tattıracak o şiirleri arıyor.
.

1. Arapça bir kelime. Aynı kökten gelen “hacet”, gereksinme anlamında.
2. Arapça bir kelime. Aynı kökten gelen “hırs”ın manası, şiddetli istek duymak.

‘İş Adamı’ İllüstrasyonu © Victor Maury
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply