Ya Süperman Ya Huzur – Bölüm 1

0

Doğduğumdan beri İstanbul’un Anadolu yakasında otururuz. Ara sıra yurtdışına gitmişsem bile hayatımın çoğu İstanbul’da geçti. Güzel bir çocukluk yaşadım. Ne kadar şükretsem azdır. Bir çok güzel hatıraya sahibim zannediyorum. Ama bunların arasında burnumun kemiklerini sızlatacak kadar özlemini hissettiklerim, birkaç olaydan ziyade bir şablon. O şablonu şöyle tarif etmeye çalışayım:

Cuma yada cumartesi gecesi. Çocuklar olarak kurtlarımızı dökmüş ve yorulmuşuz. Türk filmi (tek kanal olarak TRT vardı ve cumartesi geceleri Türk filmi olurdu.) seyredilmiş ve toplu seyirden sonra büyüklerin konuşma faslı devam etmekte iken biz küçükler çoktaaan uyku alemine girmişizdir. Bir müddet sonra, uykumuzun en tatlı hâlini yaşadımız esnada “hadi oğlum.. kalkıyoruz.” sözüyle, uyku sersemi modumuzda (hele bir de kış ise, uykulu uykulu mont giydirilmeler) akrabaların öpücüklerini geçiştirerek, bir sarhoş gibi merdivenlerden iner (iki ana akrabamızın da evi asansörsüzdü) ve arabamızın (murat 124/murat 131/…) arka koltuğuna kardeşim ile beraber yayılırdık.

Küçük Prens’in Tatlı Seyri

İşte benim şablonumun zirve noktası burada başlıyor. Arka koltukta yatarken “ende tura bir iki üç” oynayan bir ebenin arkasına aniden dönmeleri yada 30 dakikada 5-6 kare gösteren yavaş bir film seyrediyormuş gibi, cadde lambasının sarı ışıklı fonuyla belli fotoğraflar hafızaya nakşedilir. Mesela birinci kare, köprü girişindeki (daha ikinci köprü yoktu) Yıldız Üniversitesi’nin orada; sağ üst taraftaki o tarihi bina. Hâlâ ne olduğunu bilmem o binanın. İkinci kare genelde köprünün bitiş kısmı olur. Belki gişelerde durmamız ve para vermek zorunda olduğumuz için. Üçüncü kısım benim için önemli bir aşamadır. “Bizim oralar”a gelmişizdir. Fenerbahçe Stadı’nın ordan bir dönüş ve Kızıltoprak yol ağızı… Dördüncü kare Cemil Topuzlu Caddesi… Caddeden devam edilir… Sonra “daha bizim oralar”a vasıl olmak için sola dönüş… Sonra Bağdat Caddesi’ne çıkış… Sonra sağ tarafa… Tabii sağa dönmeden ışıklarda durulur ve bu esnada harika bir fon: Tik tak… Tik tak… Arabanın sinyal lambasının sesi… Fakat tüm bu tatlı yolculuk esnasında bana huzur veren bir başka şey, ön tarafta annemin ve babamın konuşmaları. Belki de gecenin değerlendirmesini yapıyorlar.

– Geldik mi?

– Daha gelmedik oğlum.

– Geldik mi?

– Yaklaştık.

Ve bizim apartman…

Bazen uyku sersemi modunda çıkılır. Asansöre binilir ve asansörün içinde aynaya yaslanılır. Bazen aynadaki o komik hâl seyredilir. Bazen de (hele daha ufak, balaca hâlde isek) kucakta taşınılır arabadan eve… Sonra anahtar ile kapımızın açılma sesi. Evin kendine mahsus kokusu ile girişin ışıklarının açılması. Zorla üzerimizdekilerin çıkarılması ve yatağa kendimizi atma.

Amma da uzattım değil mi… Gerek var mıydı? Ama bunlar benim hayatımın en mutlu anlarından. Hiçbir orijinallik yada adrenalin ifrazı hiçbir an yok bu tasvir ettiklerimde. Ama yine de hayatımın en mutlu anlarının sırrı bu yazdıklarımın içinde saklı.

Küçük Prens’in Solan Gülü

Hâli hazırdaki durumsa, eğer araba kullanmayı bilseydim ve ehliyetim olsaydı benim onları taşımam gerekecek bir pozisyon değişikliği içinde olmamız. (Gerçi şimdiki durum da farklı değil. Ben eşek kadar bir çocuk kaldım. Onlar ise hâlâ hayatımın direkleri.) Babamdan daha uzun boylu ve artık genç olmayan biriyim. Mirkelam gibi “Geçip giden zamanları bir yerlerde bulsam” diyorum.

O kadar yaşanılmış güzelliklerin arasında niye bu çok tekrar etmiş şablonu hasretle hatırlıyorum?

Türkiye’de Harari Fırtınası

Şimdilerde Türkiye’de (ve tabii Dünya’da) çok okunan ve popüler olan bir yazar var: Yuval Noah Harari. Sitemizde de o ve kitapları ile alakalı birkaç makale yayınlandı ve yayınlanmaya devam edecek. Harari ve kitabına girmeyeceğim. Ama ikinci kitabının da isminden yola çıkarak bir şeyleri ifade etmek istiyorum. Kitabın ismi, Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi. Homo Deus, Tanrı-insan gibi bir manaya geliyor. Omnipotent olmaya doğru giden bir varlık. Tipik transhumanist ve Singulariteryen yaklaşımı. Bu kitap, Türkiye’ye şimdiye kadar Singularity ve transhumanist düşünce adına en etkili girişi yaptı. Bu kitabı okumayan ya da ondan bahsetmeyen bir genci -avamca ifade edecek olursak- döverler. Bir prestij meselesi haline gelecek kadar popüler bir etki meydana getirdi. Hatta parıltısı nisbeten azalmış Richard Dawkins düşüncesi adına da bir kontr-müceddid olarak arz-ı endam etti ülkemizde…

Bir insan niye mutlak bir güce sahip olmak ister? Niye bir başkasına ihtiyaç duymak, sanki utanılacak bir duygudur? Yani, bir insan niye Tanrı olmak ister? Yani Homo Deus… Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, kazandığından çok daha fazlasını kaybedeceğini biliyor mu insanaoğlu?

Peki bunun ve Yuval Noah Harari’nin, benim arabanın arka koltuğunda şekerleme yapmam ile ne alakası var?

(Devamı gelecek)

Feridun B. Kaya

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply