Yalnızca Çocuklar Burunlarını Cama Dayamışlardır

0

Pencereler, camlar… Yaşama açılan gözler. Her bakış, niyetine boyanmış. Günün getireceklerini o renkle çiziyor. Çocuk gözlerinde masumiyet, masmavi gökler gibi. Merakı ve hayalleri dallarda pembe, beyaz baharlar. Burunları camda; heyecanları al al. Sarıda güneş ışığınca yayılır gülücükleri. Büyükler şimşek hızında bir trenin içinde hayatın yanından gürültüyle geçerken çocuklar her şeyden azade; huzurun rengindedirler. Saniyeleri bir saat gibi zengin; yürekleri her dem sabah. 

Çocuk vefadır. Sımsıkı sarılı parmakları uykuda dahi bırakmaz oyuncağını. Şımarıklık, tatminsizlik, arsızlık onu yetiştirenin marifetidir. Duru hayatında huzuru yaşayan derviştir. Bezden bebekler; tel, naylon tekerlekler ona yeter. Cennet kokulu dünyasında, hızlı yaşayan büyüklerin yüzeysel dünyalarını anlayamaz. Büyükler de onun zamana bakışındaki sırrı kavrayamaz. Oysa o sır hep vardır, yaradılıştan gelir; ancak büyüdükçe unutulur.

‘Hiç kimseyi kovalamıyorlar,’ dedi makasçı. ‘Uykudalar şimdi. Uykuda değillerse bile esniyorlardır. Yalnızca çocuklar burunlarını cama dayamışlardır.’

‘Yalnızca çocuklar neyin peşinde olduklarını biliyorlar,’ dedi Küçük Prens. ‘Paçavradan bir bebekle saatlerce oynarlar ve o bebek çok önemli olur onlar için ve eğer birisi onu ellerinden almaya kalkarsa ağlarlar…’
‘Şanslılar’ dedi makasçı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.93-94

Kendime daha fazla zaman ayırırsam, çocukluğumun cennetine tekrar girerim; der Saint-Exupéry bize. Aynı zamanda gülünç bir sanrıdan, yaşamın bensiz devam etmediği sanrısından kurtulurum. Zamana sahip olmak, ara vermek, derin manasıyla artık içinde var olmayacağım bir zamana, ölümden sonraki zamana kendimi hazırlamam anlamına gelir. Bu, zamanla hakiki birlikteliğin son felsefî boyutudur.

Küçük Prens zamanın, dost olma ve sevme yetisiyle ne kadar ilişkili olduğunu henüz tecrübe etmemiştir. Fakat biz yetişkinler kendimizi, yanlış bir zaman görüşünün kurbanları haline ne çok getirdiğimizi biliriz.

1945 yılında Naziler tarafından öldürülen Teolog Dietrich Bonhoeffer bunu dokunaklı bir biçimde dile getirmiştir:

Her geriye dönüp bakışımızda,
Yitirilen zaman düşüncesi
Bizi huzursuz eder;
Çünkü zaman,
Tasarruf ettiğimiz en kıymetli,
En geri getirilemez mülktür.

İnsan olarak yaşamadıysak,
Tecrübeler edinip, öğrenmediysek,
Tadına varmayıp, ıstırap çekmediysek,
Kaybolup gider zaman.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.96

14. Bölüm’de Küçük Prens’in ziyaret ettiği beşinci gezegende karşılaştığı fenerci, diğer gezegendekilere benzemiyordu. Bencil değildi, başkasını önemseyen bir vicdanı vardı; ama bu adam da çağın hızlı yaşam rüzgarına kendini kaptırmıştı. Kısacası o da hızlı tren yolcusuydu. Denilenleri sürekli yerine getiren, olaylara uzaktan uyuklayarak bakan, içini saran anlamsızlığa, yalnızlığa, sevgisizliğe kurban olan biriydi. 

‘Bu gezegen öyle küçük ki, üç adımda çevresini dolaşırsınız. Hep gündüz olmasını istiyorsanız ağır ağır yürürsünüz. Böylece siz istediğiniz sürece hep gündüz olur.’

‘Bunun bana pek yararı olmaz,’ dedi fenerci. ‘Hayatta en sevdiğim şey uyumaktır.’

‘O zaman yapabileceğiniz hiçbir şey yok,’ dedi Küçük Prens.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.65

Fenercinin yapabileceği hiçbir şey yoktu. O çok yorgun, çok bitkin biriydi. İstediği tek şey, uyumak ve uyumak… Ve neleri kaybettiğinin farkında olmadan, yaşamaya, mutluluğa, paylaşıma zaman ayıramadan sadece gün geçirirdi.

Yaşamaya zaman ayırın,
Zira zaman bunun için yaratılmıştır.

Çevrenize nazik davranmaya zaman ayırın,
Mutluluğa giden yol budur.

Etrafınıza bakmaya zaman ayırın,
Günler bencilliğinize yetmeyecek kadar kısadır.

Çocuklarınızla oynamaya zaman ayırın,
Zevklerin en büyüğüdür.

Terbiyeli olmaya zaman ayırın,
İnsan olabilmenin sembolü budur.

Johann Wolfgang von Goethe

.Yaşamak, nazik olmak, etrafımıza bakmayı bilmek, çocuklarlarla oynamak ve terbiyeli olmak neden bu kadar önemli?

.Çünkü hepsi ayrı bir hakikatin anahtarı. Zamanın varlık sebebini, mutluluğun yolunu, her şeyin gelip geçiciliğini, hayattın zevkini ve yaradılış mayasındaki en önemli değerin ne olduğunu onlarla keşfediyoruz.

Kemal Ural, “Hazineyi açışından ileri gelir anahtarın değeri. Yoksa dünyanın dünya olarak değeri nedir?” der Küçük Şey Yoktur adlı eserinde. 

Dünyaya gelişimiz de dünyadan gidişimiz de bize sunulan bu hakikat hazinelerini açarak içindekilerden yararlanabilmek. Hazinenin de zaman denilen bir anahtarı var. Doğru anahtarı bulup, doğru kullanabilsek kim bilir neler kazanacağız… 

Bununla birlikte babamın iyiliğini de anlıyordum. Şöyle diyordu:

Pınarların serin sularını sevmelerini istiyorum. Ve yaz mevsiminin yarıkları üstünde yeniden dikilen yeşil arpanın parlak yüzeyini sevmelerini istiyorum. Birbirlerini izleyen mevsimleri yüceltmelerini istiyorum. Sessizlikten ve yavaşlıktan çürüyen meyveler gibi beslenmelerini istiyorum. Meltemleri boyunca uzun süre ağlamalarını ve ölülerini uzun süre yüceltmelerini istiyorum; çünkü miras bir kuşaktan ötekine yavaş yavaş geçer ve ben onların yolda ballarlını kaybetmelerini istemiyorum. Zeytin dalına benzemelerini istiyorum. Bekleyen. İşte o zaman ağacı sallayan bir soluk gibi gelen Tanrı’nın kendilerini şiddetle sarstığını hissedecekler. Onları getirip, götürür; şafaktan geceye, yazdan kışa, kaldırılan hasattan ambara konan hasada, gençlikten yaşlılığa, sonra yaşlılıktan yeni çocuklara.

Zamana yayarsan ve farklılıkları içinde dağıtırsan, ağaç hakkında da insan hakkında da bir şey bilemezsin.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.20

Yaşam, bir fetih ve keşif yolculuğu. ‘Bir işe ne zaman başlayacağım?’, ‘Kimi dinleyeceğim?’, ‘Yapmam gereken en önemli şey nedir?’ gibi sorular, yolcunun yol boyunca kendisine sordukları. Lev Tolstoy’un İnsan Ne İle Yaşar adlı eserindeki hikâyede bir kral kendine bunları sorar. Çünkü her yanlış tutumun, yolun güzergâhını değiştireceğini, yolculuğun tadını kaçıracağını bilir. Kral, bu riske girmek istemez. Doğru cevapları bulma adına uzun süren arayışlara girer ve sonunda onları bir münzeviden alır:

Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:

‘Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir.’ 

‘En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez.’ 

‘Ve en önemli iş, iyilik yapmaktır; çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.’ 

Yaşam bir yolculuksa eğer, hızlı bir tempoda ilerleyen zaman; yolcunun zindeliğini, yolun anlamını silip süpürüyor demektir. Aynı sertçe tutulan bir kolyenin kopması ve tanelerinin dağılması gibi, zaman da dağılınca yaşamın anlamı kalmıyor. Etrafa saçılan her tane, bir ‘an’dır. Bir anın kaybı, zamanın anlamını bozabilir. Kim bilir hangi fırsatı kaçırmışızdır?  Bilemeyiz. O anın kıymetini inciye, değerli taşa çevirenler kolyeyi özenle farklı tutar, daha farklı muhafaza ederler.  

Şartlar belki de günün sıkı tempoda geçmesine neden olabiliyor. Ancak ‘an’ı yaşamanın idrakindeysek, dikkatli tutumumuz zamandaki ahengin, bütünlüğün bozulmasına izin vermeyecektir.

‘An’, fırsat kaçırılmayarak yakalanabilir ancak.

Yavaş yavaş acele et; büyük zaman dilimi her zaman ele geçmez. En büyük tasarruf zamandan yapılandır. Gereği gibi kullansa, neler başarmaz insan.

En uyarıcı şey, zaman. Öyle hastalıklar var ki, önceden teşhisi zordur. Fakat bir kere teşhis edildi mi, tedavisi kolaydır.

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.386

Çağın hızlı yaşam temposunda kopan kolyenin taneleri gibi dağılıyoruz. Dikkatimiz azaldı, kendimize bakışımız daraldı. İç âlemimiz solmaya başladı ve kendimizi iyi, mutlu, diri hissedemiyoruz. Merkez sarsılınca, el, ayak, dil ne varsa onlar da sarsılıyor. Baş ağrıları, kramplar, vehimler, stres… Ve zamanın sunduğunu değerlendiremiyor, günü iyi bitiremiyoruz. İşin korkutan yanı, ya ömrü iyi bitiremezsek!

Zaman akıp gidiyor. Geçen her yıl ömrümüzü nasıl yaşadığımız, onu hangi anlam ile taçlandırdığımız konusunda bizi bir iç sorgulamaya yönlendirmiyor; takvim zamanının hızı, iç zamanımızın ancak yavaşlıkla değer bulacak süreçlerini berhava ediyorsa, durup bir kez daha düşünmemiz gerek. 

Bize düşen, hayatımızı, o uzun şimdiyi, Tanpınar’ın dizeleri eşliğinde bir kez daha düşünmek: 

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında

‘An’ı yaşamayı bilmek büyük meziyet. Bugünün hakkını verebilmek. Kierkegaard’ın ‘göz kırpması’ veya ‘doğurgan an’ dediği, kişinin geçmiş veya gelecekten önemli bir olayın anlamını birden kavradığı anları yakalayabilmek. Kişinin farkındalığının yükseldiği, ‘ebediyetin zamana dokunduğu’ anlar. 

Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi veya yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, ‘içime çektiğim hava değil gökyüzüdür’ diyebilenler, eve mutlu dönüyor. 

Kemal Sayar / Yavaşla Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin / Uzun Şimdi / s.35

Küçük Prens’in merak ettiği trendeyiz. Devamlı bir yerlere yetişmenin telaşında; insanların yanından gök gürültüsüyle geçiyoruz. Ve insanî değerlerimiz de bu sarsılmadan payını alıyor. İçimize çektiğimiz gökyüzünü unuttuk, evlerimize mutlu dönemiyoruz.

Oysa yaradılışta gördüğümüz, tuttuğumuz, işittiğimiz her şey bir hazine. İçinde bize gönderen ‘Sultan’ın hediyeleri var. Onları değerlendirip teşekkür etmek, hayatımızın en anlamlı gayesi. Bu hediyelerin kıymetini bilen, değerlendirebilen nasıl mutsuz olabilir? Hazineyi zaman denilen anahtarla açabilen nasıl zillet içinde yaşayabilir?

.Peki bizim için zaman bu kadar önemliyse, neden kullanamıyoruz? 

.Çünkü zamanı kullanmak dikkat, düşünmek, idrak ister. Ve dikkatsizlik, düşüncesizlik ve gaflet hali yanlışlıklara sebep oluyor. Bunların oluşması için en uygun zemin da hızlı yaşam.

Fakat, dikkatli olmak gerek; insan, ormana bakarken yaprağı göremezse, iyiliğin kapısını çoğu kez yanlış çalar.

`Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.384

.Bir düşün: Neleri göremiyoruz? 

.Kalabalığa bakarak insanı, insana bakarak iç âlemini göremiyoruz. Seslere bakarak kalbin atışlarını; sözlere bakarak vicdanın anlamını göremiyoruz. Onun için vaktimiz yanlış çalınan kapılarda kaybettiklerimizle geçiyor. Ormanda, kalabalıkta, sözlerde kayboluyoruz. Yaprağı, insanı, anlamı görebilsek hayat denilen hazineyle ihya olacağız. Yani zaman; ruhumuza, kalbimize aklımıza iliklerimize kadar her şeyimize can verecek. 

Ağaç kesinlikle tohum, sonra sap, sonra gövde, sonra ölü ağaç değildir. Onu tanımak için mutlaka bölmek gerekmez. Ağaç yavaş yavaş gökyüzünü kucaklayan güçtür, senin gibi küçük adam. Tanrı seni doğurtur, büyütür. Sende sürekli arzular, pişmanlıklar, neşeler, acılar, öfkeler, bağışlamalar uyandırır; sonra kendi içine sokar seni. Bununla birlikte, sen falan öğrenci, falan koca, falan çocuk, falan ihtiyar değilsin. Sen kendini yetiştiriyorsun. Kendini zeytin ağacına yapışmış, sallanan dal gibi keşfetmeyi bilirsen, eylemlerinde ölümsüzlüğün tadını çıkarırsın. O zaman çevrendeki her şey ölümsüz olacaktır. Şarkı söyleyen ve babaların susuzluğunu gideren çeşme ölümsüz, sevgilin sana gülümsediğinde gözlerindeki ışıltı ölümsüz, gecelerin serinliği ölümsüz. Zaman artık kumunu tüketen bir kum saati değildir; ekin demetini bağlayan bir hasatçıdır.’

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.21

İngiltere’de yapılan bir araştırmada İngilizlerin gün içerisinde kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği dahil olmak üzere tüm öğünleri için toplam 41 dakika ayırdığı ortaya çıktı. Öğünlere bölündüğünde bu süreler: Kahvaltı için 8 dakika, öğle yemeği için 13 dakika 45 saniye ve akşam yemeği için ise 19 dakika 27 saniye.  

Dünyanın kum saatinde akış hızlandı ve kum tükenmek üzere. 

Endüstriyel üretim biçimleri, insanın ya da doğanın ritmi yerine daha çok mekanik zamanla belirlenmeye başladı. Zaman mekanik ölçümle doğallığını yitirdi. Zaman atık kontenjanlı, tahditli ve hesaplanabilirdir. Öncelikle şehirdeki saat kulesinde ve fabrikanın ön duvarında, bugün kol saatlerinin dijital ekranında yer edinmiştir. Hesaplanabilir, planlanabilir ve böylelikle işletilebilir ya da Benjamin Franklin’in deyimiyle ‘Vakit nakittir.’ Zaman masumiyetini yitirdi.

Zaman disiplini, Benjamin Franklin’in Genç Bir Tacire Tavsiyeler’inde (1748) belirttiği gibi vazife haline geldi: Zamanımız tek ölçüme tabi kılındığından ve günün külçe altınları saatlere darp edildiğinden beri, tüm mesleklerin çalışkanları her dakikayı kendi lehlerine kullanmayı bilirler. Zamanı kaygısızca boşa harcayanlar ise hakikatte birer müsriftirler.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.93

‘Yalnızca çocuklar neyin peşinde olduklarını biliyorlar.’
.

Elbette onlar bilecekler; çünkü “Yalnızca çocuklar burunlarını cama dayıyorlar.”

Camdan bakmak görmeye yetiyorsa cama burnu dayamak niye? Bu dayama fotoğrafını incelemeye çalışın. Hareket eden bir yerde burnu dayamak; hele ayaktaysak ellerin desteğini gerektiriyor. Alın, burun, eller cama yapışmış; sanki camın ardında görülenleri sımsıkı tutmak, gözden uzaklaşılanları içlerinde saklamak gibi. Bir daha yaşanmayacak anları, istenilen zamanda yaşatabilmek gibi. Zamanı zerrelere bölerek parçadan bütünü anlayabilmek gibi.  

.Acaba çocuk burnunu dayadığında bunları düşünebilir mi? 

.O düşünmese de yaradılışındaki özü; fıtratı düşünür. Ve çocuk meraklı tavrıyla, o masum manzarasıyla neleri gerçekleştirdiğinin farkında bile değildir. Onun farkında olmadan gerçekleştirdiği bakışa ve bakışın kazandırdıklarına bizim çok ihtiyacımız var.

Saint-Exupéry’nin anlatımında zamanlarını mutlu geçiren çocuklardır; bunun sebebi zamanlarını çaputtan bebeklere ayırmalarıdır. Zaman yetersizliğinden kaynaklanan sıkıntı ile çocukları hakikaten çılgına çevirmek mümkündür. Michael Ende’nin muhteşem romanı Momo’da zaman kıtlığı hakkında şu sözler yer alır:

Öyle görünüyor ki hiç kimse zamanda tasarruf ederken, hakikatte bambaşka şeylerden tasarruf ettiğinin farkında değildi.

Yaşamın giderek fakirleşip monotonlaştığını ve her geçen gün biraz daha duygu yoksunu olduğunu kimse görmek istemedi. Ancak çocuklar bunu olduğu gibi hissettiler. Oysaki zaman yaşamdır. Ve yaşam kalpte var olur. İnsanlar yaşamdan ne kadar tasarruf ederlerse o kadar kalpsizleşirler.’  

Küçük Prens’in dünyada her şeye zamanı vardır. 

Momo’da zaman hırsızları, çocukların muhalefeti yüzünden öfkelerinden kudururlar: 

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.94-95

Hâkim konuşuyordu: ‘Çocuklar bizim doğal düşmanlarımızdır. Onlar olmasaydı insanlık çoktan bizim pençemize düşmüş olacaktı. Çocukları zaman tasarrufuna alıştırmak büyük insanları alıştırmaktan çok daha güçtür. Bu yüzden en sert yasalarımızdan biri şudur: Er geç sıra çocuklara gelir.’

Michael Ende / Momo / s.100

Kâinatta her şeyin ritmi, fıtratından kaynaklanıyor. Ve her şeyin arasındaki ahenk, birbirini tamamlayan bir orkestra. Çocuklar bozulmamış fıtratlarıyla; yaradılışlarıyla bu orkestrayı duyabiliyorlar. Ama Küçük Prens’in gezdiği gezegenlerde ve indiği dünyada gördüğü büyükler, bundan mahrumlar. Onlar kendi dar ve hızlı dünyalarında kendi gürültülü müziklerinden kulakları tıkalı; yaradılış ahenginden nasiplerini alamıyorlar. 

Yani Küçük Prens’in gerçeği hepimizi ilgilendirir. ‘Zaman dramı’ sadece bizim modern tuhaflığımızın garip bir arabeski değildir. Bizi ciddi bir biçimde, psikolojik ve ekolojik açıdan tehdit eder. 

Bizler bitkilerin ve hayvanların dünyasıyla iç içe olduğumuzu kabul etmek ve yaşamın ritimlerine olan içsel bağlılığımızı yeniden öğrenmek zorundayız. Yaz mevsiminde kayak yapmaya mecbur muyuz? Kesinkes vardiyalı gece işinde çalışmaya muhtaç mıyız? Her zaman yapay ışıkta çalışmamız gerekli mi? Klimalar olmadan olmuyor mu? Sabah kahvaltısında televizyon izlemek vazgeçilmez mi? Pazarları ve bayram günlerinde dükkanlar açılmadığında yaşam gerçekten devam etmiyor mu? Bu noktada sözü edilen yavaşlığın keşfidir.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.95

İnsanoğlunu varlığın gözbebeği yapan, onun ruhu, en güzel kıvamda yaratılmış olması. Bu ruha, bu kıvama göre beden ve ihtiyaçları oluşmuş. Öyleyse onu kâinatın ritminde ahenkle yürütecek olan zaman da insanın ruhuna göre olmalı. Zamanın ruhunu unutmak, o ruhun güzelliğe, ahenge, ışığa, sükunete nasıl ihtiyacı olduğunu unutmak demek. 

Çağın insanı yaşamaya zaman ayırmayı, yaşamdan zamanı ayırma olarak anladığından beri bu ruhu unuttu. Fakat unutulan, unutana sitemini, kırgınlığını; hatta intikamını unutmuyor.

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply