Yabanî Kuşlara Tutun da Git

0

Küçük Prens, Asteroit B-612’den kaçabilmek için yabani kuğuların çektiği bir araba kullanır. Küçük Prens bununla şunu ifade eder:

‘Ancak kendimi bulduğum zaman sevdiklerime geri dönebilir ve bir “gülü” sevebilirim. Ayrılık öyle görülüyor ki bir ilerlemedir. Fakat bir uzvun narkozsuz kesilmesi kadar acı vericidir.’

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.36

İnsan bir yolcu. Hem bu dünyadan öteki âleme hem beden kabuğundan ruh çekirdeğine yol alan bir yolcu. Bu yol önce “kendini bulma” yoludur. Kendini bulmak için de kendinden ayrılarak düşülen bir yolun hikayesidir. Neden dersen?

Çünkü kendi hakikatinden gittikçe uzaklaştığın bir yerde yaşıyorsun. Kirini senin zaaflarına bulaştırmak bu dünyanın huyu. Koskoca bir âlem gibi görünüp arzularını tatmin edebileceğini fısıldamak bu dünyanın huyu. Yalanlarla seni oradan oraya sürüklemek, hiç yorulmamak, bıkmamak… Bu dünyanın ahtapot gibi kolları var. Sayısı zaafların kadar. Bu kollara sığınıp ferahlayacağını zannediyorsun; ama aldanıştır hepsi.

Sabahlar ruhuna seslenmez; akşamlar hep bir hasretle biter. Nerden gelir bu hasret. Keşke “Her şeyim bu dünyadaysa, her şey bu dünyaysa nereye, neyedir bu özlemim?” deyiversen bir gün…

İşte o zaman bu sorunun cevabını aradığında yolculuğun başlayacak. Adım attıkça dünya gittikçe küçülecek gözlerinde. Görmediğin; ama hissettiğin yepyeni ufuklar aynı gonca yaprakları gibi açılacak ve ortaya çıkan gülün sihri saracak her yanını.

Açılan o gül, senin hakikatindir. Rengine sarıldıkça bu dünyanın renkleri soluklaşacak. Kokusunu çektikçe içine, her adımın yepyeni adımları doğuracak. Kendinde azaldıkça hasretin büyüyecek. Ve anlayacaksın ki gerçek sen, bu beden değildir. Esas yurdun bu dünya değildir.

‘Ah! Tanrım,’ diyordum kendi kendime, yolumu şaşırdım. İstikameti belli olmayan bir seyahate çıkar gibi kadınların arasına daldım.

Kadınların arasında, büyük bir çabayla çıkışı olmayan bir çöldeymiş gibi sevgi olmayan ve sevginin ötesinde bir şey olan vahayı aradım.

Başka eşyalar arasında bulunması gereken bir eşya gibi, orada saklanmış olan hazineyi aradım.

Bir amacı olan sıkıntı nedeniyle acı çektim. Bir ilacı olan susuzluk yüzünden acı çektim. Ama yolumu şaşırdığımdan gerçeğe, anlamadan karşıdan baktım.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.522

İçinde yaşadığımız hayat dar bir oda gibi. Odanın dört duvarında dört büyük ayna var. Aynalar birbiri içinde. Görüntülerden daha nice aynalar. Odanı bu yansımalarla koskoca bir alan zannediyorsun. Ama yanılıyorsun. Sanal olan bu görüntü ancak gözünü kandırır; ama ruhunu asla.

Mana sultanlarına göre “Beden kafestir; ruh ise kuş.” Kafes görebilir mi? Gerçeği gören, içindeki kuştur. İstediğin kadar aynalar çoğalsın. Kuşun gördüğü, dört duvardır. Ve bu dar yere sığamaz; çırpınır. Kaçmak ister göklere.

Antoine de Saint-Exupéry’nin ruhu da aynı kuş gibi. Doğduğu günden beri çağın savaşla kararmış kafesine ruhu sığamıyor. Okul hayatındaki baskıcı düşünceler, çevresindeki salt mantık senaryoları ve toplumdaki anlayış… Hiçbiri bu ruha göre değil. Ruhunun göz ucunda hep kaçmak var.

Sanıyorum Küçük Prens gezegeninden ayrılırken, göç etmekte olan bir yabani kuş sürüsünden yararlanmıştı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.41

Notre-Dame de Sainte-Croix, antik Sparta’nın zorlu eğitim koşullarını pek de aratmayan bir yapıya sahipti. Hepsi de yörenin tanınmış ailelerinden gelen 250 öğrenci günlük sade suya tirit tayınlarını yerken dahi kalın paltolarını üzerlerinden çıkaramıyordu. Okulun maddî kaynakları mütevazı ölçeklerde özel bağışlardan oluştuğundan yakacak için ayırabilecekleri bütçe de çok sınırlı oluyordu.

Antoine, Saint-Maurice’deki çocukluk cennetinin krallığından yollandığı bu yabanıl sürgüne bir türlü alışamadı. Her şeyden öteye nahif çocuk ruhunda yaşattığı şefkatli Tanrı imgesi Katolik papazların yarattığı ve insanları cehennemin ateşleriyle cezalandıracağını söylediği bu yeni tanrı dünyasını bir anda değiştirmişti.
….
Soğuk taş sınıflarda bütün gün asık suratlı, eli sopalı papazlar, en küçük bir çocukça davranışı bile ağır bir biçimde cezalandırıyorlardı. Yemekhanede metal sürahilerdeki sular bile donmuş oluyor, çocuklar genelde bir dilim taşlaşmış ekmeği zorlukla yiyor ve kendilerini bir an önce kapalı bir avluya atmak için yarışıyorlardı. Burası onların oyun oynayıp, birbirleriyle dertleşebilecekleri tek yerdi.

Ancak papazların amansız denetimi her zaman üzerlerindeydi. Biraz yüksek sesle gülen veya masumane biçimde itişip kakışanlar hemen diğerlerinden ayrılıyor, çevresi yaklaşık 500 metre olan geniş avlunun etrafında en az beş tur koşmaya veya bir ağacın altında bekletilmeye mahkûm ediliyordu.

Bu bir türlü bitmek bilmeyen alışma döneminde Saint-Exupéry artık sadece kaçmayı düşünür olmuştu. Her gece okulu çevreleyen yüksek taş duvarları aşıp, tekrar şefkatli Tanrı’nın hüküm sürdüğü kendi çocukluk ülkesine kaçışın düşlerini kuruyordu. Gelişmiş hayal gücü bu konuda ona hep destek oluyor, fantastik düşlerle kurtuluşa taşıyordu.

Küçük Prens’te o günleri kısacık bir tümcenin içine sıkıştırarak şöyle ifade der: ‘Küçük Prens kaçmak için yaban kuşlarının göçünden yaralandı sanırım…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.41-42

Nils Holgersson1 gibi Küçük Prens de Asteroit B-612’den kaçabilmek için yabani kuğuların çektiği bir araba kullanır. Küçük Prens bununla bize masallardaki tüm erkek ve kadın kahramanların yaptığı gibi gençliğin yaşam akışının temel bir gerçeğini açıkça gösterir: İnsanlardan ve dünyadan, en çok sevdiklerimden kaçmak zorundayım ki bu veda ile kendimi, ruhumun gelişimi ve keşfi için hazırlayabileyim. Bu sürecin ne kadar acı verici olduğunu hatırlamak isteyecek ve soracak olursam, bunu bana ‘içimdeki çocuk’ anlatabilir.

Ancak kendimi bulduğum zaman sevdiklerime geri dönebilir ve bir ‘gülü’ sevebilirim.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.36

Exupéry sadece çocukluğunun baskıcı ortamından kaçmıyor. Ondaki bu kaçış arzusunu evliliğinin huzursuz ortamında da görüyoruz. Çünkü hiçbirisinde Exupéry kendi olamıyor. Bu sebeple hep farklı bir âlemin; sadece göklerde hissettiği bambaşka yolların ihtiyacını duyuyor.

Aslında uzaklardan gelen bu kadın (Consuelo) gelir gelmez ‘yalnızca kendi güzelliğinin ışığında yaşamak’ istediğini, alçakgönüllü değil; ama duygusal, mızmız ve egoist olduğunu hissettirmiştir.

Buradaki gül, Saint Exupéry’yi büyüleyen ve hayran olduğu zeki, canlı, eğlenceli, kolay incinen ve kırılgan, zaman zaman dayanılamaz olan bu kadının portresidir.

Küçük Prens’in gezegenini terk edişinin aslında Saint-Exupéry’nin 1938’de New York’a gitmek için yaşadığı şehri ve özel yaşamını bırakıp gitmesi olduğu da ortadadır.

Jean-Philippe Ravoux / Varoluşun Anlamı / s.36

Vatanında sevdiklerini, özellikle kalbini verdiği kadını bırakarak gerekçesi her ne olursa olsun uzak bir ülkeye kaçmanın acısını içine hiç sindirememişti.

‘Sanıyorum Küçük Prens gezegeninden ayrılırken, göç etmekte olan bir yabani kuş sürüsünden yararlanmıştı.’

Aklı hep orada, vatanından ayrıldığı son günde, uçamayacak durumda olan, içinde yabanî kuşların da olduğu “Nuh’un Gemisi” adını taktığı hurda uçakla yaptığı son uçuşta kalmıştı. Göç yollarını şaşırmış aylak yaban kuşlarıydı, kendisi gibi vatanından kaçmak zorunda olanlar.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.246

Aslında evliliğindeki bu kaçış, tam bir ayrılık sayılamaz. Çünkü Exupéry kendinden de memnun değildir. Bu kaçış; pişmanlık duyduğu hatalarını bir daha yapmamak, ham yönlerini düzeltip geriye dönmek için bir hazırlık dönemine girme gibidir.

Bu kaçış; ruhun üzerine yapışan, “esas yurdu”na uçuşunu engelleyen çamurları temizlemeye başlamak, gölge dünyadan vazgeçip hakikat dünyasına adım atmaktır.

Aynı bir dağ gibiyiz. İçimizde sayısız madeni, mağarayı, suların fışkıracağı sayısız kaynağı taşıyoruz. Zenginliğimiz içimizde, sığınağımız içimizde, hayat suyumuz içimizde.

Altın mıyız, bakır mı, teneke miyiz? Hepsinin ayrımı bu iç âlemin keşfiyle oluyor. Korkulardan, vehimlerden emin olup dünyaya boyun eğmemek bu âleme sığınmakla oluyor.

Ruhun ferahlaması, kalbin tatmini, canın susuzluğunu gidermesi hep bu âlemin pınarlarını açmakla gerçekleşiyor.

Hiçbir gezegen birbirine benzemez. Her gezegenin gülü kendine hastır. Gökleri, sadece o ruha aittir. Bütün bunları sağlayan ve bizi diğerlerinden farklı kılan şeylerin analizi, bizi biz yapan âlemin dirilişiyle olacak. Ve dirildikçe gerçek aşkın sezgisiyle adımlarımız kuvvetlenecek. İşte o zaman hangi ortamda olursak olalım, neyle karşılaşırsak karşılaşalım açlığa azığımızla, tehlikeye kalkanımızla karşı durabileceğiz. İşte o zaman yıkılan her yerimizi, dökülen her yönümüzü tekrar tekrar yeniden inşa edebileceğiz.

…insanın inşasında en önemli şey onu eğitmek değildir. Yürüyen bir kitaptan başka bir şey değilse bu boş bir çabadır ve önemli olan, insanı artık şeylerin bulunmadığı ve şeyleri bağlayan ilahî düğümden doğan yüzlerin bulunduğu yüksekliklere çıkarmaktır.

Çünkü eğer birbirlerinde yansımıyorlarsa nesnelerden bir şey beklemek boştur. Bu yansıma, insan yüreğine seslenen tek şeydir.

Çocuklarının ekmeği ya da seni daha ileri götüren bir şeyse işin de böyledir. Eğer sarılacak bir beden arayışı dışında daha yüce bir şeyse aşkın da böyledir, çünkü böyle bir aşk söz konusu değilse sana verdiği zevk kendi içinde kalır.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.255

“Hakikat”i aramaya yola çıkan, evvela içinde yaşadığı dünyanın gelip geçiciliğini ayırt edebilmeli. Çünkü bunu fark edecek bir potansiyel var insanda. Ancak bunları eyleme dönüştürebilmek için insanın nefsini tanıması gerekiyor. Gezegeninde neler var? Neleri atacak, nelerden temizleyecek?

Kendindeki güzele, hayra, iyiliğe engel olan bencil, rahatı seven, tembel yapıyı görmesi gerekiyor. Hakk’a, hakikate yaklaştıracak yolları tıkayan tüm engelleri, çalıları, varlığına kök salan tüm zararlı otları temizlemesi gerekiyor. Kısacası insanın kendi hakikatine varabilmesi için iç dünyasında kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor.

O sabah gezegenini derleyip toparlamıştı. Etkin volkanları temizlemişti önce. İki taneydiler ve sabahları kahvaltı hazırlarken ocak olarak çok işe yarıyorlardı.

Bir tane de sönmüş volkanı vardı Küçük Prens’in. Ama, ‘Hiç belli olmaz!’ diyordu. Bu nedenle onu da temiz tutuyordu. Temiz tutulduğunda volkanlar ağır ağır ve düzgün yanıyorlardı. Öyle patlamaya filan gerek duymadan. Volkanik patlamalar tıpkı evlerin tutuşan bacalarına benzerdi.

Dünya’daki volkanlar bizim için çok fazla büyük; bu nedenle de temizleyemiyoruz ve ikide bir başımıza olmadık işler açıyorlar.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.43

Ömrün en büyük nimeti zaman. Ve insanoğlu en doğru çizgide; istikamet üzerinde olmaya meyilli yaratılmış. Yaradan’ı tanıyacak bir kabiliyetle; fıtratla dünyaya gelmiş. Ondan beklenen, kendine sunulan sınırların içinde yaşamak. Sınırların içinde kalmak itidal; yani duyguda düşüncede, davranışlarda aşırılıklarından uzak orta yolu tutmak. Sınırların dışına çıkmak ise aşırılık. Çünkü kâinat bir düzen üzerine kurulmuş. Bu sebeple bütün varlığa hâkim olan bu nizama uyabilene hakikat yolları açılıyor.

Bu yolda dil doğru olanı söylemeli. Akıl doğruyu aramalı ve kalp doğru olanı istemeli. Göz çizilen sınırlarını aşmamalı. Yoksa göz kaydığında; toparlanamıyor, dil yandığında külü hiçbir şeye yaramıyor.

Ama dünyayı ve diğer insanları tanımak için gezegenimizi terk etmeden önce, gezegenimizi düzene koymalı, yavaş ve düzenli bir biçimde püskürmeden yanmaları için volkanları özenle süpürmeli, yani tutkularımızı ve arzularımızı kontrol altına almalıyız.

Şüphesiz ki en sıradan şeylere bile yaşamak için ihtiyaç duyarız; ancak aşırıya kaçtıklarında yanardağdan püsküren lavlar gibi hayatımızı altüst edebilir, yok edici bile olabilirler. Gözlerimiz açıldığı için bu bize çok büyük acı vermez. İyice temizlenmiş, yanlış inançlarından kurtulmuş, maddecilikle bağlarını koparmış, yalanlarından, gizli kapaklı anlaşmalarından, değişime ayak uydurmadaki yeteneksizliklerinden sıyrılabilen insanlar mantık ve aşkın kılavuzluğunda bir hayat sürebilirler.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.61

Küçük Prens’in gezegeninde üç tane volkanı var. Birisi aklı ve düşünceleri. İkincisi kalbi ve duyguları. Ve ikisi de aktif. Yani yaşamın içinde diriler. Her an yanlış bir düşünce kabına sığamayıp patlayabilir veya lav gibi kavurucu hisler her an püskürerek dünyasını yakabilir.

Onun için her gün temizliğini yapıyor. Bu temizleme işine tasavvufta murakabe denilir. Her an, her halinin Yaradan tarafından bilindiği şuuruna sahip olan, nasıl olur da O’nun razı olmadığı taşkınlıkları yaşayabilir? Bu nedenle düşünceler, duygular her an denetlenmeli. Haktan sapan her yön törpülenmeli.

İhtiraslarımızın bize neler yaptırdığını bilmekten çok uzağız. Ölçüsüz arzuların kaynağı arandı mı? İhtirasların getirebileceği felaket ne ile önlenecek?

Gerçek ne? Tutkunun kıskacına düşüş, nasıl bir seyir izler? Bu noktaya nasıl ulaşır insan? Ne neye itmiş, ne neyi etkilemiş? İnsan niçin dengeli olur? Nasıl olursa insan, tutkuya esir olmaz? Sorular cevapsız kalıyor hep.

İnsanı harekete getirecek, iyiye yöneltecek bir güce ihtiyaç var.                      

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.347  

Kalbin karanlığında, tutkuların pençesinde yaşamaya kendini mahkum eden insan, bu dünyanın sorularını cevaplayamıyor; çünkü aklı hep korku içinde. Nefsin tembelliğine kendini bırakan kalp sevgiyi, şefkati bilemiyor; çünkü demir gibi pas tutuyor zamanla.

Oysa kalb bize hakikati gösterecek olan aynamız. Paslanırsa güzel duyguları nasıl yansıtacak? İçindeki aydınlığı çevresine nasıl dağıtacak?

Bakış ışığını kalpten almalı ki göz görebilsin. Akıl nurunu kalpten almalı ki düşünerek güzellik, iyilik ve doğru neredeyse, bulabilsin.

Şiirimi yazdım. Geriye düzeltilmesi kaldı.

Babam sinirlendi:

‘Şiirini yazıyorsun sonra düzeltiyorsun! Yazmak düzeltmek değilse nedir? Heykel yapmak düzeltmek değilse nedir? Kil yoğuran birini gördün mü? Yüz düzeltmeden düzeltmeye çıkar ortaya ve ilk parmak vuruşu da kil kütlesinin düzeltilmesidir. Ben kentimi kurduğumda kumu düzeltirim. Sonra kentimi düzeltirim. Ve düzeltmeden düzeltmeye Tanrı’ya yürürüm.”

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.337

İçimizde oluşan sarmalda döne döne, dönüşe dönüşe menzile gidiyoruz. Bu gidişte gücümüz ruhumuzdur. Ruhu diri tutan ise erdem.

Erdem; yani fazilet fazl kökünden türemiş. Kişinin iyilik yapmasını ve kötülüklerden uzak durmasını sağlayan ruhî yetenekler anlamında. Fazlın anlamı artmak ve üstün olmak.

Kısacası faziletli olmak insanda “insanlığı” çoğaltan bir güç. Ruhun üstün yeteneklerini koruduğunda kendi içinde çoğalıyorsun demek. İyiliği, güzelliği taşıyan yeteneklerin goncalar gibi açılıp hayatını rengarenk doğurgan bir bahçeye çevirmesi demek.

Sanıyorum Küçük Prens gezegeninden ayrılırken, göç etmekte olan bir yabani kuş sürüsünden yararlanmıştı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.41

Bu cümledeki “yabani kuş sürüsü” metaforu sadece Exupéry’nin yaşamındaki olumsuzluklardan kaçışı anlatmıyor. Bu metaforla varlığın doğal yapısındaki özgürlük, şevk, arayış gibi gerçek duygular da dile getiriliyor.

Şevk, insanın iç âlemindeki rüzgâr. Duygular bu rüzgarla tozlaşıyor; bereket oluyor hayalde, düşüncelerde. Bulutlar bu rüzgarla tozlaşıyor; rahmet oluyor dilde, sözlerde. Şevk yoksa her şey ölmeye başlıyor. İrade yenik düşüyor, sönüyor heyecan. İç âlem öldükçe dış âlemde artık hiçbir başarıdan, zaferden, özgürlükten, insanlıktan söz edilemiyor. Çünkü bu ölüm, ruhun ölümüdür. Yaradılışında göklerde uçmak olan bir varlığın, uçma yeteneğini kaybederek nasıl yok olduğunun hazin hikayesidir.

Exupéry, İnsanların Dünyası adlı eserinin bir yerinde yaban ördeklerinin göçünü anlatıyor. Burada yaban ördekleri uçuşlarıyla evcil ördeklerin uyanmalarına; unuttukları yaradılış özelliklerinin farkına varmalarına neden oluyor. Kısacası bu uçuş, toplumun uyuşturduğu içsel tutsaklıktan kurtuluşun yolunu gösteriyor okuyucuya.

Kelimelere dökemediğin ama seni büsbütün etkisi altına alan o gerçeği gözümün önüne gelen birkaç görüntüyle anlatabilirim ancak.

Göç zamanı yaban ördekler geçerken üzerinden uçtukları topraklarda tuhaf bir hareketlenme olur. Bölgede yaşayan ördekler, bir üçgen çizerek uçan yabanî ördek sürüsünün çağrısına kapılıp acemice yerlerinden sıçramaya başlarlar. Bu yabanî çağrı onların içinde artakalmış kim bilir hangi yabanıllığı uyandırır.

Bütün çiftlik ördekleri bir anlığına birer göçmen kuşa dönüşür. Küçük basit kafasından geçen su birikintilerinin, solucanların, kümesin yerini engin kıtaların, başıboş rüzgarların, açık denizlerin tadı kalıverir.

Hiç farkında değildir o ana kadar beyninin bunca güzelliği saklayacak kadar geniş olduğunun; ama birden kanat çırpmaya başlar, yerdeki taneleri, solucanları azımsar, göklerdeki o yaban ördekleri gibi olmak ister.

İçini dökmüştün bana daha evvel. Hikayeni anlatmıştın. Barselona’da kendi halinde bir muhasebeciydin; ülkenin bölünmesiyle pek de ilgilenmeden sayıları alt alta yazıp duruyordun. Sonra bir arkadaşın orduya katılmıştı, sonra başka biri, sonra başka biri. O zaman sende tuhaf bir değişiklik olmuştu. Seni de şaşırtan bir şekilde yaptığın işler yavaş yavaş önemsiz gelmeye başlamıştı sana. Memnuniyetlerin, endişelerin, mütevazı rahatın, sanki başka bir çağa ait şeylerdi. Burada yeri yoktu artık onların.

Sonunda tanıdıklarından birinin ölüm haberini aldın. İntikamını almaya kalkışacağın kadar yakın arkadaşın değildi. Siyasete gelince siyaset seni hiç ilgilendirmemişti. Ama o ölüm haberi sizin o sınırlı kaderinizin üzerinden denizin üzerinden esen sert bir rüzgâr gibi esip geçmişti. O sabah bir arkadaşın gözlerinin içine bakıp sormuştu sana:

– Gidiyor muyuz?

– Gidiyoruz.

Gittiniz.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.181

Toprak çatlamış; yağmura hasret.
Git vadi gönüllüm!
Çek bulutları yüreğine.
Öyle yoğunlaşsın ki özlemi susamışların
Yağmur olup yağ bahçeler üstüne.

Ufuklar ötesi dumanlı
Nelere gebedir dünya kim bilir?
Git güneş fikirlim!
Düşüncelerinde dönensin “âlemler”
Işısın zerreleri hayallerin ve şafakların;
Açılsın kapılar gökler üstüne.

Parmağında “hakikat balı”
Sofranda nur.
Himmet olsun feryadına gecelerin
Tatlansın mehtap, yıldızlar ve yalnızlık.
Mevlâm’a götürdükçe dua dua sevgiyi;
Sarılsam… Sarılsam emeklerine.

Git! Git de seni yola düşüren dikenler kurusun.
Sevdanda yak anlamsızlığını yarınların.
Git gözbebekleri süveyda nakışlım!
Git de dilsiz tarlalar bürünsün gelinciklere.

Ne zaman ki seherler gülecek.
Ne zaman ki sesinde dönecek
“Esması Rabbimin”
Onları dillendirmek için git!
Hecelerinden tohumlar serpmek için git!
Yetiştir sayısız “Güllerini insanlığın”.
Kokularından mest olsun melekler.

Öpesim gelir adımlarını.
Ne duru, ne candır heyecanın bile…
Git gül kokulum, git bağban bakışlım!
Gidişin mübarek olacak;
Gelişin müjde.

1. İsveçli yazar Selma Lagerlöf’un yazdığı bir roman. Bir büyücü tarafından küçültülerek parmak çocuk haline getirilen Nils Holgersson isminde yaramaz bir çocuğun başından geçen maceralar anlatılıyor

İllüstrasyonlar © Ya-Ong Nero
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply