Yalnızca Sıradan Bir Gül müsün Sen?

0

Evlilik… Belki de en dikkatle atılacak adımların en hassas yolculuğu. Ruh ve bedenin, mana ve maddenin çok özel bir kıvamı. Kıvam tutturulmayınca malzeme çabuk bozuluyor. Yaşamın, yolculuğun tadı kaçıyor. Ruhların birbirini tanımadan sadece bedenlerin tanışması, yarı yolda bırakıyor bizleri. Yolcunun, yol arkadaşına sadakati yolu emin eylermiş. Ruh, eşinin ruhunda ne kadar yansırsa o kadar aydınlanırmış önündeki yol. Birlikte atılan adımlar tok ses çıkartır; ürkütürmüş kurdu, hırsızı, uğursuzu. Beraber açılan heybeler, paylaşılan azıklar yuva eylermiş konaklanan yeri. Yuva kurmanın sanatını bilenler böyle demişler. Sevgileri karanlıkta ay ışığı olmuş. Sabır, saygı, anlayış ise yıldızları…

Bizler evleniriz; çünkü ebeveynlerimizin evindeki ruhsal soğukta donar ve sıcak bir yuva hasreti çekeriz. Evleniriz; çünkü bir erkeğe ya da bir kadına sahip olmak isteriz. Zayıf Ben’imizin değerini artırmak için evleniriz. Evleniriz; çünkü bakılmak isteriz. Bir çocuk istediğimiz için evleniriz. Yeni bir sosyal sınıfa dahil olabilmek için evleniriz. Sadece bu yolla bir evin inşasını finanse edebileceğimiz için evleniriz. Evleniriz; çünkü evlilik kaçınılmaz gibi görünür.

Ancak eşimiz bizim sahip olmadığımız gerekli kişisel özelliklere sahip olduğunda da evleniriz. Ben korkağım, o ise cesur; ben sadece yüzeysel bilgilere sahibim, o ise çok kültürlü; ben boş ve yaratıcılıktan uzağım, o ise fantezilerle dolu.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.115

Bir ilişkinin “yavaş yavaş son bulması” için bir dizi kuvvetli, teşhis edilebilir kriter vardır. Olmayan ilişki dayanakları. Yeterince fedakâr olmamak, sadakatsizlik. Güven vermemek ve kısıtlamak. Saygısızlık. Yitirilen saygı. Bireysel kararlar. Gizli planlar. Hayat planlamasında rahatsızlık verici farklılıklar. Ortak yön eksikliği. Mizah yoksunluğu. Maddî aldatma.

Diğer taraftan birbirlerini seven insanlar gelişim, anlayış, güven, tartışma kültürü ile dayanıklılığa açık olduklarında; ortak bağlantı, tahammül, mizah anlayışı ve yaşama sevinci bulduklarında; meslekî, çocuklarla ilgili kaygılar gibi dış etkenlerden kaynaklanan krizleri aştıklarında aralarında artık gözle görülmeyen yeni bir nitelik ortaya çıkar.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.116

İşte bu görülmeyen yeni nitelik, karanlığın üzerine doğan fecir gibidir. Soğuk kış günlerinden sonra ısıtan güneş gibi. Kuru daldan uç veren yemyeşil bir filiz gibi. Bunun için aklın aydınlığıyla yuvaya ilk cemrenin, sonra kalbin sevgisiyle ikinci cemrenin ve sonra ruhun şevkiyle üçüncü cemrenin düşmesi gerekiyor.

Bugün yüzyılları aşan uzun bir bireyleştirme sürecinin sonunda sevgi duygusunu hâlâ ve ısrarla ilişkinin temeli olarak görürüz. Yani yıllar süren bir beraberliğe sebep olarak geçici bir duyguyu gösteririz; bu bizim için hem mutluluk, hem de endişe kaynağıdır. Çünkü sevgi hiçbir suretle komuta edilemez.

Hayal ve hayal kırıklığı ile birlikte sevginin olgunlaşma sürecinde bağlanma ve özgürlüğün tezatlığıyla karşımıza çıkan başka imtihan daha vardır. Şimdi bunu Küçük Prens’in gözleriyle görmeye çalışalım:

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.113

Küçük Prens kumların, kayaların ve karların içinden yaptığı uzun yolculuğun sonunda bir yola ulaştı. Bütün yollar insanların yaşadığı yerlere giderdi.

‘Günaydın,’ dedi Küçük Prens.

Açmış güllerle dolu bir bahçenin önündeydi. ‘Günaydın,’ dedi güller.

Küçük Prens onlara baktı uzun uzun; kendi çiçeğine benziyorlardı.

‘Kimsiniz?’ diye sordu şaşkınlıkla.

‘Biz gülleriz,’ dedi güller.

Birden Küçük Prens’in içi üzüntüyle doldu. Çiçeği ona evrende başka bir eşi benzeri bulunmadığını söylemişti. Oysa işte burada, tek bir bahçede beş bin tane birden vardı!

‘Görseydi ne çok üzülürdü,’ dedi kendi kendine.

‘Hemen öksürmeye başlar, alay edilmesin diye ölüyormuş gibi yapardı. Ve benim de onu yaşama döndürmek için çırpınmamı beklerdi. Eğer öyle yapmazsam gerçekten ölmeye bırakırdı kendini…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.82-83

Bir gün bu gerçeğin farkına varırız; er ya da geç. Benim her şeyden çok sevdiğim kocam tamamen sıradan bir erkek; hoş ve zeki; ama bu özelliklere sahip başka erkekler de var. Benim her şeyden çok sevdiğim karım güzel ve yetenekli bir kadın; ama başka kadınlar da var. Hatta belki de daha güzelleri var. Aslında ansızın acı içinde şunu söyleyiveririz: Beni eşim tıpkı bir başkasının gülüne benziyor. Kocam “tipik bir erkek!” Karım “tipik bir kadın!” İlişkinin her an kopabilecek olan kritik bağlantı noktasında birey sık sık başka bir partnerin, yeni bir yaşamın kendisi için yeni bir ilişki rolünün özlemini duyar.

Bu durum acı verir. Bağlanma kutbunda karar kılar ve özgürlüğe hasret kalırız. Peki, bencilce davranarak, özgürlük kutbunu seçersek bağlılığımıza, duygusal birlikteliğimize, çocuklarımıza, evimize, arkadaşlarımıza ne olur?

Başından beri eşsiz olmadığını bildiğimiz halde bir insanı nasıl sevebilirim? Sonsuz sayıda erkeği ve kadını sevebilme potansiyeline sahipsek, sevginin ne anlamı kalır? Sevgi konusunda henüz tecrübesizsek, bunu bilmeyiz. İlk krizde tıpkı Küçük Prens’e benzeriz:

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.113-114

Küçük Prens düşüncelere dalmıştı:

‘Eşi benzeri bulunmayan bir çiçeğe sahip olduğum için çok zengin olduğumu düşünüyordum. Yalnızca sıradan bir gülmüş. Sıradan bir gül ve dizime kadar gelen üç volkan. Birisi belki de artık tümden söndü… Hiç de büyük bir prens değilim ben…’

Küçük Prens çimenlere uzandı ve ağladı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.84

Küçük Prens, güllerle dolu bir bahçeye gelir. Bu bahçedeki çiçeklerin ilk bakışta birbirlerine tıpatıp benzedikleri gibi, onları yeterince incelemezsek, bakış açısını anlayamaz, bize öğretebilecekleri şeyleri göremezsek insanlar da birbirlerinin aynısı gibi görünecektir.

Her insan dikkate değerdir. Eğer gülü Küçük Prens’e sıradan görünüyorsa nedeni, onun kendisini ehlileştirmeye çalışmasından, isteklerini anlatabilmedeki beceriksizliğindendir. Bu belirgin bencilliği, gülü Küçük Prens’ten uzaklaştırmıştır. Sonunda görünüşe aldandığını anlamış ve çok özel bir güle sahip olmadığını, aslında hiç de zengin bir prens olmadığını görerek ağlamaya başlamıştır. Sonunda tek ve yeri doldurulamaz olan sevgiye giden yolu bulmuştur.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.80

Küçük Prens’in hatası, surette kalmak. Onun için gül bahçesindeki binlerce birbirinden güzel gülü gördüğünde kendi gülünün sihri bozuluyor. Zannettiği gibi tek ve özel olmayışı, bilakis sıradan bir çiçek oluşu onu perişan ediyor. Hatta gülünün yalan söyleyebileceğini, numara yapacağını bile düşünüyor.

Küçük Prens’in sevgi krizi bizi düşünmeye, ilişki hakkında refleksiyona1 sevk edebilir. Bu kritik noktaya gelmiş olan çiftlere eş seçimlerinin sırrını açığa çıkarmaları tavsiye edilir. Soru şudur: Neden seninle evlendim? Gül ve onun Küçük Prens’inin içinde bulunduğu durumda öyle görülüyor ki iki muhtaç ve çocuksu karakter şartlar böyle gerektirdiği için ister istemez bir araya gelmişlerdir.

Küçük Prens açısından fazlasıyla korumaya, aşırı sakınmaya dayalı gibi görünür. Küçük Prens bu ilişkiyi bir yoğun bakım ünitesi haline getirir. Usandıracak derecede şefkatli tutumuyla gül ve kendisi için çocukça bir mücadeleye girişir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.114

Bir suya taş attığında taşın etkisi suyun içten dışa dalgalanmasına neden olur. Bir düşünceye bir düşünce kattığında da beyninde “bir”den “on”lara yeni düşünceler dalgalanır. Tefekkür deriz biz buna. Manevî âlemimize öyle bir rüzgâr düşer ki bir kapı, bir kapı daha derken o konuyla ilgili kapılar durmadan açılmaya başlar. Bir fikrin diğer fikirde yansımasıdır bu. Bir evde karşılıklı saygıya dayanan bu tip konuşmalar, ne kalp kırar ne de kapı kapatır. Evliliği ayakta tutan en önemli şey, bu sebeple içtenlik, saygı ve dinlemesini bilmedir.

Saint Exupéry Consuelo’yla olan 13 yıllık evliliği boyunca ondan hem övgü; hem de yergiyle bahsetti. Ona yazdığı mektuplarda “Küçük sevgilim”, “Büyücüm benim” gibi ifadeler kullandı. Küçük Prens’te ise onu; yani “Gülünü” olgun ve güzel bir kadın olmaktan çok, küçük, tatlı, korunmasız bir çocuk gibi betimlemeyi yeğledi. Antoine, çok huzursuz ve endişeli biri olmasına rağmen ailevi ilişkilerinde sorumluluk sahibi biriydi. Consuelo da onun bu zaafını çok iyi kullandı.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.158

Kitabı (Küçük Prens) yazmaya başladığı 1942 yazından itibaren büyük içsel sorunlar yaşadığı biliniyor. Consuelo’yla sürekli bir gerginlik ortamında süren evliliklerindeki boşluğu diğer kadınlarla doldurmaya çalışmıştı.

Ancak bunlar içindeki boşluğu doldurmaya yetmediği gibi, daha da derinleşmesine neden oldu. Bu dönemde Consuelo’la uyum içinde yaşayabilecekleri yeni bir hayat kurabilmek için son bir gayret göstermeye uğraştı.

Kitabın metnine yayılan Gül diyaloglarından pek çoğu o zamanki ruh halini yansıtması bakımından önemlidir.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.242

Exupéry ve Salvadorlu karısı Consuelo; yani Küçük Prens’in “gül”ü.

Bu diyaloglarda gülün çok zeki, korkusuz, canlı, eğlenceli, yalnızca kendi güzelliğinin ışığında yaşamak isteyen yönlerini görüyoruz. Pek alçakgönüllü değil; ama duygusal biri. Kolay inciniyor, evhamları çok. Öyle zaman oluyor ki mızmızlığı ve egoistliğiyle bıktırıyor. Bir bakıyorsunuz narsis, histerik tavırlar sergiliyor. Bir bakıyorsunuz zayıflıklarını kolayca kabullenmiş utangaç bir çocuk.

Saint Exupéry ise gülüne hayran. Hatta kendisine zarar verebilecek kadar büyük tutkuyla bağlanmış, onun büyüsüne kapılmış. Ancak gittikçe bu büyü bozulmaya başlıyor. Zaman zaman kaprisler, hırçınlık bezdiriyor, bunaltıyor; ama yine de gülden vazgeçilemiyor.

Consuelo her zamanki gibi havai idi, ama Jeanson’un2 tesbitine uygun olarak

‘… o çok kırılgandı, çok küçüktü, bazen tahammül edilmez olabiliyordu, sürprizlerine hep hazır olunması gerekiyordu; ama Saint-Exupéry için vazgeçilmezdi, tek kelimeyle ona tapıyordu.’

Place Vauban’daki bu saray yavrusu daireyi kiralama olayının ayrıntılarını bir kez de Consuelo’nun kaleminden, ölümünden ancak yirmi yıl sonra tesadüfen bulunan Gülün Anıları’ndan okuyalım:

Ona her zaman bu dar ve bana göre sefil otel odasına dünya kadar para vereceğimize küçük; ama kendimize ait bir evde oturabileceğimizi söylüyordum. Homurdanıyor ve ‘Ben hesabımı biliyorum!’ diyordu. Ben de ona, ‘Sen hesap yapmayı gökyüzünde öğrendin herhalde; dünyada aynı matematik kullanılmıyor!’ diye karşılık veriyordum.

Hotel Lutatia’daki klostrofobik3 odamızda ruh sağlığımın damla damla eridiğini hissederken, bir gün içeriye hışımla girdi. Yüzünde pek anlam veremediğim bir ifade vardı. Bana bir kağıt uzattı: “İşte hediyen…” Bunun ne olabileceğini merak etmek yerine kağıdı elinden aldım. Place Vauban’da büyük bir apartmanın iki katına yayılan dubleks bir dairenin akdiydi. İki terası ve on odası vardı. O an ağlamaya başladım.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.189

Consuelo sürekli ilgi çekmek için hep kendini öne çıkaracak şeyler yapıyordu. Parasız olmalarına rağmen gittiği lüks mağazalarda eğer tezgahtarlar etrafında pervane olmazlarsa, onları herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle azarlıyor, kendisinin Kontes de Saint-Exupéry olduğunu hatırlatıyordu. Antoine’ın çok sevdiği anarşist filozof Léon Werth’in kır evine yaptıkları bir ziyarette iki arkadaşın hararetle bir şeyler tartışmasına çok sinirlendiğini, tepki olarak elindeki bir şişe kolonyayı gürül gürül yanan şöminenin içine fırlattığını, bunun sonucunda da evin yanma tehlikesi geçirdiğini, Werth’in ileride kaleme alacağı günlüklerinden okuyoruz.

Başka arkadaşları da birlikte bir yere gitmek için sözleştiklerinde, Consuelo’nun onları en az bir saat bekletmekten büyük zevk aldığını söylüyorlardı. Saint-Exupéry’nin bunları farkında olduğunu da Küçük Prens’te geçen şöyle bir bölümden anlıyoruz:

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.159

Renklerini büyük özenle seçiyor, kendini ağır ağır süslüyor, taç yapraklarını tek tek sıralıyordu.

Gelincikler gibi buruşuk buruşuk çıkmak istemiyordu ortaya. Güzelliğinin en pırıltılı anında kendini göstermeye karar verdi.

Aman! O ne cilveler, o ne pozlar! Günlerce sürmüştü o gizemli süslenmeler. Ve bir sabah tam gün doğarken ortaya çıkıverdi. Uzun uzun kendine çeki düzen vermeye çalıştıktan sonra esnedi ve.

‘Oh! Çok ender olarak uyanık kalırım,’ dedi.

‘Lütfen taç yapraklarımın düzensiz olmasından dolayı kınamayın beni…’

Küçük Prens hayranlığını gizleyemeyip, ‘Ne kadar güzelsin!’ dedi.

Çiçek, ‘Evet biliyorum,’ dedi, ‘Üstelik güneşle birlikte doğdum…’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.36-37

Consuelo’yu en acımasızca eleştirenlerin başında Antoine’ın kız kardeşi Simone geliyordu. 1943’te Vietnam’da yaşadığı sırada yayınlanan Météores adlı öykü kitabında, onu Fransa’ya yeni evlendiği Fransız kocasıyla ilk kez gelen Uzakdoğulu görgüsüz gelin olarak canlandırmıştı. Saint-Exupéry kardeşlerin çok sevdikleri dadıları Moisie bile emekli olduktan sonra yazdığı Pélerinages adlı bir öyküde, ondan tahammül edilmez kaprisleri ve görgüsüzlüğüyle çocukların kutsal anılarına leke süren biri olarak bahseder.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.159

Antoine ile Consuelo’nun arasındaki ilişkinin aradan geçen üç yıl sonra çatırdamakta olduğu yakın çevrelerindeki herkesin malumuydu artık. Consuelo arkadaş toplantılarına tek başına katılıyordu. Léon Wert’in karısı Suzanne’a yazdığı bir mektupta artık dayanma gücünün kalmadığını ve Tonio’yla bağının kopmak üzere olduğunu söylüyordu. Aslında aralarındaki anlaşmazlık tamamen hayata bakış ve sanatsal olayları yorumlama farkına dayanıyordu. Consuelo’nun zulüm olarak nitelediği bir şeyi Antoine kocalık hakkı olarak kabul ediyordu. Antoine onu kendisini ihmal etmekle suçluyor ve bunun yazma gücünü sekteye uğrattığını iddia ediyordu. Her şeye rağmen hayatları sert iniş çıkışlarla devam ediyor ve birbirlerinden kopamıyorlardı. Gül, kocasına delicesine aşıktı, bahçıvanı da onsuz yapamıyordu!.. Ortada Ovidius’un dediği gibi ‘Ne seninle ne de sensiz yaşayabilirim…’ sorunsalı Antoine’ın ise bütün bunlara yanıtı tekti:

‘C’est la vie…’4

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.160

Küçük Prens’in gezegenini terk edişinin aslında Saint-Exupéry’nin 1938’de New York’a gitmek için yaşadığı şehri ve özel yaşamını bırakıp gitmesi olduğu, ortadadır.

Jean-Philippe Ravoux / Varoluşun Anlamı / s.36

Bir daha dönmek istemeyebileceğim düşünüyordu. Ama o sabah her zaman yaptığı işler çok önemliydi onun için. Hele çiçeğini son kez sulayıp cam fanustan koruyucusunu üzerine geçirirken neredeyse ağlayacaktı.

‘Elveda,’ dedi çiçeğine. Çiçekten bir karşılık gelmedi. ‘Elveda,’ dedi bir kez daha. Çiçek öksürdü, ama soğuk aldığından değildi öksürük.
‘Saçmaladım,’ dedi sonunda Küçük Prens’e. ‘Bağışla beni, mutlu olmaya çalış…’

Küçük Prens çiçeğinin ona sitem etmemesine şaşırmış, elinde cam fanusla kalakalmıştı. Bu sessiz tatlılığı anlayamıyordu.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.43

Saint Exupéry’nin karısı Consuelo astım hastasıydı. Stacy Schiff’in yazdığı Saint-Exupéry Biyografisi’nde anlatıldığına göre Consuelo havaya karşı öyle hassastı ki, tıpkı camlı bölmede koruduğu çiçeğe benziyordu. Tıpkı gül gibi huzursuz edici öksürüklerle yarı gerçeklerini örtbas ediyordu.

Saint Exupéry’nin Küçük Prens’e söylettiği sözler aynı zamanda sadakatsiz Pilot Yüzbaşı Exupéry’nin güzel Consuelo’sına yaptığı melankolik bir aşk ilanıydı.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.35

Los Angeles’taki hastaneden taburcu edildikten sonra New York’a dönmüş, Consuelo ile yeniden birlikte yaşamaya başlamıştı. Henüz nekahet dönemini yaşıyordu. New York’un yaz sıcakları onu bunaltmıştı. Ayrıca karısının astımına da hiç iyi gelmiyordu kentin havası. Consuelo buna bir çare bulmak için Long Island’da bir yazlık ev kiralamayı önerdi. Fikir parlaktı. Önce Westport’ta küçük bir ev tuttular. Hemen ardından Northport’ta Bevin House diye anılan daha iyi bir eve taşındılar. Ancak bunların ikisi de Saint Exupéry’yi mutlu etmemişti.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.242

Artık ümidim kalmadı. Bensiz daha mutlu olacağını düşünüyorum. Bana gelince, gittiğim yerde en nihayet ölümle karşılaştığımda, huzura erebileceğime inanıyorum. Beni neyin beklediği umurumda bile değil. Sadece huzuru arıyorum.”

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.249

.Peki neler engel oluyor gerçek sevgiyi ve huzuru yaşamamıza? Neden karanlıkta topallayarak yol almaya çalışıyoruz?

.Çünkü kendimiz engeliz. “Ben” diyen sesimiz, bencilliğimiz engel. Toplumun gözlerimize bantladığı markalar engel. Nefsin çamuruna batmış ayaklarımız engel. Kalbimizde yitirdiğimiz masumiyetimiz engel. Bu hayattaki yükümlü olduğumuz her iş, aslında bizim fıtrî görevlerimiz. Anneliğimiz, babalığımız, insanlığımız, evliliğimiz… Hepsine uygun cihazlarla yaratıldık, duygularla süslendik, ihtiyaçlarla yola koyulduk. Gereken ne varsa hepsi yaradılış heybemizde. Ama kullanmasını bilmiyor, un ufak edip israf ediyoruz içindekileri. Aranılan huzur bu heybenin içinde ve aslolan da bu

Hayatın getirdikleri, çevre, her an değişebilen şartlar ve iki farklı insanın bir arada bir ömrü geçirebilmesi hem çok zor hem çok tatlı. Mesele bakış açımız. Dünyayı değerlendirme şeklimiz. Maddeye ve manaya verdiğimiz değer. Bu nedenle eş seçerken popüler olan bir eşya alır gibi sadece görüntüye takılmak yanılgıya uğratıyor insanı.

Geçen zamanı neyle algılıyorsan, neyle mutlu oluyor, neyle huzur buluyorsan onunla seçimini yap. Yoksa bir bakarsın o görüntü yetmemeye başlar sana. Zamanın tadı acı gelir. Yer sıkar, soluklanamazsın. Sor kendine; zamanın tadı neyine acı gelir, soluklanmada zorluk çeken ne? Kalbim ve ruhum diyeceksin değil mi?

Çok seven için sevdiğinden daha güzeli yoktur. Ancak bu bağlılık şekle, surete ise gün gelecek aradaki bağ zayıflayıp kopacaktır. Kalıplar uzaktan birbirine benzer. Binlerce yeşil göz, binlerce siyah, mavi göz… Ama o gözlerdeki ışık, o ışıktan gönle süzülen anlam hiçbir zaman birbirine benzemez.

Münir Derman “Cismanî olan herkes eşittir ama ruhanî olarak başkadır.” der.

Bunun için ilk önce kendini tanı. Kalbini, ruhunu yokla. Ruhunla kimseye benzemediğini fark ediyorsan, bil ki seçeceğin insan da sana benzemeyecek. Ancak ortak yaşanacak bir şey var ki o da hak ve doğruluk üzere olmak. Yaradan’ı hoşnut edecek bir yolda yolculuk yapmak.

Mutluluk bir dağ yolu gibidir. Bakarsın tepelere tırmanır, sonra bir bakarsın, aşağıya iner. Tek başına nedir insan? Ama başkalarıyla birleşirse dağları devirebilir. Bizim şu güzel, şu yaşanası dünyamız böyle işte.

Cengiz Aytmatov / Toprak Ana / s.54

Senin de güzel ve yaşanası olması gereken yuvan, böyle kurulmalı.


1. Ortam değişmeden, bir yüzeye vuran bir ışın ya da ses dalgasının yönünün değişmesi, yansıma, zihnin ideal etkinliğini yönlendirmek.
2. Henri Jeanson: Saint- Exupéry’nin arkadaşı
3. Kapalı alan korkusu yaşayacak oda.
4. Fransızca. Anlamı: Hayat budur, hayat böyle işte!


‘Küçük Prens ve Güller’ İllüstrasyonu © Ann Baratashvili

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply